18 Şubat 2006 Sayı: 2006/06 (06)
  Kızıl Bayrak'tan
   Bahar döneminin yakıcı gündemleri ve
sınıf mücadelesinin öncelikli görevleri
  Emekçi halklara “medeniyetler
çatışması” tuzağı
  Kulp’ta bulunan toplu mezardaki kemiklerin köylülere ait olduğu
kanıtlandı
  TEKEL’de direniş sermayeye geri adım
attırdı
Kapatma kararına karşı direnişte olan TEKEL işçilerinin eylemi sona erdi
  BDSP’nin TEKEL direnişine destek
çalışmaları
Tersane İşçileri Kurultayı yapıldı
Tersane İşçileri Kurultayı’ndan
gözlemler
  Tersane İşçileri Kurultayı Sonuç
Bildirgesi
  Danıştay Telekom yağmasına onay verdi
“Bölgesel Kalkınma” kimin için?
Sağlıklı bir yaşam için kapitalizme ölüm!
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü
ve KESK’in tutumu
  Günümüzün burjuva toplumunda genel
boyutlarıyla kadın sorunu
(Orta sayfa)
  Filistin halkı teslimiyetçi çizginin
sonuçlarına mahkum değildir
   ABD Kongresi 2007 askeri bütçesini
onayladı
   İşgalciler Irak'ta yeni kukla hükümet kurma
hazırlığında
   Avrupalı kapitalistlerin blok saldırısına karşı kitlesel protestolar
  Strasbourg’ta coşkulu, öfkeli ve kitlesel protesto
  Fransa’da yüzbinlerce işçi, emekçi ve
genç alanlara çıktı
  İsviçre’de Swisse Metal grevi ve kitlesel dayanışma eylemleri
  15 Şubat ve çöküş
  Direnişteki BPO işçileriyle konuştuk
  Kapitalizm sevgiyi de metalaştırıyor
  Basından
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

15 Şubat ve çöküş

15 Şubat 1999 Öcalan'ın Kenya'da yakalanıp İmralı adasına hapsedilmesinin üzerinden 7 yıl geçti. O günden bu yana çok önemli gelişmeler oldu, bu olayla ilgili çok şey söylendi, yazıldı, film yapıldı, vb… Anılan bu tarih, kuşkusuz önemli… Önemi, kendisinden sonraki gelişmeleri etkilemede çok önemli, kimi noktalarda belirleyici bir rol oynamasından kaynaklanıyor. Bu konuyu bizde Bildirge'mizde enine boyuna değerlendirdik. Bu değerlendirmelerin bu süreç içinde doğrulandığına inanıyoruz. Ancak bu, tek başına yetmiyor, bu değerlendirmelerin en geniş kitlelere ulaştırılması, tartışılması ve politik bir etkiye kavuşması gerekiyor. Bunun çabası içinde olduğumuzu vurgulamakla yetiniyor, esas olarak tartışmayı daha güncel noktalara getirmek istiyoruz.

15 Şubat ve İmralı süreciyle ilgili birçok doğru değerlendirme yapılmasına rağmen Öcalan sisteminin hüküm sürdüğü PKK/Kongra-Gel, yani İmralı Partisi, gerçekleri çarpıtıyor, saptırıyor, öteden beri mücadelenin içindeki halkımızın düşünce sistemi üzerinde hegemonya kuruyor. Bunun sonucu olarak halkın ilgisi, dikkati politik sonuç doğurmayan bir konu üzerinde odaklanıyor, böylece enerjisi boşa harcanıyor. Ne yazık bugün ortama ve sürece egemen olan gerçeklik bu.

