20 Temmuz 2007 Sayı: 2007/28(28)

  Kızıl Bayrak'tan
   Seçim sonuçları üzerine
  Seçimler tamam, saldırıya devam!
İşbirlikçi asalaklar seçim sonuçlarından memnun!
Huzurumuz huzursuzluğunuz olacak!
Sermayenin ücret politikası...
Sınıf hareketinden...
  Özelleştirme mi yıkım mı?* - Yüksel Akkaya
  22 Temmuz seçimlerinin ardından
  BDSP’nin seçim faaliyetinden...
  BDSP’nin seçim şenliklerinden...
  Siyonistler Filistin’deki çatışmayı derinleştirmek için kolları sıvadı!
  Dünyadan...
  Bodrum’da rant yangınları
  Vedat Demircioğlu’nu saygıyla anıyoruz!
  Halkın parlamenter avanaklığı ve
sınıfsal kutuplaşmanın zorunluluğu
A. H. Yalaz
  Binali Soydan’la dayanışmaya eylemlerinden...
  Seçim sonuçları üzerine M. Can Yüce
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Özelleştirme mi yıkım mı?

Yüksel Akkaya 

Sermaye birikiminin önemli “araçlarından” ve politikalarından birisine dönüşmüş olan özelleştirmeler hızla sürmektedir. Bir yandan özelleştirilecek mal ve hizmetlerin alanı genişletilmekte, diğer yandan özelleştirme kapsamına alınan mal ve hizmetler düşük bedellerle “satılarak” bir yıkım ve yağma harekatı gerçekleştirilmektedir. Aşağıdaki tablo özelleştirme iştahının ne kadar güçlü olduğunu ve kapsamını hızla genişlettiğini göstermektedir. Sıra bir gün cezaevlerine gelecektir!...

Peki özelleştirme nedir? Basit bir satış mı? Yoksa bir yağma, bir yıkım harekatı mı? Ya da bunların ötesinde bir şey mi? Örneğin kara ölüm denen ve büyük korku salan veba mı? Vebanın özelliği nedir? Veba bir hastalığın ötesinde, etkileri açısından toplumda çok daha farklı şeylere işaret eder. Veba çok korkulan ve asla yakalanılmaması gereken bir hastalıktır. Bu hastalık insanlarda yaşamlarının sonunun geldiği düşüncesini yaratır. Böyle olduğu için, hastalığa yakalanmamak, hastalıktan kurtulmak için hastalananlardan uzak durulmaya, onlardan kurtulunmaya çalışılır. Bunun için hastaların toplandığı büyük karantinalar oluşturularak onlar toplumdan tecrit edilerek, daha hızlı bir ölüme terk edilir. Tıpkı bugünkü F Tipi Cezaevleri gibi. Hastalananlar mağaralara, hücrelere kapatılıp, ölüme terk edilirken, yaşama isteklerini içeren acı dolu iniltileri doğayı sarsarken, sağ kalanlar kendilerini kurtardıklarını düşündüklerinden bu iniltilerden sarsılmazlar! Yüzyıllar önce, girdiği her yerde büyük kırımlara yol açan, bazen nüfusun yarısını, bazen üçte ikisini, bazen de tamamını yok eden vebanın toplumda yarattığı dehşet duygusu ve korkusu hiç unutulmadı. Veba onları yok etmeden, onlar veba tehlikesini yok etmek için, ya kendilerini kapattılar, aynı anlama gelmek üzere tecrit ettiler ya da hastalar ile birlikte tehlike potansiyeli taşıyan hastaları tecrit edip, ulaşılmaz yerlere kapatıp, ölüme terk ettiler. Kuşkusuz, kurtulmak uğruna.

Veba karşısındaki çaresizlik, insanları en acımasız ama en kolay yola itti. Bu büyük korku ile her şey vebalaştırıldı. Emekçiler için veba korkusu özelleştirme ile çalışma yaşamında korkunç bir hal aldı. Her özelleştirme mağduru işçi bir başkasının vebası olurken, vebadan kurtulmak isteyen işçiler sınıfdaşlarını vebadan kurtulmak adına karantinaya alıp ölüme terk ettiler. Vebanın kara ölümü kendi kapılarını çalıncaya kadar, yaptıkları yanlışı da anlamadılar... Vebanın kara ölümü, işçiler için özelleştirmenin kara ölümüne dönüştü. Hastalık bu kez özelleştirme kaynaklı işsizlik ve yoksullaştırma idi. İşsizlik, bir vebanın kara ölümü gibi işçi sınıfının üzerine çökerken, özelleştirme ile yaratılan duygu adeta bir veba hastalığı korkusudur! Bu nedenle, işsizliği anlamadıkça, özelleştirmeyi ve sonuçlarını da anlamak mümkün değildir. Zira, özelleştirme basit bir piyasalaştırma, kamu yatırımlarını özel sektöre devir işlemi değildir. Etkisi ve sonuçları itibari ile amaçları başkadır. Özelleştirme politikası ve felsefesinin arkasındaki yıkım görünenden daha büyük ve daha etkileyicidir.  

Özelleştirme eşittir işsizlik veya kapitalizmin vebası

İşsizlik olgusu, bugün bir “sorun” olarak en çok ülke yöneticilerini ve kapitalistleri ilgilendiriyor görünse de ne var ki bu görüntü gerçeği yansıtmaz. Çünkü, ne yöneticilerin ne de kapitalistlerin işsizlikten bir sıkıntıları vardır. Tersine onlar için işsizlik iştahlarını kabartan, emek gücünün sömürü olanaklarını arttıran, hem işçileri hem de işsizleri kontrol altında tutan önemli bir kontrol mekanizmasıdır; öyle olduğu için de sermaye ve onun adına devlet yönetenler, işsizlerin haline karşı da vurdumduymazdır. Bu nedenle kapitalistlerin sıkça dile getirdikleri “Hepimiz aynı gemideyiz” söylemi tam bir iki yüzlülükten başka bir şey değildir. Çünkü, bir kapitalist için aslolan “Benden sonra tufan”dır, başka bir şey değil.

