29 Eylül 2006 Sayı: 2006/38 (38)
  Kızıl Bayrak'tan
   İnsanlığın geleceğini
emperyalist barbarlık değil, sosyalizm
temsil etmektedir!
  Ekonomik kriz beklentisi ve kan pazarlığı
  Sendika bürokratları da çelişkilerin üstünü din ile örtmeye çalışıyor
  Devlet kamu emekçileriyle alay ediyor
  Yardım rezaletlerine son! Herkese iş, tüm
çalışanlara iş güvencesi!
Eylem ve etkinliklerden
Eğitimin ve eğitim emekçilerinin durumu
giderek kötüleşiyor!
BJ Tekstil işçileri mücadelelerine devam ediyor!
Eylem ve etkinliklerden
AB'nin yolları taştan, sosyal şart sen
çıkaramadın beni baştan!/ Yüksel Akkaya
"Günümüz üretim ilişkilerinin eleştirel
marksist perspektiften değerlendirilmesi"
sempozyumu
 Metal TİS'lerinde 3. tur görüşmeler tamamlandı.. Kazanmak için “müzakere” değil militan mücadele! / Orta sayfa
  Gençlik emperyalist işgale ve ticari eğitime geçit vermeyecek!
  Geleceğimizi mücadeleyle kazanacağız!
  Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nden mektup
  Devlet terörü ülke çapında sürüyor!.
Saldırılara karşı birleşik direniş ve devrimci dayanışma!
  Beyrut mitingi: Emperyalizme, siyonizme
ve işbirlikçilerine meydan okundu
  İsviçre'de ırkçılık yasallaştı!
  Taylandída generaller 20. kez darbeyle
yönetime el koydu
  “Koordinatörlük” ve boş hayaller
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

İşbirlikçilerin yuları Amerikan emperyalizminin elinde...

Ekonomik kriz beklentisi ve kan pazarlığı

Türkiye ekonomisi Mayıs ve Haziran aylarında önemli bir çalkantı yaşamıştı. Faturası emekçilere kesilen bu çalkalanma, Türkiye ekonomisinin son derece hassas dengeler üzerinde durduğunu, dolayısıyla bu dengeleri uzun süre korumanın imkansız olduğunu, uzak olmayan bir gelecekte yeni krizlerin yaşanacağını açık bir biçimde göstermişti.

Bu yeni kriz beklentisi bundan birkaç hafta önce daha bir somutluk kazandı. İMF'nin geçtiğimiz günlerde yayınladığı bir raporda ise muhtemelen Ekim ayında dünya piyasalarında benzer bir hareketlenmenin olacağı yönünde uyarılar yapılıyordu. Ancak siyasal planda yaşanan istikrarsızlık, Macaristan, Tayland, Brezilya ve Polonya gibi ülkelerde yaşanan siyasal gelişmeler bir dizi ülkenin ekonomisini İMF'nin öngördüğünden daha erken bir vakitte salladı.

Ekonomik göstergeleri en fazla dalgalanan ülkelerden biri de Türkiye'ydi. Başbakanın halka yalan söylediğinin ortaya çıkması üzerine gösterilerle çalkalanan Macaristan'da borsa yüzde 7 değer kaybetti. Macaristan'ı yüzde 4.9'luk düşüşle Türkiye'deki İMKB izledi. Türkiye'de borsa endeksinin değer yitirmesine paralel olarak döviz fiyatları da bir miktar yükseldi.

Hükümetin bir askeri darbe sonucu devrildiği Tayland'da borsanın değer kaybı yüzde 3.4'te kalırken, siyasal belirsizliğin arttığı ülkelerden biri olan Brezilya'da borsa yüzde 4.6 oranında geriledi. Rakamlardan da görüleceği üzere sözkonusu dalgalanma Macaristan'dan sonra en fazla Türkiye'de etkili oldu.

Kısa süreli ve şiddeti düşük olduğu için bu dalgalanmanın Türkiye ekonomisi için fazla bir önem taşımadığı söylenebilir. Oysa bir şeyi gözden kaçırmamak gerekmektedir. Bu kısa süreli dalgalanma Türkiye ekonomisinin diğer benzer ülkelerin ekonomilerine oranla çok daha hassas dengeler üzerinde durduğunu, krizler karşısında çok daha dayanıksız olduğunu bir kere daha ispatlamıştır. Dolayısıyla dalgalanmanın etkilerinden bugünkü etkilerinden çok ileriye dönük bu sonucu önem taşımaktadır.