Son aylarda özel savaş devleti, inkârcı ve imhacı sistemi ödünsüz ve kararlı bir biçimde sürdürme politikasının bir gereği olarak Öcalan üzerinde tecrit ve aşağılama uygulamalarını yoğunlaştırdı. Bu, diğer şeylerin yanı sıra bir iflası ve çöküşü de anlatıyor, İmralı'da teslimiyet ve tasfiyecilikten başka bir şey olmayan çizginin çöküşünü belgeliyordu. Tecrit ve aşağılama uygulamalarından yanlış sonuçlar çıkaranlar az değil. Özellikle PKK/Kongra-Gel'in denetiminde olanlar, düşünme, soru sorma ve kuşku duyma yetilerini yitirmiş, Ortaçağ karanlığındaki sürülerden daha geri konumlara düşürülmüş olanlar, bu tecrit ve aşağılama uygulamalarını “Öcalan'ın direnişi”ne yoruyorlar. Bunlar, ya tarihi bilmiyorlar, ya da en iyimser yorumla kendini kandırmanın, soru sormanın önüne geçmenin “rahatlatıcı” etkisini yaşamak istiyorlar. Oysa çok iyi biliniyor ki, tarihte ve hiçbir yerde teslimiyet ve ihanetin ödüllendirildiği görülmemiştir. Hele TC ve onun yöneticileri her teslimiyeti daha büyük boyun eğişlerin basamağı yapmış, ihanetçileri aşağılamış, posasını çıkardıktan sonra bir kenara atmıştır. Ödül bekleyen, ihanetin karşılığında kırıntı dileyenler her defasında büyük “hayal kırıklıkları” yaşamışlardır. Öcalan'ın da şimdi yaşadığı bu... Son birkaç avukat görüşmelerinde dile getirdiği sözler bu şaşkınlığın dışavurumundan başka bir şey değildir. “İlk günden bu yana hizmet etmeye çalışıyorum, bundan böyle de aynı çizgimden vazgeçmeyeceğim” derken, bir yandan şaşkınlığını, bir yandan da devlete hizmet çizgisindeki ısrarını anlatıyordu.

Bir insan için, bir halk için, bir topluluk için en büyük felaket, en büyük karanlık, soru sorma, tartışma, eleştirel davranma yetilerini yitirmesi veya bu yetileri, üzerindeki çok yönlü baskı nedeniyle kullanmaması, kullanamamasıdır! Mutlak itaat, sorgusuz boyun eğme, soru sormayı suç görme, farklılığı en büyük kötülük ve günah sayma, bütün bunlar, Ortaçağ karanlığından, Engizisyon ortamından başka neyi anlatıyor? Bu Engizisyon karanlığı iki temel yöntemle gerçekleştirilir: Biri, çok yönlü şiddet ve zorla bastırma, sindirme ve korkutma yöntemi; diğeri, bunu ideolojik hegemonya ve yalan mekanizmasıyla meşrulaştırma yöntemidir! Bu, aynı zamanda zorba, kaba ve kanla beslenen bir despotizmi, bir diktatörlüğü anlatır!

15 Şubat vesilesiyle bol miktarda “uluslararası komplo ve onların iç uzantıları” laflarını duyduk, duymaya devam ediyoruz. Yığınca laf bu birkaç sözcükle bir şablona oturtulur ve gerçeklerin bununla aydınlatıldığı yanılsaması yaratılır ve cemaat haline getirilmiş yığınlar da bu tekerlemeyi, çoğu kez anlamını da bilmeden tekrarlayıp dururlar... Oysa birkaç soru sorulsa ve bu soruların yanıtları bilimsel bir tarzda araştırılmaya çalışılsa gerçekliğin çok daha derinde ve başka boyutlarda olduğu anlaşılır! “Uluslararası komplo” teorisine göre, “ABD-TC-İsrail üçlüsü AB, Rusya ve Güney Kürt partilerini de yanına alarak ‘Önderliğimizi' tutsak etme, ortadan kaldırma planını yaptılar ve sonuçta bu planlarını hayata geçirdiler, bunun nihai hedefi partimizi ve halkımızın mücadelesini bitirmektir.” Evet, düşman olarak bildiğiniz güçler her türlü planı yapar, kendileri için tehlike ve tehdit olarak algıladıkları hareketleri ortadan kaldırmayı hedefler. Bunlar olayın bir boyutu. Peki, sen buna karşı ne yaptın, hangi politikayı izledin, hangi önlemleri geliştirdin? Daha da önemlisi bütün bunları yaparken hangi çizgiyi, hangi güçleri ve ittifakları esas aldın?

