22 Mayıs'04
Sayı: 2004/20 (12)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist-siyonist katliamcılığa karşı Ortadoğu'da direniş ateşini büyütelim!
  Türkiye boydan boya bir Ebu Garipler ülkesidir!
  12 Eylül faşizminin hükmü sürüyor!
  DGM'ler tabela değiştiriyor...
  NATO'nun yeni misyonu: Ortadoğu'nun Balkanlaştırılması
  NATO ve işgal karşıtı eylemlerden...
  Halkların kardeşliği ve barış için NATO Zirvesi'ne karşı hazırlanmalıyız!
  Türk-İş Başkanlar Kurulu yılın ilk toplantısını yaptı...
  Sümerbank işçileri ile konuştuk...
  Çiğli İşçi Kurultayı'na çağrı...
  1 Mayıs aynasında NATO Zirvesi'ne hazırlık
  NATO karşıtı kampanyada yeni bir çalışma düzeyine doğru...
  Kukla yönetimin başı da öldürüldü...
  30 Haziran'da yönetim Iraklılar'a mı devredilecek?
  ABD'nin yenilgiyi kabul etmesi uzun sürmeyecek"!
  "Uygar dünya" siyonist vahşeti izliyor
  Cenevre'de kamu çalışanları ayakta!
  Ekmek ve Adalet Dergisi Genel Yayın Yönetmeni'nden mektup...
  Bültenlerden...
  Türkiye'nin "gururu": 2004 Eurovision şarkı yarışması!
  ODTÜ'de sol içi çatışma sorumsuzluğu...
  Basından...
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Maskelenmiş kriz

Psikoloji bilimi, depresyona giren kişilerin uzun süre ne kendilerince ne de çevrelerince bu durumlarının farkedildiğini, depresyonun bir şekilde maskelenebileceğini söyler. Kişiler için geçerli olan depresyon yani bunalım, kriz durumu, toplumlar, toplumların ekonomileri için de geçerli olmalı.

Son bir aydır kurlardaki sıçrama ile başlayan sürecin kriz mi değil mi tartışması, depresyonun maskelenmesi kavramını anımsatıyor.

2001’DEN BU YANA EN BÜYÜK...

Bazıları kabul etmeyebilir ama, tarihimizin en büyük krizi sayılan 2001 Şubat krizinin ardından yaşanan “ardçı şokların” en büyüğünü yaşadık, yaşıyoruz. Kriz, tabii ki kurdaki sıçrama demek değil ama kurdaki ani sıçramanın ardından reel ekonomide hissedilir bir gerileme getirmesi, reel gelir kayıpları ile işsizliği topyekûn yaşamak halidir kriz.

Böyle bakınca, her kur sıçramasını kriz saymak gerekmiyor. Nitekim 2001 krizinden sonra birçok konjonktürde kur sıçramaları yaşandı ama bunların hemen ardından reel ekonomide bir daralma hali yaşanmadı. Nisan ortalarından bu yana yaşanan kur artışlarının ise yakın gelecekte reel ekonomide bir daralmayı getireceğine dair önemli sinyaller veriyor. Bu anlamda, içinden geçtiğimiz durumu “maskelemek”, hafife almak yerine ciddiyetle analiz etmek gerekiyor.

Nisan ortasından mayıs ortasına kadar kurlardaki değişme yüzde 15’in üstünde. Bu, haftalık devalüasyonun ise yüzde 3.2’ye yaklaşması demek. 2001 Şubat krizinde ard arda 7 hafta süren kur artışları toplamda yüzde 79’u, haftalık ortalamada yüzde 11.3’ü bulmuştu.

2001 büyük krizini izleyen 5 konjonktürde “kur oynamaları-sıçramalar” yaşandı. Ama hiçbirinin haftalık ortalaması son dönemde yaşadığımız yüzde 3.2’lik büyüklüğe ulaşmadı.

KÜÇÜLMEDEN...

2002 ve 2003 süresince yaşanan kur oynaklıklarında iç ve dış ekonomik ve politik etkenler rol oynadı. 11 Eylül katliamı, Ecevit’in rahatsızlığı, dalgalı kura uyum sorunu, bozulan bekleyişler, IMF ile sürtüşmeler, seçim atmosferi, Irak savaşı, İstanbul’da terörist saldırılar bunlardan bazıları...

Ama, daha önce de belirttiğimiz gibi, 2001 krizi ile son yaşadığımız konjonktür arasındaki 5 konjonktürde yaşanan kur artışları, bir küçülmeye neden olmadı. O nedenle de o konjonktürleri bir krize açılan kapı olarak görmek doğru değildi.

Bu son yaşadığımız konjonktürdeki ortalama kur artışları hem önceki dönemden yüksek hem artma trendinin önü açık, arkasından da reel ekonomide küçülme vaadediyor.