Yedek işgücünü, nispi artı nüfusu oluşturan işsizlik de nihayetinde kapitalist için önemli yasalardan biri olan rekabeti ortaya çıkarır. Ücretleri baskılamak, işçileri ve işsizleri kontrol altında tutmak için, onlar arasında yıkıcı bir rekabet yaratmak için kapitalistlerin her zaman işsize ihtiyacı vardır. Çünkü, işsiz ile işçi arasındaki, işsiz ile işsiz arasındaki bu rekabet “burjuvazinin proletaryaya karşı en keskin silahtır(silahıdır)”. Öyle ki, “İşçilerin kendi aralarındaki rekabetle doruk noktasına çıkan işçi üretkenliği, işbölümü, makine kullanımı ve doğa güçlerinin sanayiye uygulanması birçok işçiyi ekmeğinden yoksun bırakır”. Yani, bir bakıma, işsizliğin bir bölümünü “aslında işçilerin kendi aralarındaki rekabet yaratır”. Bu kapitalizmin temel yasalarından sadece biridir.

Özelleştirmeler, bir süre sonra, teknolojileri geliştirmeyi ve yenilenmeyi gerekli kıldıkça, ikinci bir işsizleştirme dalgası yaratır. Kapitalizmin olmazsa olmazı teknolojik gelişmeye ve yenilemeye bağlı olarak, özelleştirmelerin birinci dalgası olan satış işlemleri sürecinde olduğu gibi, fazlalık haline gelen işçiler de işsiz kalmaya başlar. Teknoloji, durmadan özelleştirilen yerlerdeki üretim alanlarına girdikçe işçiler de işlerinden olmaya başlar. Çünkü, “kapitalist üretim tarzının, işçiye karşı, bütünüyle emek araçlarına ve ürüne kazandırdığı bağımsız ve yabancılaşmış nitelik, makine aracılığı ile tam bir uzlaşmaz çelişki halini almaktadır”. Bu çelişki sonucunda, daimi amacı ve eğilimi insan emeğinden büsbütün kurtulmak olan makinenin, aynı anlama gelmek üzere teknolojinin, girdiği her alan, emeğin üretkenliğindeki yükselme ve yoğunluğun artış derecesine bağlı olarak, işçilerin bir kısmını sürekli bir şekilde fazlalık haline getirerek işsizler ordusunun saflarına katar. Sermaye birikimi, basit bir miktar büyümesi olmayıp, sermayenin organik bileşiminin değişmeyen kısmında değişen kısmı aleyhine devamlı bir artış göstererek, bileşiminde gitgide artan bir nitel değişime neden olur. Birikimin ilerlemesiyle, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranı değişir, başlangıçta birebir olan oran daha sonra ikiye bir, üçe bir, dörde bir ve benzeri haline gelerek toplam değerin içinde emek gücünü azaltır. Çünkü, emeğe olan talep, sermayenin bütünü ile değil, ancak değişen kısmının miktarıyla belirlenmektedir ve bu talep toplam sermayedeki artış ile orantılı olarak artacağına, gittikçe küçülen şekilde, toplam sermayenin büyüklüğü oranında ve büyüklüğün artması ölçüsünde artan bir hızla düşer. Bu nedenle işsizlik, “yani sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan çok daha fazla bir emekçi nüfusu, bu yüzden de bir artı nüfusu kendi enerjisi ve büyüklüğü ile doğru orantılı olarak durmadan üreten şey, kapitalist birikimin ta kendisidir”.

İşsizlik, birikimin ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak, işsizlik, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta üretim biçiminin varlık koşulu haline gelir. İşsizler, her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusu oluşturur ve bu ordu sermayeye aittir. Çünkü, bu işsizler, sermayenin kendini genişletme konusunda değişen gereksinimlerini karşılamak üzere, daima sömürülmeye hazır bir insan kitlesi yaratır. El altında hazır işsiz insan kitlesi olmadan, emekçi sayısında, nüfusun mutlak büyümesinden bağımsız bir artış olmadan, üretimin boyutlarında genişleme olmaz. Emekçi sayısındaki bu artış ise emekçilerin bir kısmını durmadan işsizleştiren basit bir süreçle, üretimdeki artışa oranla çalıştırılan emekçi sayısını azaltan yöntemlerle gerçekleştirilir. Yani, büyük sanayiinin bütün hareket şekli, emekçi nüfusun bir kısmını, sürekli olarak, işsiz ya da yarı-işsiz insanlar haline getirmeye dayanmaktadır. Sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan fazla bir nüfusun meydana gelmesini ekonomi politiğin kendisi bile, büyük sanayiin zorunlu bir koşulu olarak görür.

Kapitalist üretimin rahatça at oynatabilmesi için yedek bir sanayi ordusuna ihtiyacı vardır. Yedek sanayi ordusunun büyüklüğüne duyulan bu ihtiyaç işsizlere katılanların sayısını da artırır. “Üretim araçları, büyüklük ve etki güçleri bakımından artarken, daha az emekçi çalıştırma araçları haline geldikleri gibi, bu durum, bir de emeğin üretkenliğindeki artış oranında, sermayenin emek arzını, emekçi talebinden daha büyük bir hızla yükseltmesi gerçeğiyle değişikliğe uğratılır. Bir yandan işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları, aşırı çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır. İşçi sınıfının bir kesiminin aşırı-çalışmayla diğer kesimi zorunlu bir işsizliğe mahkum etmesi ve bunun tersi, bireysel kapitalistleri zenginleştirmenin bir aracı halini aldığı gibi, aynı zamanda da, yedek sanayi ordusu üretimini, toplumsal birikimin ilerlemesine uygun düşecek ölçüde hızlandırır”.