Bunun temel nedeni uygulanan İMF patentli ekonomi politikalarıdır. Bu yaşanan dalgalanmanın da ispatladığı gibi “sıcak para” girişine ve ucuz/yoğun emek gücü sömürüsüne dayalı politikalarla zorbela dengede duran Türkiye ekonomisi, giderek artan cari açık ve borç yükü nedeniyle önümüzdeki aylarda kapıyı çalması muhtemel bir çalkalanmayı göğüsleme gücünden uzaktır. Şu ya da bu nedenle ülkeden yüklüce miktarda bir “sıcak para” çıkışı dahi ekonominin tüm dengelerini alt üst etmeye yetecektir. Üstelik “yapısal reform” ya da “AB'ye uyum” gibi ambalajlarla sunularak uygulanan İMF patentli politikalar yüzünden ekonominin krizlere karşı dayanıklılığı her geçen gün daha da zayıflamaktadır. Emperyalizme bağımlılık derinleştikçe, ekonomi de krizlere daha açık hale gelmektedir. Türkiye burjuvazinin er ya da geç kapıyı çalacak bu kriz karşısında İMF'nin kapısını çalmaktan, bir kez daha emperyalistlerden medet ummaktan başka bir çaresi de yoktur.

Muhtemel bir kriz anında Türkiye'nin İMF ve Dünya Bankası gibi kurumların kapısını çalmak durumunda kalacağı kesindir. Ancak böyle bir durumda İMF ya da DB'nın Türkiye'ye karşı nasıl bir politika izleyecekleri henüz netleşmemiştir. Bu konuda bir netleşmeyi sağlayacak olan ise elbette ki başta ABD olmak üzere emperyalistler ile Türkiye arasındaki siyasal ilişkilerin gidişatıdır. Lübnan'a asker gönderme kararı Türkiye'deki sermaye iktidarının emperyalist savaş çetelerine uşaklık konusundaki niyetini gösteren bir adım olmakla birlikte, ABD için bu kadarı hayli yetersizdir. Zira ABD, Türkiye'nin Ortadoğu'da sadece jandarmalık yapmasını artık yeterli bulmamakta ve doğrudan doğruya tetikçilik görevini üzerine almasını beklemektedir. Ekonomik alandaki ilişkiler ve yardımlar da bu konuda atılacak adımlara bağlı olacaktır.

Dolayısıyla Tayyip Erdoğan'ın önümüzdeki günlerde ABD'ye gerçekleştireceği ziyaretin sonuçları başka konular yanında ekonomi alanında da bazı netleşmelerin yaşanmasını sağlayacaktır. Deyim yerindeyse Tayyip Erdoğan Washington'da bir uşaklık sınavından geçecektir.

Bu uşaklık sınavında Tayyip Erdoğan'ın sınıfı geçmek için elinden geleni yapacağı kesindir. Tayyip Erdoğan'ın AKP hükümeti adına bu sınavdan başarıyla çıkması ve “delikten aşağı süpürülmekten” kurtulması ihtimallerden birisidir. Böyle bir sonuç muhtemel bir krizde İMF'nin tıpkı bundan öncekiler gibi Türkiye'ye kredi musluklarını açması demektir. Tersi bir durumda ise ABD yönetimi hem Tayyip Erdoğan'ı “delikten süpürmek”, hem de Türkiye'de kendi politikalarına daha ilerden uyum sağlayacak bir yeni siyasal yapılanmayı oluşturmak için ekonomi sopasını kullanmaktan geri durmayacaktır.

Emperyalist patentli olduğu ölçüde bütün bu sözü edilen ekonomi politikalarının işçi ve emekçiler için özünde birbirinden farkı yoktur. Her halükarda faturayı onların ödemesi istenecektir. Pazarlıklar onların sefaleti, kanı ve canı üzerinden yapılacaktır. Türkiye'nin doğrudan doğruya ABD'nin Ortadoğu'daki tetikçiliğine soyunacak olması hem savaş bataklığına itilmelerine, hem de yeni İMF yıkım programlarıyla yüz yüze kalmalarına neden olacaktır.

