28 Temmuz 2006 Sayı: 2006/29 (29)
  Kızıl Bayrak'tan
   Saldırıları devrimci sınıf cephesini örerek, halkların devrimci dayanışmasını yükselterek karşılayalım!
  "Yeni Ortadoğu" halkların anti-emperyalist anti-siyonist direnişiyle yaratılacaktır!
  Türk ordusu emperyalist ordulara piyonluğa hazırlanıyor
  Düzen kalemleri emperyalist savaşın gönüllü neferliğine soyunuyor
  Direnen Ortadoğu halklarıyla dayanışma eylemlerinden...
Çelebiler'in siyaseti ve sendikacılığı üzerine
Eylem ve etkinliklerden
Kapitalist hayata karşı koyuştan teslimiyete, teslimiyetten nereye? - V / Yüksel Akkaya
  Dünün devrimcileri ile dünün reformistlerinin bugün aynı safta buluşması / Orta sayfa
  Pamukova hızlı tren katliamının 2. yıldönümü
  Gizli anayasa ve devletin gizli "hukuk"u
  Emperyalistlerden medet umanların hüsranı
  Hahamlar ve hocalar aynı safta; Din adamları siyonist barbarlığa destek veriyor
  Emperyalist-siyonist barbarlık dünyanın dört bir yanında lanetleniyor
  Hatırlanan tek şey kızıl olacak!
  Burjuvazinin ÖSS sıfırları
  Bir metal işçisi ile İstanbul İşçi Kurultayı üzerine röportaj
  OSİM-DER'in kreş kampanyası sona erdi
  Direnişteki Akmercan işçisi ile röportaj
  Yılmaz Erdoğan'a açık mektup; "Genç ölümlerden" sen de sorumlusun!
  Hürriyet "Aile içi şiddeti" önleyecekmiş!
  İsrail'in gerçek amacı / Uri Avnery
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

ABD planlıyor, İsrail uyguluyor!

Saldırıları devrimci sınıf cephesi örerek, halkların devrimci dayanışmasını yükselterek karşılayalım!

Lübnan'da umduğundan daha güçlü bir direnişle karşılaşan katil İsrail ordusu, savaşta kural tanımıyor. Katliamcı İsrail ordusu, uluslararası sözleşmelere göre yasaklanan misket ve fosfor bombalarını kullanmaktan bile çekinmiyor. İkinci haftasını geride bırakan İsrail'in Lübnan saldırılarında bilanço giderek ağırlaşıyor.

Şimdiye kadar ölü sayısı ezici bir çoğunluğu sivil olmak üzere 500'e dayanırken, binlerce yaralı bombalanan hastanelerde yaşam mücadelesi veriyor. Aralıksız olarak bombalanan Beyrut'un altyapısı, elektrik ve su şebekeleri çökmüş durumda. 30 bin kişi bir başka ülkeye göç etmiş, 750 bin kişi ise Beyrut'u terketmek üzere yollara düşmüş bulunuyor. İsrail, kendi topraklarına düşen her Hizbullah roketine Lübnan'da 10 çok katlı binanın yerle bir edilmesiyle karşılık veriyor, Beyrut'tan çıkmaya çalışan onlarca aracı bombalıyor, hastaneleri, okulları yerle bir ediyor.

Kısacası, attığı bombalara kadar ABD'nin her türlü desteğini arkasına alan İsrail, Lübnan ve Filistin'de kan gölü yaratmak için elinden geleni ardına koymuyor. Vahşet ve katliam ne kadar büyük olursa, vermeye çalıştıkları mesajın da o ölçüde etkili olacağını düşüyor kan içiciler.

Karadan, denizden ve havadan sürdürülen saldırıların hedefinin ne kaçırılan iki İsrail askerini kurtarmak ne de Hizbullah'ın gücünü kırmakla sınırlı olmadığı artık yeterince biliniyor. Bunlar İsrail'in kapsamlı saldırılarının yolunu düzlemek için kullandığı birer mazeretten ibaret. Bugünkü saldırıların bir yıl öncesinden planlandığı ve başta ABD olmak üzere batılı emperyalistlerin bu plandan haberdar olduğu, basına sızan yeni bilgiler arasında. Gelişmeleri değerlendiren bir takım akademisyen ve yazarlar, bugünkü saldırıların İsrail'in 2000 yılında Lübnan'dan çekilmesinin hemen ardından gündeme getirildiğini, 2004 yılında projelendirildiğini ve geçen yıldan itibaren İsrail'in şimdiye kadar benzeri görülmemiş bir hazırlık yaptığını söylüyorlar. Bunlar da gösteriyor ki, tarihi bile tesadüfi olmayan İsrail'in son saldırıları, ABD'nin bölgede yürüttüğü kapsamlı savaşın yakıcı birer halkasıdır. Nitekim senaryolarının arkasındaki güçlerin şu küstahça sözleri de bunu ayrıca doğruluyor:

“İsrail ordusu Tanrı'nın işini görüyor.” (Larry Kudlow, ABD'li neo-con)

“İsrail, medenileşmiş dünyanın yapması gereken işi yapıyor.” (David Horowitz, ABD'li neo-con)

“Bu sadece İsrail'le ilgili değil. Dünyamızın neresi olacağı, kaderi ve güvenliğiyle ilgili. İsrail ön cephede. İran'ın bu küçük dallarını budayacağız.” (İsrail'in ABD Büyükelçisi Daniel Ayalon)

Herşey ABD'nin “yeni Ortadoğu” hedefi için!

Bu canice saldırıları sözde durdurmak, barış ve uzlaşma için aracı olmak amacıyla Ortadoğu'yu ziyaret eden Rice, “yeni bir Ortadoğu'nun zamanı geldi” açıklamasıyla, ABD tarafından planlanan, İsrail tarafından uygulanan kanlı saldırıların asıl hedefini bütün açıklığıyla ortaya koydu. Bununla kalmayıp tehditler savurarak katliamcı İsrail'in sırtını sıvazladı, Lübnan ve Filistin'e yeni dayatmalarda bulundu. İsrail'in bu saldırılarının işgal ve kapsamlı bir savaş amaçlı olduğunu “sınırdaki durum 12 Temmuz öncesine dönemez” sözleriyle ortaya koymaktan kaçınmadı.

Rice'ın öne sürdüğü dayatmalar (esir alınan iki İsrail askerinin koşulsuz olarak serbest bırakılması, Hizbullah'ın sınırdan 20 km içeriye çekilmesi ve silahsızlandırılması, uluslararası bir gücün Lübnan'da sınıra konuşlandırılması) İsrail'in giriştiği bu saldırıların meşrulaştırılması ve daha da ilerletilmesi planın güncel adımlarıdır. Her adım, İran'ın ve Suriye'nin Ortadoğu'daki dallarını budamaya, savaş ve işgal projesinin önündeki engelleri temizlemeye dönüktür. Ancak bunun hiç de öyle kolay olmayacağı şimdiden görülmektedir.

“Yeni Ortadoğu” planı için yeni piyonlar, yeni kılıf arayışları ve yeni bataklıklar...

Hizbullah'ı tüm bu saldırıların nedeni olarak göstererek onu Lübnan'da yalıtmak, böylesi operasyonlarla askeri gücünü kırmak konusunda “gerçekçi olmak” gerektiğini, amaçlarının “Hizbullah'ı yok etmek değil, saldırılarını sınırlamak” olduğunu söyleyen İsrail İç Güvenlik Bakanı Avi Dichter, bu düşüncesinde hiç de yalnız değil. Bir taraftan Hizbullah'ın gösterdiği direniş ve İsrail'e verdirdiği azımsanmayacak askeri kayıplar, diğer taraftan yavaş yavaş da olsa İsrail de aralarında olmak üzere pek çok ülkede yeniden başlayan işgal ve savaş karşıtı tepkiler ve kitle gösterileri, “İsrail'in hedeflerini gözden geçirmesi”ni zorlamaktadır. Ortada bir de bir önceki Lübnan işgalinin acı deneyimi var elbette... Tüm bunlar, barbarca saldırıları olabildiği kadar tırmandırarak bölge halkına gözdağı vermeyi, bu yolla dize getirmeyi değişmez bir politika olarak uygulayan fakat istediği sonuçları tam olarak elde edemeyen ABD-İsrail ikilisini, başka arayışlara ve çözüm yollarını da devreye sokmaya yöneltmektedir. Oysa, bir kez daha altını çizelim ki, emperyalist haydutların yüz yıldır kan kusturduğu bölgede ister savaş ve saldırganlık isterse barış adı altında gündeme soktuğu her arayış, her yol bataklığa çıkmaktadır-çıkmaya mahkumdur. Uygulanıp uygulanmayacağı henüz kesinlik kazanmayan bu sonuncusunun akıbeti de farklı olmayacaktır.