Kapitalizmde esas olan herkese iş olanağı yaratmak değil, tam tersine mümkün olduğunca önemli oranda bir işsiz kitlesinin varlığını her zaman yedekte tutmaktır. Çünkü, kapitalizmin temel kurallarından biri işsizliğin mutlaka olması gerekliliği üzerine inşa edilmiştir. Nedeni ise oldukça basittir. Çünkü, yedek işgücü olan bu işsizler, kapitalizmin duraklama ve ortalama refah dönemlerinde işçi sınıfını baskı altında tutar, aşırı üretim ve refah dönemlerinde onların isteklerini dizginler. Sadece bu nedenle, işsizler, emeğin arz ve talep yasasının geçerlilik alanını, sermayenin sömürü ve egemenlik faaliyetlerine mutlak şekilde uyan sınırlar içerisinde tutar. Çünkü, genel ücret hareketleri, tamamıyla, yedek sanayi ordusunun genişleme ve daralmasıyla düzenlenir ve bu da sınai çevrimin devresel değişmelerine uygun olarak meydana gelir. Ücret hareketleri, işçi sınıfının faal ve yedek işçi ordusu şeklinde bölünüşünü gösteren değişen oranlarla nispi artı-nüfus miktarındaki artış ve azalmayla, bazen emilen, bazen serbest bırakılan işçi miktarıyla belirlendiğinden, kapitalist sistem her zaman işsizlere ihtiyaç duyar.

Emek arzı ve talebi yasasının sermaye birikim sürecinde de yeni işsizliğe yol açan esas üzerinde işlemesi ise sermayenin tahakkümünü tamamlar. Bir yandan, işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı çalışması, fazla mesai yapması, yedek işçi ordusunun yani işsizlerin saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek işgücü olan işsizlerin rekabet yolu ile çalışanlar üzerinde artan baskısı bunları, aşırı çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır. Özelleştirme tam da bunları gerçekleştiren en kestirme yöntemlerden biri olur. Hızla işsizleştirme, sendikasızlaştırma, uzun ve yoğun çalışmalar bu nedenle özelleştirmeler ile özdeştir. Bu süreçte, kapitalistler daha da zenginleşirken, çalışanların reel ücretleri düştüğünden daha da yoksullaşırlar. Ancak, kapitalistin daha da zenginleştiği, sermayesinin arttığı bu dönemde aynı oranda yeni iş olanakları yaratılmaz, işsizlik aynı oranda ve hızda azalmaz. Çünkü, özelleştirme sonucu teknikte ve yönetim biçimindeki her yenilik daha az işçi çalışmayı gerektirir, kapitalist ise tercihini hep yeni teknik ve yeni yönetim biçimlerinden yana yapar. İşte bu nedenle, özelleştirilen her yerde emekçiler daha fazla çalıştıkları, başkaları için daha fazla servet ürettikleri ölçüde kendi mezarlarını da kazarlar, işsizliğe davetiye çıkarırlar. Son çeyrek yüz yıldır sanayileşmiş ülkelerdeki işsizliğin kronikleşmesinin arkasında yatan gerçek kapitalizmin bu kuralının hayatta somutlaşmasından başka bir şey değildir. Yani pasta büyüdükçe, buradan herkese pay düşmemekte, tam tersine bu pastadan yararlanan işçilerin hem sayısı azalmakta, hem de payı düşmektedir. Aşağıdaki tablo özelleştirmenin yarattığı kapitalizmin vebası işsizliğin boyutlarını ve saldığı korkuyu göstermektedir.

Toplam açısından bakıldığında, 1985-2001 dönemindeki özelleştirmelerde kamu kesiminde istihdam edilen 43.797 çalışanın bundan etkilendiği ve özelleştirme sonucunda her dört işçiden birinin işsiz kaldığı görülmektedir. 1990 yılında işletmeci KİT’lerde çalışan sayısı yaklaşık 640 bin iken, 2001 yılı itibari ile işletmeci KİT çalışanlarının yaklaşık 390 bine düştüğü göz önüne alındığında özelleştirmenin boyutu daha iyi anlaşılmış olur. Kuşkusuz, özelleştirme olgusunu daha çarpıcı kılan ise, özelleştirme sonucu çalışan sayısının 43.797’den 31.984’e düşmüş olmasına rağmen, işletmeci KİT’lerde çalışan sayısının 640 binden 390 bine düşmesidir. 250 binlik düşüşte özelleştirmenin doğrudan katkısı sadece 11.813’tür. Bu veriler, özelleştirmenin istihdam üzerindeki en önemli etkisinin dolaylı olduğunu göstermektedir. Özelleştirilecek kurumlarda istihdam alanlarının daraltılmasına yönelik uygulamalar emeklilik, erken emeklilik, yeni işçi almama şeklinde varlık bulurken, bu nedenle yapılan “istihdam tasarrufu” 250 bine ulaşmıştır. Yani özelleştirmenin istihdam üzerinde işsizlik şeklinde otaya çıkan dolaylı etkisi doğrudan etkisinden çok daha büyüktür. Böyle olduğu için de özelleştirmenin işsizlik üzerindeki doğrudan etkisinden çok dolaylı etkisine bakmak daha doğru ve anlamlı olacaktır.