Bütün iktidar iplerini elinde toplayan, kendisi dışında herkesi iradesizleştiren A. Öcalan ne yaptı? Suriye'den sonra rotayı Avrupa'ya çizdi… Neden? Kendi açıklamasına göre, Kürt sorununu uzlaşma yöntemiyle çözmek için! Peki, “Uluslararası komplo teorisi”ne göre bunun olanağı var mıydı? Olmadığı çok net bir biçimde ortaya çıkmadı mı? Hem de hemen ve çok açık bir biçimde… Çözümü, kendini düşmanın kollarına atarak arama anlayışı, başından beri teslim olmaktır ve kaderini “uluslararası komplo”nun insafına bırakmaktır!

Avrupa yolculuğu, çözümü Avrupa'da arama, basit bir taktik, bir teknik sorun değil, her şeyden önce ideolojik ve stratejik bir tercih sorunudur; direniş ile teslimiyet arasındaki bir tercih sorunudur! Esas olan budur! Bu temel nokta sorgulanmadan söylenecek her söz havanda su dövmekten, daha kötüsü işe yaramaz bir demagojiden başka bir şey değildir! Yapılan da bu demagoji olmuştur! Sorulması gereken soru şu:

Neden Avrupa? Neden Kürdistan değil?

Avrupa, düzen içinde bir arayışı, teslimiyeti, çaresizliği, kaderini düşman güçlere bırakmayı, halka, direnişe ve mücadeleye güvensizliği; Kürdistan ise her türlü özveriyi göze almayı, direnişi, halkı ve mücadeleyi esas almayı anlatır! İki tercih birbirine karşıt iki çizgiyi, uzlaşmaz iki anlayışı anlatır!

Teslimiyet bir politik çizgi, bireysel yaşamı kurtarmanın esas çaresi olarak düşünüldüğünde ve kabul edildiğinde gerisi çorap söküğü gibi gelir... Gerçekleşen de budur... İtalya'da direnmek yerine devletlerin ve istihbarat örgütlerinin izinde yürünür, Kenya'ya sürüklenir ve soluk İmralı'da alınır! Bu çizgi ve ruh halinin bir gereği olarak uçakta gözlerini açar açmaz, “Anne tarafım da Türk, fırsat verilirse devlete hizmet etmeye hazırım” der...

Gerçeklerin özünü kavramak, kör bir itaat anlayışından kurtulmak, daha özgür bir kafa ve yüreğe sahip olabilmek için tek bir soru sormak bile yeterlidir! Özgürlük kavramını günde sayısız kez tekrarlayan yığınlar, yığınlaştırılan insanlar, soru sorma yeteneklerini yitirmişlerdir! Soru sormak en büyük cesaret ve en büyük özgürlük eylemidir! Önce kendinize sorun: “Devlete hizmete etmek ne demek?” Bir daha sorun: “Uluslararası komploya” en büyük desteği veren kim, “kapan” olarak değerlendirilen ilişkiler ağına kendini atan kim? Önce soru sorun, ardından, her şeyi büyük yanıltma ve demagojilerin örttüğü gerçekliğin nasıl bir bir aydınlandığını göreceksiniz?

Elbette soru sormak, sorulan sorunun yanıtını araştırmak, tartışmak büyük bir cesarettir! Ortaçağ karanlığına, Engizisyon anlayışına ve onun oluşturduğu güruh topluluklarına karşı soru sormak, gerçeklerin peşini kovalamak, büyük bir cesaret ve gerçekler uğruna büyük bir mücadeleyi göze almak demektir... Korku ve sürü psikolojisi bir de geçmişin değerleriyle kamufle edilmişse, cesaret ve ilkeli duruşun önemi daha da büyümektedir… Onurlu ve namuslu olmanın, onurlu bir halkın vicdanı olabilmenin bundan başka bir yolu da yok!

