18 Şubat 2006 Sayı: 2006/06 (06)
  Kızıl Bayrak'tan
   Bahar döneminin yakıcı gündemleri ve
sınıf mücadelesinin öncelikli görevleri
  Emekçi halklara “medeniyetler
çatışması” tuzağı
  Kulp’ta bulunan toplu mezardaki kemiklerin köylülere ait olduğu
kanıtlandı
  TEKEL’de direniş sermayeye geri adım
attırdı
Kapatma kararına karşı direnişte olan TEKEL işçilerinin eylemi sona erdi
  BDSP’nin TEKEL direnişine destek
çalışmaları
Tersane İşçileri Kurultayı yapıldı
Tersane İşçileri Kurultayı’ndan
gözlemler
  Tersane İşçileri Kurultayı Sonuç
Bildirgesi
  Danıştay Telekom yağmasına onay verdi
“Bölgesel Kalkınma” kimin için?
Sağlıklı bir yaşam için kapitalizme ölüm!
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü
ve KESK’in tutumu
  Günümüzün burjuva toplumunda genel
boyutlarıyla kadın sorunu
(Orta sayfa)
  Filistin halkı teslimiyetçi çizginin
sonuçlarına mahkum değildir
   ABD Kongresi 2007 askeri bütçesini
onayladı
   İşgalciler Irak'ta yeni kukla hükümet kurma
hazırlığında
   Avrupalı kapitalistlerin blok saldırısına karşı kitlesel protestolar
  Strasbourg’ta coşkulu, öfkeli ve kitlesel protesto
  Fransa’da yüzbinlerce işçi, emekçi ve
genç alanlara çıktı
  İsviçre’de Swisse Metal grevi ve kitlesel dayanışma eylemleri
  15 Şubat ve çöküş
  Direnişteki BPO işçileriyle konuştuk
  Kapitalizm sevgiyi de metalaştırıyor
  Basından
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Yerli malı Rambo Polat Alemdar ve Süleymaniye sendromu!

Holywood'da savaş filmlerine senaryo yazabilmek için çok iyi bir senarist olmak gerekli değildir. Ancak ABD'nin dış politikasını, açmazlarını, güncel gelişmelerini çok iyi takip etmek gerekir. Gerisi oldukça kolaydır. Filmde abartılı bir kas yapısına sahip, iyi besili, soğukkanlı ama bir o kadar da duygusal bir kahraman yaratılır. Sonra bu kahraman biçimlendirilir. Kahraman ülkesi için her şeyi yapmayı göze almış olmalıdır ama elbette bu eksik kalacaktır. Ülkesinden öte ne yapıyorsa insanlık için, doğrular için, adalet için yapmalıdır. İlahi adalet ya da başka bir deyişle Amerikan adaleti!

İnsancıl bir yanı olmalıdır kahramanımızın. Öldürürken espri yapabilmelidir. Duygusal zayıflıkları olmalıdır. Öfkelenebilmeli, hatta kimi zaman hırsından ağlayabilmelidir. Ama en sonunda yara bere içinde göğsünü gererek, düşmanını temizlerken yarattığı büyük enkazı arkasına alarak kasıla kasıla yürümelidir. Bu hem kahramana özgü bir özelliktir, hem de filmin muhtemel finalidir. Enkazdan yükselen yangından kaynaklanan bir turunculuk kaplar sinema perdesini, kahramanımız silahını omzuna atar ve gerçek bir Amerikalı gibi, adım adım, arkasına bir kez bile bakmadan oradan uzaklaşır.

Senarist kahramanı yaratmak için kullandığı şablonu düşman için de uygulayacaktır. Ancak bu kez güncel siyasal tablo devreye girer. Düşman bir dönem dazlak kafalı, iri kıyım Ruslar'dır. Soğukkanlı katillerdir bunlar ve dünya üzerinde ne kadar kötülük varsa hepsi onlardan kaynaklanır. Ruslarla savaşa tutuşulmuş filmlerde düşmanın ezildiği son sahnede mutlaka bir kızıl bayrak, bir orak çekiç, kısacası komünist sembollere bir atıf vardır. Düşman bir dönem Vietnamlılar'dır, bir dönem Koreliler... Çoğunlukla düşman Arap'tır, Ortadoğulu'dur. Hele Ortadoğulu'ysa kesin ilkeldir, pistir, ahlaksızdır. Kısacası ortada dünyanın jandarmalığına soyunmuş ABD'nin alay komutanı bir kahraman ve karşısında bir grup “piyon” terörist ve onların “psikopat” liderleri vardır. Ve senarist artık son aşamaya gelmiştir. Bu filme işine geliyorsa bir aşk hikayesi ekler, bir de mecburen olay örgüsü... Olay örgüsünü oluşturmak da zor değildir. Ya Ruslar dünyayı ele geçirecektir, ya bir ABD başkanına suikast girişimi vardır, ya da kahraman Amerika'nın kahraman askeri zulüm gören bir halkı özgürleştirecektir... Kahramana bir isim verilir. Sonra bildiğimiz filmler piyasaya sürülür, Rambo, James Bond, Rüzgarla Konuşanlar, Bir Zamanlar Askerdik... ABD'nin emperyalist saldırganlığının meşrulaştırılmasına sinema sektöründen sunulmuş bir destektir her biri.