Bugün itibari ile bakıldığında ise, toplam 39 KİT’in 15’inin, KİT’lerin 77 işletmesinin 67’sinin özelleştirme kapsamına alındığı görülmektedir. Bu işletmelerde istihdam edilenlerin yaklaşık yarısına denk gelen 175 bin çalışan ise özelleştirme kapsamındadır. Kuşkusuz, bu durum özelleştirmenin istihdam üzerinde, ilk dalgada yarattığı dolaylı yoldan olan etkinin, artık ikinci dalga ile birlikte doğrudan etkiye dönüştüğünü gösterir. Böylece, uzaklardaki kara ölüm veba kendisini bu kez daha yakından hissettirir. Hissedilen sadece ölümün kendisi değildir. Bu duygu ile birlikte çözülen değerlerdir de. Şimdi bunlara bakmak gerekiyor.  

Özelleştirme versus sınıf bilinci, güven, umut 

Özelleştirme basit bir işsizleştirme değildir. Özelleştirmenin temel felsefesi asıl amacı işsizlik korkusu aracılığı ile işçi sınıfını belleksizleştirmedir, kendisine olan güvenini kırmadır, geleceğe yönelik umudunu kırmadır, işçiyi kimliksizleştirme, karaktersizleştirme ve kendisine yabancılaştırmadır, bütün bunların toplamı olarak sınıf bilincinden uzak tutmaktır. Özelleştirme asıl tahribatını burada gösterir. Ne KİT’lerin sermaye cephesine bir yağma hakkı olarak devredilmesi, ne tek başına işsizleşme, özelleştirmenin işçi sınıfı üzerinde yarattığı bu tahribattan daha önemlidir.

İşçi sınıfını sınıf yapan ve sınıf bilinci edinmesinde etkili olan en önemli araç mücadeledir, eylemdir. Özelleştirme politikasının da temel amacı, felsefesi işçi sınıfını bu mücadele ve eylem yeteneğinden yoksun bırakmaktır. Bir veba olarak işsizlikle tanışan işçiler, korsakof-işçiye dönüştüğünde belleksizleşir, sermayenin iktidarını rahatlatır, pekiştirir. Kapitalist sistemin kendisini özüne uygun olarak yeniden restore edebilmesi için işçi sınıfını kütlesel olarak teslim alması, bunun için de belleksizleştirmesi ve kendisine olan güvenini kırması gerekir. Özelleştirme bunun en büyük yöntem ve araçlarından biridir. Özelleştirme ile birlikte, büyük bir korkuya kapılan işçi kütlesi, önce belleksizleşir, bildiği her şeyi unutur, sonra soyutlama yeteneğini yitirip, günlük düşünmeye başlar. Kuşkusuz, bütün bunlar da bir sınıf olarak hareket edebilme yeteneğini köreltir. İşçi kütlesi, birer korsakof-işçi toplamından oluştuğu için, bellek bozukluğu ve soyutlama yeteneğini kaybetmesine bağlı olarak, düşünme yeteneğinden yoksun olarak dikkatini de kaybeder, istemeyi, soru sormayı unutur, adeta iradesiz bir canlı varlığa dönüşür. Özelleştirmenin yarattığı korsokaf-işçi, bozulmanın, çürümenin, kimliksizleşmenin, karaktersizleşmenin, yabancılaşmanın bir örneğini oluşturur. KİT’lerde, sendikalaşmadan çalışmayan, çalışma koşullarının kötüleşmesine izin vermeyen, asgari ücretin birkaç katı ücret verilmemesine rıza göstermeyen bu korsakof-işçiler, birden asgari ücrete, uzun süreli çalışmalara, düşük ücrete, kötü çalışma koşullarına rıza gösterirler. Özelleştirilen işletmede kendisinin değil de arkadaşının işten çıkarılmasına dua ederler. İşsiz kalmamak için işçi arkadaşları aleyhinde muhbirlik yapmayı, onlarla dayanışma yerine, rekabet etmeyi bir “erdem” bilirler. Böylece, korsakof-işçi sınırlarını zorlayarak, bir üst rütbeye, panoptik-işçiye terfi ederler. Bu kez, sadece diğer işçilere değil, kendisine de ihanet ederler. Zira, birer panoptik-işçi olarak işverenden çok işveren olmuşlardır ya da daha yaygın bildik bir deyimle, kraldan çok kralcı olmuşlardır. Özelleştirme ile birlikte korsakof-işçilikten panoptik-işçiliğe terfi eden bu işçiler artık kapitalist sistemin istediği işçi tipini oluştururlar. Bu işçi tipinin ne denetlenmeye, ne de yönetilmeye ihtiyacı vardır. İşverenin beklediği herşeyi, içselleştirmiş bir işçi olarak en iyi bir şekilde yerine getirmeye çalışır. Bu işçi ne mesai saatlerini aksatmaya çalışır, ne işten kaytarmaya çalışır, ne verimsiz çalışmak için çaba gösterir; tersine bütün bunları en iyi yapmak için çaba gösterir. Tek amacı sahip olduğu işi korumak, yaşamını sürdürecek bir gelirden yoksun kalmamaktır. Böylece, artık nüfuz olan gereksiz işsizler arasına girmekten kurtulur. Onur ve özgürlük gibi kavramlar bu panoptik-işçi için anlamsızdır. Panoptik işçi, artık bir insan olmaktan çok bir canlı varlıktır, üretimin bir öznesi değil, nesnesidir. Panoptik-işçi, bırakalım kendisi için sınıf bilincine sahip olmayı, kendinde sınıf için bir bilincin gerektirdiği asgari özelliklere bile sahip değildir.