“Önder” olarak tanımlanan, göklere çıkarılan birisi çıkıyor, “uluslararası komplo”dan söz ediyor, ama ardından kendisini onların kollarına atıyor, kaderini onlara bağlıyor, buna da “barış” çizgisi diyor. Bu teslimiyetçi anlayışının bir gereği olarak soluğu İmralı'da alıyor ve İmralı'yı, mahkeme kürsülerini PKK ve Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin mahkûm edildiği, buna karşılık devletin resmi tezlerinin en kaba bir biçimde tekrarlandığı bir kürsü haline getiriyor. Teslim alınan PKK, karşıtına dönüştürülüyor. Kürt sorununun çözümü basit birkaç kırıntıya ve af edilmeye kadar indirgeniyor. Bunlar açık, belgeli, hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık yapılıyor. Bu tutum ve çizginin her yerdeki adı, her literatürdeki karşılığı, teslimiyet, ihanet ve tasfiyecilikten başka bir şey değildir!

Teslim olduğunuz, bir halkın bütün değerlerini altın tepside sunduğunuz devlet, TC, bu hizmetin karşılığı olarak sizi aşağılıyor ve sizden daha fazlasını istiyor: “Söz vermiştin, İmralı çizgisini topyekûn kabul ettirecek, sıradan bir çatlağa dahi izin vermeyecektin, ama denetimi kaybetmeye başladın, farklı sesler çıkıyor! Bu farklılıklar seni de bitirir! Şimdi sözünü tut, yoksa sana neler yapabileceğimizi çok iyi biliyorsun! Bu susturma ve bastırma, herkesi teslim alma uygulamalarına solu da dahil et, onların da dili uzadı!”

İlk görüşme notlarını hatırlayanlar bilir. Öcalan, avukatlara, “bu çizgiyi, değişim dönüşümü firesiz ve topyekûn gerçekleştirirsek devlet de bizi ciddiye alır, kimi adımlar atabilir” demişti...

Bu nedenle soru soranlara, farklı düşünenlere, dahası İmralı ihanetine tavır alanlara ve bunu politik bir duruş olarak sergileyenlere karşı İmralı'dan ölüm fermanları gönderdi... Bununla hem iktidarını ve otoritesini sağlama almak, hem de devlete hizmetin gereğini yapmak istedi... Silahlı mücadelenin zamanını doldurduğunu, artık silahlara veda ettiklerini açıklamalarına, teorik olarak silahlı mücadeleyi mahkûm etmelerine rağmen Kandil'de kontrgerilla örgütlenmesini model alan “Özel Kuvvetler” örgütlemesini geliştirmeleri, içe dönük istihbarat örgütlenmelerini yaratmaları boşuna değildi: Bunun tek bir hedefi vardı: Farklı sesleri susturmak, bastırmak ve korku ile itaati sürdürmekti, zor ve şiddet örgütlenmelerinin yüzü içe dönüktü, içi biçiyordu...

Bu gerçekleştirilen cinayetlerle perçinleniyor, yine öteden beri teşvik edilen kendini yakma eylemleriyle korku ve itaat dinsel bir perdeye, otorite kutsallık zırhına büründürülüyor, bu doğrultuda yapılan törenler “iman tazeleme ayinlerine” dönüştürülüyor... Bu ikisi, cinayetler ve kendisini yakma eylemleri ve ardından geliştirilen psikolojik savaş demagojisi korku imparatorluğunu daha da güçlendiriyor... Karşılarında etkin bir politik gücün ve hareketin gelişmemesi gerçeği de daha rahat ve fütursuz davranmalarına yol açıyor…

Hunharca katledilen Kani Yılmaz ve Sabri Tori cinayetleri de kısaca özetlenen çerçeveye oturuyor. Bu cinayetin, devletin farklılıkları susturma, Kürtler'i teslim alma ve aynı zamanda bu cinayet vesilesiyle genel olarak ulusal mücadeleyi gözden düşürme politikasıyla bağlantıları olduğu gibi, İmralı merkezli Öcalan iktidar sistemini sürdürme hedefleri de çok açıktır. Bu cinayetin öncelikli mesajı, içe dönüktür! Soru sormanın, farklı düşünmenin, hele ayrılmanın, başka zeminlerde siyaset yapmanın, kafa tutmanın karşılığı en vahşi ve hunharca yöntemlerle yok edilmektir! Korku ve itaati mutlak kılmak, iç denetimi bu iki ayak üzerinden sürdürmek bu cinayetlerin esas amacıdır, çöküşü ve çözülmeyi durdurmanın en etkili yolu olarak bu kullanılıyor! Bu, en gerici ve çürümüş diktatörlüklerden daha geri ve vahşi bir konumu anlatmaktadır. İkincisi, bu cinayetlerle farklı zeminlerde duran, İmralı teslimiyetine tavır alan ve onu kendi güçleri ve anlayışları ölçüsünde teşhir etmeye çalışan bütün “muhalifleri” susturma ve bastırmayı, etkisiz kılmayı hedeflemektedirler. Üçüncüsü, bunların toplam bir sonucu olarak bütün Kürt halkını teslim almayı, denetim altında tutmayı, dinamikleri ve potansiyelleri üzerinde kurulan ipoteği sürdürmeyi amaçlamaktadırlar…