Bu nedenle de işçi ve emekçilerin ekonomik alanda yaşanacak krizler karşısında takınacakları tutum, “Faturayı kapitalistler ödesin!” şiarıyla mücadeleyi yükseltmek, emperyalizmin sömürü ve savaş planlarına cepheden karşı durmaktır.

-------------------------------------------------------------------------------------

Hain sendika bürokratları ve papa karşıtlığı!

Türk-İş ağaları birkaç sene öncesine kadar, sermayeye uşaklıklarını icra ederken, en azından mücadele edermiş gibi görünürlerdi. Bunu büyük bir ustalıkla yapar, bir yandan sermayenin sınıfa yönelik saldırılarına karşı esip gürler, hatta eylem alanlarına çıkarlar, diğer yandan yağdan kıl çekercesine satış ve ihanete imza atarlardı. Çünkü, sınıfın o anki örgütlülük ve bilinç düzeyi ne olursa olsun yakın zamanın mücadeleci işçi kuşağının yaptıklarının anısı hala da belleklerinde tazeliğini koruyordu.

Fakat, uzun süredir bu ağa takımı bu tür manevralara ihtiyaç duymuyor. İhanet ve satışlar birbirini izlerken, durumu başka türlü göstermek ve en azından “biz elimizden geleni yaptık ama engelleyemedik” deme ihtiyacı dahi duymuyorlar. Öyle ki, bu hain takımını bugünlerde ancak, burjuvalarla yarışırcasına sürdürdükleri hayatla ya da burjuva siyasetinin ihtiyaçları gerektirdiği takdirde sahnede görmek mümkün oluyor. Geçtiğimiz hafta bu hainlerden biri, Miami'de ev alan birkaç “Türk”ten biri olacak denli büyük bir zenginliğin sahibi olduğu için gündeme gelmişti. Bu hafta ise bir başkası düzen siyasetinin emrinde ateşli bir konuşma yaparken görüldü.

Sahnedeki isim Türk-İş Genel Mali Sekreteri ve Demiryol-İş Sendikası Başkanı Ergün Atalay'dı. Türk-İş'in ihanet çetesinin kıdemli üyelerinden bu zat, Papa'nın İslam dini ve Peygamberi hakkındaki söylediklerine karşı esip gürlüyor ve İslam aleminden özür dilemeye çağırıyordu. Aksi takdirde ise “çalışan ve üreten kesimi temsil eden işçiler olarak” Papa'nın Türkiye'ye gelmesini istemediklerini beyan ediyordu.

Kendisini “çalışan ve üreten kesimi temsil eden işçi” olarak tanıtan bu sendika ağasının bu iddiasına ancak gülünür. Burjuvazinin çöplüğünden beslenen ve onların dünyasına ait olan bu uşak, sırça köşkünden kalkmış sözde “çalışan ve üreten kesimin” temsilcisi olma sıfatıyla esip gürlüyor. Kime karşı? Papaya? Neden? İslama ve peygamberine hakaret ettiği için! Ama “çalışan ve üreten kesim” kan ağlayıp, emperyalistler ve tekelci burjuvazi tarafından elbirliği ile inim inim inletilirken suç ortaklığı yapan ve bunun karşılığında göbek çatlatan da yine kendileridir.

Elbette Papa hakkında atıp tutmanın ve onu “derhal özür dilemeye” çağırmanın bir zorluğu yoktur. Kazandıracakları ise ortadadır; böylelce düzen cephesinden yaratılan Papa karşıtı reaksiyona bir katkı, ama bundan öte din istismarıyla tabanda prim yapma şansı. İşte hiçbir bedeli olmadan sağlanacak bu yararın büyüklüğü bu uşak takımını gömüldükleri koltuklarından şöyle bir doğrulma gücü vermekte ve sahneye çıkıp esip gürlemektedirler.

İşçi sınıfı kendisine yönelik saldırılara karşı kılını kıpırdatmayan, sermayeye hizmette sınır tanımayan bu uşak takımının ikiyüzlü ve şarlatan tavırlarına prim vermemelidir. Dahası, artık bu hainlere daha fazla tahammül göstermeyip sırça köşklerinin kapısına dayanmalıdır.