Korsakof-işçi, panoptik işçiye göre daha masumdur! Zira korsakof-işçi, yok edilmek üzere ağır bir saldırıya uğramıştır, iradesi dışında davranılacak bir durum ile karşı karşıya bırakılmıştır. Panoptik-işçi ise, kendi isteği ve iradesi doğrultusunda istenilenleri, gösterilenleri yapmaktadır. Bu nedenle, panoptik-işçi, korsakof-işçiye göre daha hain ve daha bozulmuş, kişiliksizleşmiş işçidir. Özelleştirme harekatının ilk amacı, her zaman olmasa bile genellikle, korsakof-işçi yaratmaktır, ikinci amacı korsakof-işçiyi hızla panoptik-işçiye dönüştürmektir. Korsakof-işçi karşılaşacağı olumsuzluklara direnme isteği taşır. Bu nedenle, şiddeti karşı tarafa değil, bir “açlık” olarak kendisine yöneltir. Bu, sınıf bilinci açısından ilk körelme ve yanlış tutumdur. Zira, kendisini yok edecek uygulamanın kendisine, sınıf bilinci temelinde bir çıkış, karşı koyuş yerine, tepkiyi kendi varlığı üzerinde ortaya koyar. Kendi varlığı üzerindeki tepki, zamanla onu belleksizleştirir, soyutlama yeteneğini kısıtlar, böylece sınıf mücadelesinin dışına taşır. Kuşkusuz, bundan kurtuluş da mümkün olmakla birlikte, uğranılan “zarar” telafisi zor olan bir zarardır. Korsakof-işçide her zaman sınıf mücadelesinin için de yer alma isteği vardır. Böyle olduğu içinde, özelleştirme politikası, felsefesi ve amacı korsakof-işçi ile yetinmez, onu bir “üst” aşamaya zorlar, panoptik işçiye dönüşmesini ister. Çünkü, panoptik-işçi, bir belleğe “sahip” olsa da, daha baştan teslim olmuştur ve iktidarı, denetimi içselleştirmiştir, korsakof-işçinin taşıdığı potansiyel tehlikeyi daha az taşır.

Panoptik-işçi sadece fiziki varlığını sürdürmesine yardımcı olacak her şeye rıza gösterir. Bu nedenle, yüksek ücret, daha iyi çalışma koşulları, daha az çalışma, örgütlenme, dayanışma gibi şeyleri aklının ucundan bile geçirmez. Sahip olduğu mevcut işi koruyabilmek için bütün bunlardan feragat eder. Özelleştirmenin temel amacı da böyle bir işçi yaratmaktır. Nitekim, İzmit SEKA işçileri özelleştirmenin korsakof-işçilikten, panoptik-işçiliğe geçişi gösteren oldukça zengin veriler içeren bir deneyim olmuştur. Özelleştirme bir yıkım harekatı olarak girdiği her yeri kasıp kavururken, SEKA işçileri böyle bir sorunun varlığını bile düşünmemişlerdi. Sıra kendi çalıştıkları işyerlerine gelince, büyük bir korkuya kapıldılar. Önce birer korsakof-işçiler olarak kendilerini işyerlerine hapsettiler, sonra işyerinin Belediye’ye devrine “onay” vererek, panoptik-işçi olmayı kabul ettiler. SEKA’nın bu özelleştirme sürecinde kendilerinin dışında, karşı tarafa “zarar” vermeyi hiç düşünmediler. İktidarın içselleştirilmesi demek olan Belediye’deki panoptik-işçiliği büyük bir çoğunlukla kabul ettiler! Kuşkusuz, panoptik-işçi olmalarına bile izin verilmeyen özelleştirme mağduru işsiz kalmış işçilere göre daha avantajlıydılar! Ancak, özelleştirme mağduru işsizler 1 Mayıs alanlarında yerini alırken, panoptik-işçiliği tercih etmiş olan SEKA işçileri evlerinde “mutlu” bir şekilde oturmayı tercih ettiler. Böylece, özelleştirme harekatının asıl yıkımının nerede olduğunu oldukça somut bir şekilde gösterdiler.

Özelleştirmenin felsefesine uygun olarak “duruşunu” belirleyen panoptik-işçi için en büyük “erdem”, istememektir! Ne daha yüksek ücreti, ne sendikalaşma hakkını, ne iyi koşullarda emekli olmayı istemek panoptik-işçiye uygun düşer. Panoptik işçi için önemli olan her koşulda işsiz kalmamaktır, yani kara ölüm vebaya, işsizliğe yakalanmamaktır. Bu durum, sınıf bilincinin yok edilişinden, sendikaların işçi sınıfının birer kalesi olduğunu, sosyal güvenliğin geleceğe umut ve güvenle bakış olduğunu “inkardan” başka bir şey değildir. Kısacası bir yozlaşma, çürüme ve bozulma kadar sınıf mücadelesinin dışına “gönüllü” düşme isteğidir. Özelleştirmenin asıl tahribatı buradadır, başka yerde değil!

Özelleştirme politikasını hayata geçirenler asıl amaç ve felsefeyi bildikleri için bunu gizlemeye çalışırlar, kısacası görüntü ile özün aynı olduğunu göstermek isterler. Bunun için de öze değil görüntüye çok büyük önem verirler. Görüntüde özelleştirme “mağduru” işsiz kalanlara yönelik düzenlemeler vardır. “İşgücü Uyum Programı” bunun en önemli araçlarından biridir. Özelleştirmeyi hayata geçirenlere göre, “İşgücü uyum programlarının amacı, özelleştirmeden etkilenen çalışanlar, işletmeler ve yörelere destek sağlayarak işsizliği azaltmaktır. İşgücü uyum program ve hizmetleri, eğitim, işe yerleştirme ve kendi işini kuracaklara yönelik danışmanlık hizmetlerini kapsamaktadır. Bu hizmetlerin gelişimi talebe göre şekillenecek olup, kişiler yararlanmak istedikleri desteği kendileri seçebileceklerdir”. Ancak, özelleştirme “mağduru” 41.047 işsizden sadece 8.000’ine ihbar tazminatının ödenmiş olması, 14.000 işçiye “istihdam kaydırma hizmeti”nin verilmiş olması bu görüntünün ne kadar anlamsız olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu veriler, bir kez daha görüntü ile özün farklı olduğunu, özelleştirmenin asıl amacını ortaya koymaktadır.