Bu konjonktürde ABD faiz oranları, petrol fiyat artışları gibi değişkenlerin yanısıra, içeride ekonomide cari açığın büyümesi, sıcak para “vur-kaç”ına maruz kalmanın getirdiği travma ve siyasi düzeyde laik-anti/laik çatışmasının etkileri yaşanıyor.

BU KEZ FARKLI

Türkiye ekonomisinin her geçen yıl daha fazla dünya ekonomisi ile bütünleşmesi, bu anlamda “kur riski” altına girmesi, bir ayda yüzde 15’in üstündeki devalüasyonun etkisini daha önemli kılıyor. Merkez Bankası verilerinden aktaralım: Ülkemizde yabancı para işlemlerinin toplam ekonomik aktivite içindeki payı hızla büyümektedir. Toplamı 115 milyar doları bulan dış ticaretin milli gelirdeki payı yüzde 60’a yaklaşmıştır. Dış borç stoku milli gelirin yüzde 62’sinin üstüne çıkmıştır. Bankacılık sektöründe yabancı para pasifleri, toplam pasiflerin yüzde 43’üne ulaşmıştır.

Dolayısıyla ekonomide yabancı para kullanımının boyutlarının yüksekliği, kur artışlarına ve riske karşı duyarlılığı artırmış durumda, yaşadığımız son konjonktürde de öyle olacak. Yabancı para varlık ve yükümlülüklerini dengeme konusunda bazı dersler alınmış olmakla beraber, bu dengeyi kuramayanlar son kur artışlarından önemli ölçüde etkilenecekler.

“Kur düzelmesi” şeklinde maskelenen son kur tırmanışının reel üretimi etkilemesi ise kaçınılmaz. ABD’nin artıracağı faizlerin olumsuz etkilerinin yanısıra, fırlamış kurlarla, ihracat ve turizm gibi döviz kazandırıcı faaliyetler bir rüzgar alsalar bile, ithalatın pahalılaşacağı açık. İhracat sektörü, ithalatın üçte birini ihraç ürünleri için yapıyor. Dolayısıyla, ihracat sektörü pahalılaşmış girdilerle rekabet gücü bulmaya çalışacak.

İç ve dış borç stoku kur artışlarından yeni maliyetler üstlenecekler, faiz ödemeleri, faiz oranları artacak.

Cari açıktaki büyümenin Nisan sonunda ulaştığı boyutların açıklanması, küçülme komutlarını daha da artıracak, özellikle IMF, faiz dışı fazla hedefini sembolize ederek, kamudan başlayan özelde sürecek bir küçülmeyi dayatacaktır.

Artan faizler, hem yatırımları, hem özel harcamaları, hem de faiz ödemelerinin payının büyümesi ile kamu harcamalarını daraltacak. Yani iç talep yeniden daralacak.

Görece canlanmış iç talebin geriletilmesi ile, son 6 aydır iç talepten kaynaklanan büyümenin ilgili bölümü büzülecek. İhracata dönük üretimin de artmış ve daha da artması muhtemel kurlarla maliyet kalemleri büyüyecek ve hedeflenen ihracat, dampingli satışlara karşın, dış talepteki olası değişmelerin de etkisiyle, gerçekleşemeyebilecek.

Özetle, son bir ayda hızlanan kur artışlarının ardından yaşanabilecek olası gelişmeler, bu yıl yüzde 5 olarak hedeflenen büyümenin maddi şartlarını azaltmış, ekonomi hızla bir küçülme politikasına sürüklenmiş görünüyor. Bu, yeni bir krize sürüklenmek demektir.

Yaşananları maskelemek ya da “beklentileri bozmamak” adına çarpıtmak yerine, soğukkanlılıkla tartışmak ve yaklaşan tehlikenin yoksulluk ve artmış işsizlik şeklindeki toplumsal maliyetini en aza indirmede, maliyetin hiç olmazsa bu kez daha adilce dağıtılmasını gerçekleştirmede geç kalınmamalıdır.

M. Sönmez
(Ekohaber.net)



İşgalin yan etkileri

Irak’ın işgali artık ABD için ciddi bir başağrısı. Washington’daki savaş lobisi sesini kıstığı halde, Kongre’nin soruşturma komisyonları önüne çıkanların verdikleri ifadeler ve sonunda zihni açılan medya sayesinde ortaya dökülenler çok çarpıcı: ABD’nin Irak stratejisi bütünüyle Irak halkının algılaması üzerine oturuyormuş... Irak halkının ABD ordusunu ‘kurtarıcı’ olarak karşılaması ve sunulan ‘demokrasi’ projesini fırsat olarak değerlendirmesi bekleniyormuş...
Komik görünüyor, ama bu bir gerçek. Nitekim, Bush yönetimi, bu stratejiyi belirlerken kendisinden yararlandığı Irak geçici yönetiminin ilk başkanı Ahmed Çelebi ile yolunu ayırma ihtiyacı duydu; Çelebi’nin Irak Ulusal Kongresi (INS) adlı örgütüne her ay ödenen 350 bin doların âniden kesilmesi bu sebepten. Colin Powell’ın CIA’nin istihbarat yönünden aldatıldığını itirafı da eş zamanlı bir gelişme. Amerikan yönetimi Irak politikasını sessizce ama radikal biçimde değiştiriyor. Karizma çizilmesinin ‘tek süpergüç’ statüsüne ağır mâliyeti olmasa, öyle anlaşılıyor, Amerikan ordusu tasını tarağını toplayıp Irak’tan çekilecek...