BM şemsiyesi altında bölgeye diğer emperyalist güçlerin ve yeni piyonların dahil edilmesi de bu olası çözüm senaryolarından birisidir. BM'nin, başta ABD olmak üzere, emperyalistlerin her dediğini yapması tartışma götürmez bir gerçektir. BM, emperyalistlerin işgal ve saldırılarını stabilize etme aracıdır. Geçmişteki örnekleri bir yana bunu Yugoslavya'da gördük, Afganistan'da görmekteyiz. 26 Temmuz'da Roma'da yapılan toplantıda, Lübnan'a BM şemsiyesi altında uluslararası bir askeri gücün konuşlandırılması yönünde karar alınmış bulunuyor. İlginç olan, bu toplantıda İsrail'in kınanması bir yana, saldırılarını durdurması yönünde hiçbir çağrıda bulunulmamış, taraflara ateşkes çağrısı yapılmış olmasıdır. Bu da Roma toplantısının ve bu toplantıda alınan “BM gözetiminde hareket edecek bir gücün Lübnan'a gönderilmesi” kararının, İsrail'in bölgedeki işgal ve saldırılarında sonuca ulaşması için bir takviye ve destek sunmak anlamına geldiğini bütün açıklığıyla gözler önüne sermektedir. Böylece, kimlerden oluşacağı henüz belli olmayan BM gücü bölgeye gidinceye kadar İsrail saldırılarına belki aylarca devam edecek, gerekirse taş üstünde taş bırakmayacak, işgal edebildiği kadar toprağı işgal edecek sonra, BM “barış gücü” devreye girecek ve bu mevcut durumu kalıcılaştırmak üzere rolünü oynayacaktır. Bunu da utanmadan barış ve istikrar sağlama kisvesi altında yapacaktır.

Roma toplantısından çıkan ve bölge halkına “mutlu son” olarak yutturulmaya çalışılan karar ve eğilim tastamam budur. Yıkım, katliam, vahşet ne kadar yaygın ve derin olursa, BM'nin getireceği “mutlu son” da o kadar etkili ve anlamlı olacaktır! İşte, Lübnan'ı ve tüm Ortadoğu'yu bekleyen, yıllardır tezgahlanan senaryoların tıpatıp aynısıdır! İsrail'i bu kadar pervasız yapan da, bu kirli hesaplarda kendisine biçilen rolü, yani ne yaptığını iyi biliyor olmasının yanısıra, arkasına aldığı emperyalist destektir.

Evet, BM “barış gücü”, Lübnan halkını İsrail saldırılarından korumak için değil, İsrail'e karşı Hizbullah'ın ve Lübnanlı güçlerin gösterdiği direnişi kırmak; İran ve Suriye'nin bölgedeki etkisini daraltmak için bölgeye gönderiliyor. Bu da demektir ki, Lübnan'a asker gönderecek her ülke, gönderilen her asker doğrudan İsrail'in jandarmalığı rolünü üstlenecek ve bölge halkları tarafından da böyle bir muamele görecektir. Tam da bu nedenle, BM “barış gücü” şemsiyesi altında bölge halkına doğrultulacak namlular geri tepmeye mahkumdur. Bölge halkları, bu konuda hiçbir demagojiyle, yalanla karartılamayacak bir açık bilince ve acı deneyimlere sahiptirler.

Sermaye iktidarı Kürt sorunundaki karın ağrısına çözüm bulmak için, Lübnan'daki bataklığa gömülmeye razı!