Egemen ideolojinin propagandasını yapmanın ötesinde bir niteliği olmayan bu filmlere bir yenisi daha eklendi. Ancak bu kez Holywood'dan değil, Türkiye'den... Doğallığında daha karikatür bir film ve üzerine yürütülen tartışmalar da benzer mizahi öğeleri içeriyor.

Filmin devlet ve mafya ilişkisine ne ölçüde değindiğinden bağımsız (en azından dizinin tüm kurgusu buna dayanıyordu, ancak film Süleymaniye'deki çuval kompleksi üzerine kurulu) televizyon dizisiyken yayınlanan bölümler esas alındığında, devlet erkanının bu filme doluşmaları ve ardından filmi pohpolayan, olumlayan hatta doğrulayan açıklamalar yapması, Türkiye'deki kukla iktidar olgusunun birinci gülünçlüğüydü. Emine Erdoğan'dan Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün'e, Bülent Arınç'tan Erkan Mumcu'ya, ordunun çeşitli rütbe sahibi üst düzey görevlilerine kadar her biri filmin galasına gitmiş ve Türkiye'de “devlet için vuran da vurulan da kahramandır” sözünü altın harflerle taçlandırmış bir dizinin filmine alkış tutmuş, üzerine yorumlar yapmış, dahası gerçek hayatta olmayanlarla filmde sahnelenenler arasındaki açıyı iç geçirerek seyretmiştir.

Holywood'da da benzer filmlerin, çoğu kez sipariş üzerine çekildiğini biliyoruz. Ancak fark şu noktada oluşuyor. Amerika'da bu filmler sadece Amerikan toplumunu deşarj etmek ve uyutmak için kullanılıyorken, Türkiye'de Türkiye toplumu ile beraber Türkiye'nin görüntü iktidarında da aynı huşuyu yaratmakta kullanılabildi. Bu da başka bir gülünçlük noktasını oluşturuyor.

Son dönemde yeniden palazlandırılan Türk olma hastalığı yan etkilerini yeniden aşağılık kompleksi ve yarattığı saldırganlıkla dışavurmakta. Örneğin ABD'nin gölgesinden çıktığı anda kendini çıplak hisseden sermaye iktidarının mensupları, filmdeki Amerikan karşıtlığı olarak lanse edilen (ki filmdekinin Amerikan karşıtlığı mı yoksa Irak'taki birkaç ruh hastası Amerikalı komutana karşıtlık mı olduğu da tartışılmalı) taşkınlığı imrenerek seyredebiliyor.

Filmdeki söz konusu ruh hastası komutanlardan birinin adı Sam Marshall... Sam Amca'nın Sam'ı, Marshall planının Marshall'ı. Ki bu da aksiyon film görüntüsü altında politik film çekme çabasını dışavuruyor. Sonuçta ortaya çıkansa ne politik, ne aksiyon ama tümüyle komedi özelliği taşıyan bir film oluyor.

Sonuç olarak, bütün bu tartışmaların ötesinde Kurtlar Vadisi'nin yarattığı bir etki ve bu etkinin sağladığı bir kâr var ortada. Henüz dizi yayınlanırken, dizinin yayına konulduğu zaman diliminde sokakların tenhalığı dikkati çekiyordu. Dizinin yayınlandığı günlerde insanları eve kapatan Kurtlar Vadisi, filmiyle insanlara sinema salonlarını hedef göstererek sokağa döktü. Süleymaniye sendromunun iyileştirilmesi için iki saatlik seansa bir sinema bileti fiyatı belirlendi. Bu da filme dair başka bir gülünçlük olsa gerek. Filmi çekenler ulusal bir kisve altında milyarları götürdüler. Alkışlayanlarsa ileride kendilerine yüklü ve yaşamsal faturalar kesecek bir zihniyete alkış tuttuklarından habersiz, sinema salonlarından gerçek dünyanın bütün yoksunluklarını taşıyan evlerine geri döndüler.

A. Eylül

------------------------------------------------------------------------------------------

“Sevgililer günü”...

Kapitalizm sevgiyi de metalaştırıyor

14 Şubat ...Takvimlerde sevgililer günü olarak işaretlenen bu tarih, Şubat'ın herhangi bir gününden farklı değil. Ancak sevgililer günü vesilesiyle o güne yüklenen anlam onu farklı kılıyor. Çünkü kapitalizmin kitleleri altında topladığı sancak “ölümüne alışveriş” ise, bu sancağı sürekli göndere çekmesini sağlayacak “anlamlı” günlere ihtiyacı olacaktır. Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü... Kısaca herkese uyacak bir gün bulunabiliyor.