Özelleştirilen kurumlarda, işçilerin birer kalesi olması gereken sendikal örgütlülüğün de çökertilmesi görüntü ile öz arasındaki farkı bize bir kez daha göstermektedir. Özelleştirilen işyerlerindeki sendikasızlaştırma oranı yüzde 70 civarındadır. Kuşkusuz bu sonuç sadece panoptik-işçiliğin bir sonucu değildir. Panoptik sendikacılığı benimsemiş olan, özelleştirmeye felsefi ve politik anlamda karşı çıkamayan, çıkmak istemeyen bir sendikacılığın sonucudur da. Bu nedenle, sendikal politikalara göz atmakta yarar vardır.

 

Özelleştirme: Panoptik sendikacılık

Özelleştirme sendikaları ve sendika üyelerini ve üye olma potansiyeli taşıyan çalışanları doğrudan ilgilendirmesine rağmen ne yazık ki son zamana kadar, gerçek anlamda, sendikal politikaların önemli konularından birini oluşturamamıştır. Oysa, özelleştirme tüm ülkeler açısından benzer özellikler gösterse de Türkiye için sendikacılık açısından ayrı bir önemi bulunmaktadır. Özelleştirme tartışmalarının başladığı 1980’li yıllarda kamu kesiminin toplam istihdam içindeki payı yüzde 35 civarında olmasına rağmen sendikalı işçilerin yaklaşık yüzde 70’i kamu kesiminde bulunmaktaydı. Özel kesimde 1980’li yıllarda sendikalılaşma oranı ortalama yüzde 25 civarında iken, kamu kesiminde bu oran yüzde 90 civarındaydı. Özelleştirmenin gerçekleştirildiği her yerde ise sendikalı işçi sayısı ve oranı hızlı düşüşler göstermiştir. Bu gerçeklere rağmen Türkiye’de sendikaların özelleştirmeye karşı etkili bir politika geliştirdiğini, anlamlı ve sonuç alıcı bir mücadele sürdürdüğünü söylemek ise ne yazık ki mümkün değildir. Üstelik, Hak-İş, Öz Çelik-İş, Öz Gıda İş gibi bazı Konfederasyon ve ona bağlı sendikalar özelleştirmeye karşı çıkmak yerine, özelleştirme sürecinin bir aktörü, tarafı olarak sendikal felsefe ile çelişen tutumlar sergilemiş, Et Balık Kurumu ve Karabük Demir Çelik İşletmelerine “talip” olmuşlardır. Büyük ölçüde kamu kesiminde örgütlü olan Türk-İş ve Türk-İş’e bağlı sendikalar ise özelleştirmeye karşı çıkmak yerine, çağın ve küreselleşmenin “kaçınılmaz bir sonucu ve gereği” olarak özelleştirmeğe uzun süre “sıcak” bile bakmışlardır. Örneğin Türk-İş’e bağlı sendikaların yöneticileri arsında 1998 yılında yapılan bir ankete katılanların yüzde 2.27’si kamu işletmelerinin özelleştirilmesine koşulsuz taraf olurken, hiçbir kamu işletmesinin özelleştirilmesini istemeyenlerin oranı sadece yüzde 63.87 olmuştur. Sendikaların merkez yöneticileri ve şube yöneticileri açısından özelleştirmeye karşı takınılan tutuma bakıldığında merkez yöneticilerinin yüzde 77’si özelleştirmeye tamamen karşı olurken, şube yöneticilerinde bu oran yüzde 55’e düşmektedir. Bu veriler özelleştirilecek işletmelerde ağırlıklı olarak örgütlü olan Türk-İş ve bağlı sendikalarda özelleştirmenin istihdama, sendikalara olumsuz yansımasının tam “anlaşılmadığını” da söylemek zor görünmektedir. Çünkü, bu sendika yöneticileri kamu işletmelerine sahip çıkmak, onların daha verimli işletilmesini talep etmek yerine neo-liberal politikaların bir tarafı olarak “verimsiz” çalışan kamu işletmeleri ile stratejik önemi olmayan işletmelerin özelleştirilmesini istemektedir. Kuşkusuz sendikacılık ile yakından uzaktan bir ilişkisi bulunmamaktadır. Çünkü sendikacılık öncelikle üyelerin çıkarlarını korumayı ve geliştirmeyi gerektirmektedir. Oysa özelleştirilen tüm işletmelerde üye işçiler işten çıkarılarak buralarda sendikasızlaştırma gerçekleştirilmekte, daha sonra da işçiler daha düşük ücretler ve daha kötü çalışma koşulları ile istihdam edilmeğe zorlanmaktadır. Aslında burada sorun sadece sendikacılardan kaynaklanmamakta, özelleştirilen kamu işletmelerindeki işçilerin de yeterince duyarlı davranmayıp, hem sendika yönetimlerine hem de özelleştirmelere karşı gerekli etkili tepkiyi göstermemesinden kaynaklanmaktadır. Ancak, işçilerin bu tutumlarının arkasında iyi bir bilgilendirme ve eğitim çalışmasının yapılmamasının da rolü olduğu unutulmamalıdır. Sermayenin özelleştirme lehindeki ideolojik bombardımanına, ne yazık ki sendikalar aynı düzeyde karşı koyamamıştır, böyle bir istekte bulunmamıştır. Böyle olduğu için de sendikaların hem merkez hem de şube yöneticilerinin yüzde 31’i kamu işletmelerinin “çalışanlara” satılmasına sıcak bakmış, bu türden bir özelleştirmeyi olumlamıştır. Kuşkusuz bu bir sınıf kimliğinin aşınmasından başka anlama gelmemektedir. Bunun tam karşılığı ise panoptik sendikacılıktır.