Bunlardan dolayı Kaniler'in cinayetleri çok daha geniş bir politik çerçeveye oturuyor, onları aşan kontra bir çerçevedir bu. Bu kadar vahşi ve gözü dönmüş bir kontra güce karşı devrimci direnişçi bir çizgiyi adım adım örmekten ve politik bir güç olarak gündeme dayatmaktan başka bir seçenek yoktur. Kürdistan'da namuslu ve onurlu aydın, devrimci yurtsever kalmanın başka bir yolu yoktur! Bunu yaparken en geniş aydınlatma çalışmalarıyla bilinci doğranan, ruhu korku tarafından teslim alınan, iradesi çalınan ve gerçek anlamda yığınlara dönüştürülmeye çalışanlara gerçekleri inatla anlatmak, bunun araçlarını çoğaltmak da kaçınılmazdır!

Her gün demokrasi üzerine bir yığın laf eden, demokrasinin çeşitleri üzerinde ahkâm kesen, bunun üzerine “eğitim çalışması” yapan İmralı partisi ve onun etkisindekilerin yaşadıkları ve uyguladıkları demokrasinin hangi yönüyle bağdaşıyor? Bu nasıl demokrasidir ki farklılıklara, hiç anlama zahmetine katlanmadan “hainlik” damgasını vurmakta, farklılıkları, soru sormayı ve başka bir zeminde siyaset yapmayı cinayetlerle susturmayı meşru ve dokunulmaz bir hak olarak görüyor? En kaba despotizmi, en gerici ve bastırıcı diktatörlüğü demokrasi, en ilkel biat ayinlerini ve Engizisyon ortamlarını özgürlük olarak algılayanlar, acaba nerede yaşıyorlar, başka bir gezegende mi? Ağzınızdan çıkanlarla yaptıklarınızı, tutumunuzu temel gerçeklerle karşılaştırın? Karşılaştırın ki neye, kime hizmet ettiğinizi daha iyi anlayabilirsiniz!

O zaman hain kim, değerlere sahip çıkan kim sorularına daha doğru, adil ve vicdanlı bir yanıt verme olanağı da yakalamış olursunuz!

Son olarak “Öcalan siyasi irademizdir” kampanyası hakkında birkaç söz söylemek istiyoruz. Öcalan'ı siyasi irade olarak kabul etmek, bunu bir referandum olarak geliştirmek ne anlama geliyor? Gerçekten Öcalan'ın Kürtler'in en sıradan istemleriyle, Kürdistan davasıyla bir ilişkisi kalmış mıdır? Peki, Öcalan'ın siyasi programı nedir, ilan ettiği iradesi nedir? Daha önceki açıklamaları ve programları bir yana bırakalım, son avukat görüşmelerinde yaptığı açıklamalar ve çağrılar var. Eğer yürekleri yetiyorsa ve yüreklerinde yurtseverliğin zerresi kalmışsa onun son çağrılarını bir referandum kampanyasına dönüştürsünler. 1 Şubat tarihli avukatlarla yapılan görüşme notlarında Öcalan şunları diyor:

“Türkiye'yi yöneten güçler İttihat-Terraki mantığıyla hareket ediyorlar. Bu ırkçılık temelinde gelişen bir anlayıştır. Bu nedenle kendisi dışındaki her şeyi ya da herkesi yok sayıyor. Aslında Türk tarih ve kültüründe bu ırkçı anlayış yoktur. 20. yy'ın başlarında İttihat ve Terakki ile birlikte Avrupa'dan alınan milliyetçilikle başlamıştır. Hindistan'da, Afrika'da sömürgeler yaratılırken dahi oradaki halkların dilleri yasaklanmamıştır. Türkiye bu konuda çok geridir. Hindistan'da yüzlerce dil, din, mezhep vardır ama orada bir Hindistan ulusu vardır. Amerika'da İngilizler, İspanyollar, İtalyanlar başka halklar vardır ama Amerika ulusu vardır. Yine Güney Afrika'da siyahlar, beyazlar on yedi dil, mezhepler, çeşitli dinler vardır ama bir Güney Afrika ulusu oluştu. Türkiye'ye gelince bu konuda iki farklı görüş arasında muazzam bir çatışma var; Birincisi İttihat-Terakki ile başlayan ırkçı-milliyetçi görüştür. İkincisi de demokratik temelde ‘Türkiye Ulusu' anlayışıdır”

Biz de kabul ediyoruz ki Çin'deki Uygurlardan Bosna'daki Türkler'e kadar bütün dünyada ikiyüz küsur milyonluk bir Türk Ulusu varlığı mevcuttur. Türkiye'de de Özbekistan'da, Kırgızistan'da, Türkmenistan'da olduğu gibi bir Türk Ulusu varlığı vardır. Fakat Türkiye'deki mevcut bu Türk Ulusu, Türkiye Ulusu'nun bir parçasıdır; Türkler ile Kürtler ve Anadolu'daki diğer unsurlar Türkiye Ulusu'nu oluşturur.

Haydar Aliyev ile Demirel diyorlardı ya aynı ulus iki devlet, bu böyle değildir. Azeriler ile Türkler, Türkiye Ulusu'nu oluşturmazlar. Azerbaycan Ulusu' kendi bünyesinde Azeriler yanında diğer çeşitli halklardan oluşur. ‘Türkiye Ulusu' da Türkler, Kürtler ve Anadolu'daki diğer unsurlardan oluşur. Bu noktada Türkiye Aydınlarına önemli bir çağrım vardır; ‘Demokratik Türkiye Ulusu' bayrağı altında birleşelim.”

Evet, her şey çok açık ve net: Kendi önderliklerinin çağrılarını bir referanduma götürsünler, onun “siyasal iradesi” bu, Kürt halkına dayatılan ve kabul ettirilmek istenen bu. İki maddelik bir referandum olsun: 1- “Türkiye Ulusu, Türkler, Kürtler ve Anadolu'daki diğer unsurlardan oluşur.” 2- “‘Demokratik Türkiye Ulusu' bayrağı altında birleşelim!” Bu konudaki görüşlerinizi ve oyunuzu ortaya koyun!

Siyasi irade olarak kabul edilmesi için referandumu yapılan Öcalan'ın Kürt ulusu ve “Kürt programı” olarak deklare ettiği bu... Yanılsamalı simgeler değil, gerçek programları halka götürün, o zaman karanlıkta kendini gizleme, yarasalık yapma dönemi de bir ölçüde yırtılır...

Kürt halkının özgürlüğe ihtiyacı var, cesurca soru sorma, eleştirme, gerçeklerin peşinden koşma hareketine ihtiyacı var, Ortaçağ karanlığını, Engizisyon havasını ve psikolojisini yırtma mücadelesine ihtiyacı var… Karanlık ve korku, aynı imparatorluğun iki yüzüdür! Bu, İmralı partisini ve onun iktidar sistemini anlatıyor! Karanlık ve korku imparatorluğuna karşı ışık ve yürek olmadan yurtseverlikten, özgürlükten söz etmek koca bir yalandan başka bir şey değildir. Karanlık ve korku imparatorluğunun diğer bir dayanağı da yalandır! Her türlü yalana karşı durmadan aydınlıktan ve özgürlükte söz edilemez!

Karanlık ve korku imparatorluğuna karşı aydınlık ve cesur bir duruş ise devrimci çizginin gerçek anlamda gelişmesine bağlı, devrimci direnişi politik bir harekete dönüştürebilecek gerçek dinamik odur çünkü!

ŞOREŞGER-SOSYALİST

(Kürdistan Devrimci Sosyalistleri)