14 Şubat için hazırlanan afişler, reklam kampanyaları ve vitrinlerdeki pelüş oyuncak ayılar veya kırmızı kalpler bu günü “müjde”liyor. Sanki tüm toplum törensel bir “anma”ya hazırlanıyor. Ama neyin anması? Çünkü tümüyle ticarete dökülen bu gün sevginin ve aşkın cenazesinin kaldırılması anlamına geliyor.

Marks kapitalist üretimde işçinin başkası (patron) için üretmek zorunda kaldığı metaya yabancılaştığını söyler. Ayrıca gününün büyük kısmını çalışarak, kalan kısmını da günün yorgunluğunu atmak üzere dinlenerek geçirmek zorunda kalan bir insan kişisel ihtiyaçlarına vakit ayıramaz; böylece toplumdan yalıtılmış bir hayat yaşar. Tabii bugün için buna kapitalizmin en güçlü kitle imha silahı olan medyayı da eklemek gerekiyor.

Yabancılaştırılmış insan, kapitalizmin onun için hazırladığı sahnede kendine biçilen rolü oynarken, hem aktör hem de seyirci konumundadır. Yabancılaşmış insan aynı anda hem kurban, hem suç ortağı, hem esas oğlan, hem de figürandır. İstenen kıvama getirilen insana kapitalizmin kültürsüzlüğüne esir edilmiş egoist ve bireyci bir şekil kazandırılır. Sonuçta burjuvazi, tüm hayatı ve insani ilişkileri meta fetişizmine teslim etmiştir. Sadece dekor olabilen hayat, ilişkiler ve tüketilen insanlık... İşte kapitalizmin özeti budur.

İnsanlığın tüm değerleri gibi aşk ve sevgi de kapitalizmin dişlileri arasında eriyip gidiyor. Metalaştırılan herşey gibi aşk da biçimsizleşerek renksizleşiyor. Haberlerde aşkın filan kadar ömrü var deniyor ve sokak röportajlarına geçiliyor. “Hijyenik bir aşkın şu kadar ömrü olur ne düşünüyorsunuz” diye soruyor, cevap arıyorlar. Pratik ve hijyenik bir aşk, tek kullanımlık olmalı. Öyle zengin oğlan fakir kız masalı gibi değil denk olmalı vb. sonuçlar çıkıyor. Tam burjuvazinin yaşadığı hayat gibi...

Metalaştığı oranda paraya ve güce teslim olan aşk, insanın en ilkel ve hayvani iç güdüsü kadar basitleşmiştir. Öyle ki sokak köşelerinde kadın vücudu üzerinden -fuhuş ticareti öyle bir hal almıştır ki küçük çocuklar bile bu pazarın içindedir- en iğrenç şekilde pazarlık konusu edilen cinsellik, kadın-erkek ilişkisinin bir kısmıdır aslında. Sevgi, saygı ve emek temeline oturmayan bir ilişki peşi sıra yalanı ve aldatmayı üretmektedir. Evlilikler ise birbirine karşılıklı bir mülk gibi davranan iki insanın imzaladığı bir sözleşme olmaktadır. Yani tüm değerler ya hayvansal içgüdülere teslim edilmiş ya da haraç-mezat satışa sunulmuştur. Paranız varsa aşkı satın alabilirsiniz, eğer birilerinin hayvani içgüdülerini uyandırabiliyorsanız aşkınızı satabilirsiniz. Tüm bu iğrençliğe rağmen bunun alternatifini oluşturabilmek zor görünüyor. Bu doğrultuda yapılanlar ise ya yasakçı bir zihniyetin ürünü olmakta ya da özünde mevcut olandan çok ayrışmayan “sözde alternatifler... İliklerimize dek işleyen kapitalizm, en çok da sevgi ve aşk gibi insani duygularda kendini göstermektedir. Zira, kapitalizmin en çok kullandığı silahın cinsellik ve aşk olması rastlantı değildir. Reklamlardan tutun da magazin programlarına kadar her yerde yapılan propaganda boşuna değildir. Çünkü insanlar en kolay kendi iç güdülerine teslim olur.

Kapitalizmin çürümüşlüğü “sevgililer günü” vesilesiyle bir kez daha gözler önüne seriliyor. Ancak 14 Şubat için kopartılan yaygarayı garipsememek lazım, zira bu burjuvazinin üslubu. Temiz ve saf bir aşka ancak kapitalizmin çürümüşlüğünü temizleyerek ulaşabiliriz. Bu pisliği de ancak devrim temizler...

S. Kurtuluş