Sendika yöneticilerinin özelleştirmeye karşı “yeterince duyarlı olmadığı” böylesi bir ortamda sendikal politikaların da özelleştirmeye karşı etkili eylemler çerçevesinde oluşturulmasını beklemek bir “haksızlık” olur. Nitekim, sendikaların merkez ve şube yöneticilerine göre özelleştirmeye karşı en etkili mücadele yolları önce kamuoyunu aydınlatmak olmaktadır. Onu kitlesel gösteriler ve parlamentonun kullanılması izlemekte, üretimden gelen gücün kullanılması ise daha gerilerde kendisine yer bulabilmektedir. Yargı yolunun kullanılması ise göz ardı edilmeyecek kadar önemli bir politika olarak benimsenmektedir. Kuşkusuz, bu yaklaşımlar sendika yöneticilerinin özelleştirmeye karşı pasif, etkisiz eylemlerden yana olduklarının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. KİGEM’in yargı yolu ile özelleştirmelere karşı sendikalardan daha etkili olması bu nedenle sürpriz olarak değerlendirilmemelidir. Sürpriz değildir çünkü, kamu kesiminde örgütlü olan Türk-İş’in sendika yöneticilerinin yaklaşık sadece yüzde 60’ı sendikaların özelleştirme politikalarını yetersiz bulmaktadır. Üstelik yöneticilerin yüzde 17’si iş güvencesi ve sendikal haklar korunmak koşulu ile özelleştirmeye sıcak bakmaktadır! Belli ki bu sendikacılar özelleştirmenin ne olduğunu ve kaçınılmaz sonuçlarını bilmemektedir. Yöneticilerin özelleştirmeye bu kadar ilgisiz ve uzak olduğu bir evrende sendikal politikaların da etkili bir mücadeleye yönelik olarak oluşmasını beklemek eşyanın tabiatına aykırı olacaktır.

Kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ile birlikte işten atılmaların da başlamasına, işten çıkarılanların yer yer oranlarının yüzde 100’lere ulaşmasına rağmen her sendika kendi örgütlü olduğu işyerlerinde özelleştirme gerçekleştirilmedikçe büyük bir tepki göstermemiş, özelleştirmenin gerçekleştiği işyerleri çalışanları ve sendikaları ile güçlü bir dayanışma içine girmemiştir. Öyle ki, 1998 yılında İzmit SEKA’da olduğu gibi işçiler sendikaya ve bağlı bulundukları Konfederasyona rağmen özelleştirmeye karşı çıkarak işyerini terk etmeme gibi oldukça etkili eylemlere başvururken, sendika yöneticileri bir süre sonra sürüklenerek bu eylemlere sahip çıkmak zorunda kalmış, ancak akabinde bu eylemleri etkisiz kılma yönünde oldukça önemli çabalar göstermişlerdir. Daha sonra, 2005 yılında bir kez daha İzmit SEKA işçileri özelleştirmeye karşı direnmiş, ama bu kez fabrikayı korumaktan çok birer işe sahip olmayı benimsemişlerdir. Ki bu da özelleştirmenin işçileri nasıl birer korsakof-işçiye dönüştürdüğünü gösteren iyi bir örnek olmuştur.

Hak-İş ve bağlı sendikalar özelleştirmeye taraf olup, sendikal felsefe ile bağdaşmayan bir tutum içinde kamu işletmelerini satın alırken, Türk-İş ve bağlı sendikalar özelleştirmeye karşı etkili bir politika geliştirmek yerine “kaderine” razı olurken, ağırlıklı olarak özel kesimde örgütlü olan DİSK de ne yazık ki özelleştirmelere karşı etkili sendikal politikalar geliştirememiş, sendikal dayanışmanın gereklerini zaman zaman sembolik olarak yerine getirmekle yetinmiştir. Öyle ki, bir dönem DİSK’in başkanlığını yapmış olan Rıdvan Budak, Türk-İş Başkanı Bayram Meral ile bir televizyon programında yaptığı tartışmada “en büyük sendika biziz diye övünmeyin yarın özelleştirmeler tamamlandığında bizden de küçük olacaksınız, o zaman görüşürüz” deme “zaafiyetini” bile göstermiştir. Sendika yöneticilerinin böyle düşündüğü Türkiye’de özelleştirmelere karşı en etkili mücadeleyi sürdüren kurumun KİGEM olması sendikal politikalar açısından utanç verici bir durum olsa da, sendikalı işçiler ve işçi sınıfı açısından anlaşılabilir durum değildir. Güney Afrika’da özelleştirmeye karşı milyonlarca işçinin genel greve giderek gösterdiği tepki ve mücadele Türkiye’nin de önemli dersler çıkaracak bir tarihsel deneyim olarak işçi sınıfının ve sendikaların karşısında durmaktadır.

 

Özelleştirme: İdeolojik yıkım

 

Ekim Devrimi sonrasında, özellikle Keynezyen iktisat politikalarının izlendiği yıllarda daha çok “ulusal”, “kamu” yatırımlarından söz edilirdi. Stratejik mal ve hizmet üretiminde mutlaka ulusal ve kamu yatırımı olmasına özen gösterilirdi. Tekellerin egemenlik alanını genişletmesine, çok ülkeli şirketlerin (ÇÜŞ) yaygınlaşmasına bağlı olarak önce “ulusal” olan, sonra da “kamu”ya ait olan sorgulanmaya başlandı. Özellikle Keynezyen iktisat politikalarının karşılaşılan sorunu çözmede yetersiz kalması ile birlikte, yirminci yüzyılın son çeyreğinde piyasanın egemenliğini hakim kılmak için kamunun verimsizliği ve etkisizliğinden söz edilmeğe başlandı ki, bu özelleştirmenin önünü açan ilk teorik sorgulamalar ve uygulamaya dönük ilk yaptırımlar olarak kabul edilebilir. İşçi hareketinin güç kaybetmesi, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile birlikte de özelleştirme hız kazandı ve yaygınlaştı.
Özelleştirmelerin piyasaya dönük tek amacı vardır. Mal ve hizmet üretilen sektörde daha fazla kâr elde etmek! Bunun için de sömürü oranını yükseltmek, kar oranlarını artırmak gerekir. Böylesi bir sonuca varmanın en kestirme ve kolay yolu da işçi haklarını kısıtlamak, çalışma koşullarını zorlaştırmak, çalışma ilişkilerini zora ve otoriter bir yönetime dayanarak çözmek, ücretleri düşürmektir. Dün de böyle idi, bugün de böyledir.