İstihbaratla aldatılma, stratejinin yanlış çizilmesi... Bunlar ‘süpergüç’ iddiasıyla örtüşmüyor; karizma bu yüzden çizildiği kadar çizildi zaten. Ebu Gureyb Cezaevi’ndeki tutuklulara yapılan korkunç muamele rezaleti yetmezmiş gibi, Irak’ta görevli gazetecilerin işkenceye varan zorlamalarla hizaya sokulduğu haberleri de ABD’nin görüntüsünü bozuyor. Rakibinin güçsüzlüğü yüzünden uzun süre George W. Bush’tan vazgeçmeyen Amerikalı seçmen de durumu yeniden gözden geçirme ihtiyacı duyduğunu kamuoyu yoklamalarına yansıtmaya başladı. İster Irak’ta kalsın, ister acele çekilsinler, savaşı başlatan kadronun politik açıdan iflâh olması bayağı zor.

Bu noktada durup bir soruyu yeniden sormamız gerekiyor: ABD sonunda karizmasını çizdirmeye sebep olan bu savaşı neden başlattı?

Soruya savaştan önce verilen ciddiye alınması gereken iki gerekçe vardı: Elinde kitle imha silâhı bulunan Irak dünya için tehdit teşkil ediyor ve 11 Eylül terör eylemlerinin ardında Saddam Hüseyin bulunuyor... Zorlama bazı yakıştırmalara rağmen her iki iddianın da geçersiz olduğu bugün iyice ortada. Savaş sonrası icat edilen “Halkına zulmeden yönetimin devrilmesi ve Irak’a demokrasi götürülmesi” gerekçesi de Ebu Gureyb fotoğraflarıyla havada kaldı. Irak Savaşı, bu yönüyle, tarihe ‘gerekçesiz çıkan ilk savaş’ olarak geçebilir...

Bu durum, ister istemez, değişik düşünceleri akla getiriyor. En son, ABD’nin önemli politikacılarından senatör Ernest Hollings’in ortaya attığı bir gerekçe ortalığı iyice karıştırdı. “760 askerimiz öldü, üçbin askerimiz ömür boyu sakat kalacak; bunu görenler neden Irak’ta olduğumuzu ve oradan nasıl çıkacağımızı soruyorlar. (..) Irak’ın tehdit teşkil etmediği artık anlaşıldığına göre, egemen bir ülkeyi neden işgal ettiğimizin sebebi belli: Bush’un İsrail’in güvenliğini önde tutan politikası...”

Amerika’da İsrail’i alenen eleştirmenin bir bedeli var. Nitekim, “Bush, Irak’a savaşı İsrail’i düşünerek başlattı” görüşünü seslendiren Sen. Hollings bugün müthiş saldırılarla karşı karşıya. ABD’nin etkili lobi kuruluşları, Hollings’e sözünü geri aldırabilmek için muazzam çaba gösteriyorlar. İsrail’e eleştiri anlamı taşıyan açıklamalar daha önce bazı politikacıların siyasî hayatını karartmıştı. Ernest Hollings o bakımdan rahat: South Carolina’yı 38 yıl ABD Senatosu’nda temsil ettikten sonra yerini gençlere bırakmak üzere çekileceğini çoktan açıklamış biri o.

Bu konunun hassasiyeti ortada. Ancak, Irak’ın işgalinin ABD’nin başına açtığı dertlere bakıldığında, faturası bu kadar ağır bir serüvene kuşkulu bir istihbarat ve olmayan gerekçelerle balıklama atlamanın anlaşılabilir bir sebebi de olması gerekiyor. Bush’un dört yıl daha işbaşında kalabilmek için ABD’deki Musevi cemaatlar önünde yaptığı konuşmalar, Ariel Şaron politikalarına verdiği kayıtsız-şartsız destek, İsrail’in yürüttüğü devlet terörünü kınamaktan kaçınması, hepsi onun kadar cesur ve açık sözlü olmasalar bile, Sen. Hollings gibi düşünenlerin sayısını artırıyor...

Irak, ABD’nin ‘tek süpergüç’ olma iddiasına onulmaz bir darbe indirdi; böyle giderse, şimdiye kadar akla pek gelmemiş ve hiç beklenmeyen başka yan etkilere de kendimizi hazırlayabiliriz.

Fehmi Koru
(Yeni Şafak, 20 Mayıs 2004)