Roma toplantısında ortaya çıkan eğilimin ne zaman ve nasıl hayata geçirileceği henüz belli değil. ABD dayatması olduğu açık olan ve diğer emperyalistlerin destek verdiği bu senaryonun önünde yine de ciddi engeller ve sorunlar var. Kimin ne kadar asker göndereceği bile ciddi bir sorun. ABD'nin biraz da gönlünü almak için işaret ettiği Almanya topu Fransa'ya, Fransa ise Mısır'a atmış bulunuyor. Toplantıya ev sahipliği yapan İtalya açık bir tutum almaktan geri duruyor. Bu üç emperyalist ülkenin tutumlarının gerisinde öncelikle ABD adına böyle bir projede piyon olarak rol alma görüntüsünün yol açacağı sıkıntılar var. Dahası kendilerini orada bekleyen akıbet hiç de üstünden atlanır gibi değil. Ama elbette, gönüllü piyonlar da yok değil. Mısır, Arabistan, Ürdün gibi neredeyse her konuda açıktan emperyalistlerden yana tutum alan ülkeleri şimdilik bir yana bırakalım ve Kürt sorunundaki karın ağrılarını dindirmek için bu bataklığı bir fırsat gibi gören Türkiye'ye bakalım.

Uşaklıkta hem deneyimli, hem istekli, hem de güçlü mazeretleri var!

Roma toplantısına gitmeden önce yaptığı bir açıklamada, Türkiye'nin Afganistan, Kosova, Bosna ve Somali'de barış güçlerine aktif katıldığını söyleyen Gül, “Deneyimimiz var, Türkiye'den katılım istenirse ‘Hayır' diyemeyiz tabii ki diyerek” Türkiye'nin bu iş için bulunmaz bir piyon olduğunu ortaya koydu. Nitekim, Roma toplantısında Lübnan'a konuşlandırılacak sözde barış gücünün komutasının kime verileceği sorusu gündeme geldiğinde, ilk işaret edilen ülkelerin başında Türkiye geliyordu. Değil mi ki, yüzyıllarca bölgeye hükmetmiş olmanın deneyimini ve müslüman bir devlet olmanın getireceği avantajları taşımanın yanısıra “stratejik ortaklık”, “ortak vizyon” vb. adlar altında ABD'ye 60 küsur yıldır hizmet ediyor, o zaman ondan daha iyi bir piyon olamaz! Ama tabii ki onun da kendine göre şartları olacaktır. Nitekim o da kuruluşunda bu yana, Kürt sorunu gibi çözmeye muktedir olamadığı, kökleri derinlerde yatan sorunlarla boğuşmaktadır. Bunu en başta da ABD ve diğer emperyalist devletler biliyor, ama şu ya da bu nedenle bir türlü takdir etmiyor, Türkiye'nin işini kolaylaştırmadıkları gibi, engel çıkarıyorlardı. Sermaye sınıfının temsilcilerine göre, işte şimdi onların bu tutumlarını değiştirmek ve desteğini almak için bir fırsat doğmuştur! Hatta fırsattan öte, bu yönde somut değişimler-gelişmeler söz konusudur! Değil mi ki, ABD Başkanı Bush da Teksas'taki çiftliğinden Erdoğan'ı arayıp “gereken yapılacaktır” mesajını veriyor; ABD Dışişleri Bakanı Rice Gül'e, “İşin vahametini kavradık” diyerek PKK konusunda vaadlerde bulunuyor; birkaç gün önce Türkiye'yi ziyaret eden ABD Genelkurmay başkanı Türkiye'nin kararlılığını taktir ediyor, ağzını açan ABD yetkilisi destek olacaklarını söylüyor; işte şimdi Kürt sorununda ABD'nin desteğini almak, Irak yönetimi ve ABD ile beraber Kuzey Irak'ta bir ortak operasyon düzenlemek için Lübnan fırsatını en iyi biçimde değerlendirmek, BM şemsiyesi altında oraya asker göndermek gerekiyor! Sermaye iktidarının Kürt sorununu istediği tarzda çözmek üzere ihtiyaç duyduğu desteği ABD'den almak için bulduğu çözüm budur: İkinci bir tezkere kazasına mahal vermeden koşa koşa Lübnan bataklığında nöbete dikilmek!

Şimdi medyadaki uşaklar korosu hep bir ağızdan bu şarkıyı söylüyor. Daha da ileri gidenler ise, “emperyal düşünmek” adı altında, ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda saldırganlıkta hiçbir sınır tanımamak gerektiğini ileri sürecek kadar kudurganlaşabiliyor. * Bazıları ise, geçmişte yaşanan tehlikeleri bir daha yaşamamak için, ABD-İsrail savaş arabasına binmekten başka bir yol olmadığını ileri sürüyor. **

Kısacası, bir bütün olarak sermaye cephesi, Kürt sorunundaki açmazlarından kurtulmak için hızla daha büyük bir açmaza, ABD'nin savaş bataklığına doğru rotasını kırmış bulunuyor. En azında görünürdeki durum, mevcut eğilim bu yöndedir.