Türkiye, yirminci yüzyılın son yirmi yılına bir yol ayrıma gelerek girmişti ve ülkede bir yönetim sorunu vardı. İktidara sağ mı sol mu egemen olacaktı? Darbeciler sağın egemen olmasına karar verdiler. Bu basit bir karar değildi, hayatın her alanında yansımasını bulması gerekiyordu. Özelleştirme uygulamaları da bu politikanın bir sonucudur. İkili işlev görmüştür: Hem psikolojik üstünlük sağlama aracı olarak kullanılmıştır, hem de kamuyu etkisiz kılarak özel kesimi tek seçenek olarak kabul ettirmeyi amaçlamıştır. Kamu kesimindeki tek işletmenin varlığı bile, böylesi yatırımlar olabileceğini düşündüreceğinden tehlikeli olurdu. Bu nedenle KİT’lerde dalgalanan kamu işletmelerinin bayrakları neoliberalizme karşı bir başkaldırı olarak algılandı. Bu bayrakların indirilmesi, neoliberallere moral verecekti, hızla bayrak indirme yarışına soyundular. Kuşkusuz bunun için de en uygun ilk isim T. Özal olacaktı. Şimdi bu mücadele bayrağını R. T. Erdoğan ve taşeronu K. Unakıtan devralmış görünmektedirler.

Özelleştirme basit bir devir teslim işi değildir. Hem üretimde bulunduğu sektör açısından hem de çalışanları ve onların yakınları açısından oldukça önemli etkileri ve sonuçları vardır. Örneğin Et ve Balık Kurumu (EBK) özelleştirilerek sadece devlet et, süt, peynir üretiminden vazgeçirilmedi. Tersine, bundan daha önemli bir iş yapıldı: Tarım politikalarının belirlenmesinde özel sektör, yani sermaye cephesi tek yetkili kılındı. Yani EBK’nın özelleştirilmesi ile tarım politikalarının belirlenmesi özel kesime devredildi. TEKEL de aynı işlevi görmektedir. TEKEL’in özelleştirilmesi ile birlikte artık tütün üretimi politikasını özel kesim belirleyecektir. Sayıları onbinlere varan tütün üreticileri ise özel kesimin insafına terk edilmiş olacaktır. Dışarıya kar transferleri ise başka bir yağma hukukunun konusu olacak kadar ince bir mesele olarak karşımıza çıkacaktır.

Kamu işletmelerinin varlığı, mevcut iktisat politikası ile çelişir. Birer “kötü örnek” olan bu işletmeler, ideolojik üstünlük sağlamak, psikolojik olarak toplumu etkilemek kadar, yarın için potansiyel tehlike oluşturmaması için de mutlaka yok edilmelidir. Özelleştirme de bunun en iyi aracıdır.

Piyasanın egemenliğini ve seçeneksiz üretim faaliyeti olduğunu vaat etmek özelleştirmenin en önemli amaçlarından biridir. İşçilere bunu kabul ettirdikçe ideolojisinin varlık nedenini de oluşturur, işçileri kapitalist sistem ile daha sağlıklı bir şekilde bütünleştirir, başka seçenek olmadığına ikna eder. Geri kalanı hikayedir. Bu hikaye için aşağıdaki ek oldukça anlamlıdır. Zira, sendika neye nasıl ve nereden bakacağını bilmez görünerek, yukarıda açıklanmaya çalışılan bütün gerçekleri adeta gizleyerek, nedenleri, buna yol açan süreci hiç tartışmadan, sadece sonucun önemsiz olan bir kısmını ortaya koyarken, asıl yıkımı gizlemektedir. Panoptik sendikacılığa, özeleştirme sürecinde düşen görev tam da budur.

Özelleştirmelere karşı çıkmak bir yana, bunu yukarıda açıklanan tahribata rağmen savunan işçi, sendika üyesi ve sendika işçi sınıfına, topluma ihanet ediyor demektir. Sözlükler, ihanet edenlerin hain olduğunu belirtmektedir. Şimdi, seçim sonuçlarından cesaret almış daha pervasız bir hükümetin özelleştirme politikaları karşısında bir kez daha kahramanlık ve hainlik arasındaki ince bir çizgideyiz.

(Yazıda www.medikalsozluk.com/sozluk.asp%3Fkeyword%3Dveba+%22ve

ba%22&hl=tr&lr=lang_tr,

 F. Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, (Çeviren: Y. Fincancı), Sol Yayınları, Ankara, 1997, s.130,

K. Marx, Kapital, (Çeviri: A. Bilgi), Birinci Cilt, Sol Yayınları, Ankara, 1986,

www.treasury.gov.tr/mevzuat/KitListe_Aralik2004.xls; www.oib.gov.tr/portfoy/portfoy.htm,

Petrol-İş, 97-99 Yıllığı, İstanbul, 2000,

Y. Akkaya-M. Çetik, Türkiye’de Endüstri İlişkileri, Tarih Vakfı/FEV Yayını, İstanbul, 1999,

Türk-İş, KİT’ler ve Özelleştirme: İddialar ve Gerçekler, Ankara, 1998 kaynaklarından yapılan alıntılar teknik bir sorundan dolayı gösterilememiştir...)