Kürt sorununda yaşadığı aczi de bahane ederek ABD emperyalizminin başını çektiği savaş ve saldırganlığa doğrudan ve ikirciksiz olarak ortak olma yoluyla aşma hesapları, onun tüm bölge halklarıyla karşı karşıya gelmesi, daha büyük bir bataklığa gömülmesi demektir. Bu yalnızca Kürt halkına ve yalnızca bölgenin ezilen halklarına değil, içerde tüm işçi ve emekçilere karşı da bir savaş ilanı demektir.

***

Saplandığı bataklıktan kendi gücüyle çıkamayacağını iyice anlayan ABD emperyalizmi, bir taraftan azılı ve sadık uşaklarını ve piyonlarını devreye sokarken, öte taraftan diğer haydutların iştahını kabartmak için Ortadoğu pastasını paylaşma sinyalleri vermektedir. Bir taraftan iplerini çözdüğü İsrail aracılığıyla yürüttüğü katliamlara yeni boyutlar kazandırırken, diğer taraftan BM “barış gücü” adı altında bölgeye yerleşmenin hesaplarını yapmaktadır. Bölgenin ezilen, toprakları işgal ve saldırılara hedef olan emekçi halkları, bu senaryoların yabancısı değildir. Daha şimdiden bu hesaplar halk direnişleriyle karşılaşmaktadır.

Oysa yıllardır koyu bir şovenizmle zehirlenmiş, bilinçleri dumura uğratılmış Türkiye işçi ve emekçilerinin ezici bir çoğunluğu için aynı şeyi söylemek o kadar kolay değil. İsrail karşıtlığının islami bir parantez içine sıkıştırılmasının yarattığı çarpıklık ya da bilinçli bir azınlık dışında ABD karşıtlığını Kürt sorunu üzerinden biçimlendiren ezici çoğunluğun gösterdiği “hassasiyet”, hızla ulusal çıkarlar adı altında halklara düşmanlığa dönüştürülme zaafiyetini bağrında taşımaktadır. Elbette, sonuç itibarıyla kirli bir savaşı ve emperyalizme uşaklığı bu zaafiyet ve zeminde uzun bir süre sürdürebilmek mümkün değildir. Savaşın acı ve gerçek yüzü, en yaygın ve en etkili bir propagandadan daha etkili bir biçimde ve hızda kitleleri uyandıracak, birleştirecek bir dinamik olarak işleyecektir.

Ama bütün mesele, iş buraya varmadan, emekçi yığınları gitgide vahşi boyutlar alarak tırmanan emperyalist savaş ve saldırganlığa karşı ayağa dikebilmek, tüm saldırıları bağımsız ve devrimci bir sınıf cephesi örerek karşılamaktır. Bu ihtiyaç her geçen gün daha da yakıcı biçimde önümüzde durmaktadır. Ve Türkiye, böyle bir cephenin örülmesi için nesnel planda olanakların en fazla olduğu bölge ülkelerinin en ön sırasında yer almaktadır. Güncel planda ne yapmalıyız, nasıl yapmalıyız sorularına, bu bilinçle yanıtlar bulma ve harekete geçme zamanıdır.

 

* “ABD, birkaç PKK'lı teröristi teslim ederek veya peşmergelerden temizlenmiş bir kampı bombalayarak Türkiye'nin gözünü boyamaya çalışabilir. Bu suretle Türkiye'yi ‘sınır ötesi operasyon'dan uzaklaştırıp İsrail-Lübnan-Filistin üçgenine taşımak istiyor olabilir. Böylece, Lübnan'da ‘Barış Gücü'nün başındaki Türkiye'nin, sınır ötesi operasyon ölçeğinde de olsa, Kuzey Irak'a herhangi bir silahlı müdahalesi önlenmiş olacaktır.

Bu değerlendirmede önemli olan Türkiye'nin menfaatleridir.

1 Mart Tezkeresi'nde kaçırılan fırsatların bir kısmını bu vesileyle tekrar yakalayabiliriz.

Türkiye'nin Ortadoğu politikasındaki yeni rolünü tesbit ederken önce şu konuda karar vermek zorundayız: Türkiye, yanlış yorumlanan ‘Misâk-ı Millî' teranesiyle hiçbir ihtilafa bulaşmadan, hiçbir risk almadan eskiden olduğu gibi kendisini sınırları içine hapsederek asırlık pasif dış politikasına devam mı edecektir; yoksa tarihi sorumluluğunu ve emperyal verasetini idrak edip bölgedeki yegane ‘Merkez Ülke' olduğunun şuuruyla riskleri göğüsleyerek ve silahlı kuvvetlerini dış politikasının arkasına koyarak ‘tanzim edici güç' olmaya mı talip olacaktır?

Bizce, hiç tereddüt etmeden cesaretle bölgedeki otorite boşluğunu doldurmalı ve bu konuda yeni rolümüzü üstlenmeliyiz.

Son gelişmeler çerçevesinde, ABD ile müşterek yürütülecek bir PKK operasyonu, Türkiye'nin bölgedeki yeni rolünü engellemez, bilâkis güçlendirir. Kısaca, hem güvenliğimizi sağlamalı, hem de Ortadoğu'da tanzim edici güç hâline gelmeliyiz.” (Hasan Celal Güzel, 25 Temmuz ‘06, Radikal)

 

** “Çok tehlikeli bir dönemden geçiyoruz. Olaylar, Türk toplumunu hızlı şekilde ABD ve İsrail aleyhtarı bir yöne doğru itiyor.

ABD'nin, PKK konusundaki tutumu giderek tepki yaratıyor. Kamuoyu, Washington'un yaklaşımını anlayamıyor. Özellikle, İsrail'in Lübnan'ı yerle bir etmesi ve Gazze'de Hamas'a karşı yürüttüğü saldırıya ABD'nin verdiği dolaylı destek, İsrail politikalarını olumlu karşılayan sözlerine karşılık, Türkiye'nin olası bir Kuzey Irak operasyonuna karşı çıkması, Türk kamuoyundaki tepkileri daha da derinleştiriyor.

Dışişleri Bakanı Gül, geçen hafta bu konuya dikkat çekti. Gerçektende, ülkenin en liberal, ABD ve İsrail ile ilişkilere önem veren kesimlerin kullandıkları söyleme dikkat ederseniz, tehlikenin büyüklüğünü çok daha iyi anlarsınız.

Bu tempoda devam edilirse, bir süre sonra hükümet ne yaparsa yapsın, kamuoyu tepkisi karşısında ABD ve İsrail ile ilişkileri rayına oturtamayacaktır. 1970'lerdeki gibi, 6'ıncı Filo'dan çıkan askerlerin denize atıldığı, Amerikan Büyükelçilerinin arabalarının yakıldığı, İsrail'e karşı büyük gösteri ve eylemlerin yapıldığı dönemlere geri dönebiliriz.” (Mehmet Ali Birand, 25 Temmuz ‘06, Hürriyet)

 

*** En önce, Lübnan'a asker göndermek için irademiz var mıdır ve olacak mıdır?

Bunun hem bölge barışına, hem de ülkemizin etkinliğine hizmet edeceği kesindir.

Somali'den Bosna'ya ve Afganistan'dan Kongo'ya, yedi Kıta'da bayrak gösteren bir TSK, küresel Türkiye'yi temsil eder ve ediyor ki, zaten ‘emperyal açı' da işte biraz budur.

Ancak, geçmiş tecrübeler ve Lübnan kaypaklığı hesaba katılırsa, ihtiyat da elzemdir. Söz konusu ‘ihtiyat' kapsamına ise, başta ‘BM şapkası mı, NATO şapkası mı' denklemi olmak üzere, İran ve Suriye dahil tarafların tutumu; ABD'nin ‘mükafat' jesti; askerlerin kalış süresi gibi bir dizi faktör girmektedir ki, yanıtlarını bugün henüz bilmiyoruz.

Muhtemelen, yarın sabahtan itibaren biraz daha fazlasını bileceğiz ve ‘ordu Lübnan'a mı' sorusunu yeni cevaplar çerçevesinde tartışacağız. (Hadi Uluengin, 26 Temmuz ‘06, Hürriyet)