KADEKliler, daha çok da İmralı Partisi yönetenleri şaşkın, tam bir umut kırıklığı içindeler. Bize bu yapılır mı? Dört yıldır silahlarımızı susturduk, aslında kararımız silahlara nihai olarak veda etmek ve yasal düzene entegre olmaktır. Ama bizi kabul etmek istemiyorlar. Bize her defasında pişmanlık yasasını dayatıyorlar. Hem de bizi, yani biz anlı şanlı yöneticileri kapsam dışında tutarak... Bu, savaşa çağrı, barış sürecini dinamitlemek anlamına geliyor. Biz de meşru savunma savaşını vermek zorunda kalacağız...
KADEK yönetenleri şaşkın, umutsuz, çaresiz, tam anlamıyla yaşam korkusu ve telaşı içindeler. Devletin kendilerini düzene kabul etmeme, affetmeme tavrına anlam vermekte zorlanıyorlar.
Aslında dışardan bakanlar için de devletin ilk plandaki tutumu şaşırtıcı, anlaşılmaz ve biraz da aptalca görülüyor. Yüzeysel bir bakışla belki de böyle, ama işin biraz daha derinlerine inildiğinde bu tutumun hiç de boşuna olmadığı ve belli bir stratejik plana oturduğu görülecektir. Yüzeysel bir bakışla denilebilir ki, teslim olmuş, iradesi kırılmış, istendiği gibi yönetilen bir Öcalan ve onun üzerinden KADEK, kontrollü bir biçimde örgütsel ve kadrosal olarak düzen sınırları içine çekilirse, o zaman Kürt dinamiği daha rahat kontrol altına alınabilir ve son otuz yıllık mücadelenin sonuçları daha rahat tasfiye edilebilir. Başka bir ifadeyle, genel bir af yasası ile KADEKin yasal zemine çekilmesi, ulusal kurtuluş mücadelesini kontrol altında tutmada ve devletle bütünleştirmede daha akılcı bir yoldur! Devlet neden bu yolu tutmur? Öcalan ve KADEKlilerin genel beklentisi de bu.
Ancak altı yüz kusur yıllık bir imparatorluk geleneğine oturan seksen yıllık TCnin politika yapma ve yürütme tarzını, politik kültürünü ve korkularını bilenler onun neden eski yöntemlerde ısrar ettiğini anlamakta zorluk çekmezler... Bir kez bu dört yılda şunu çok iyi gördüler: Öcalanın teslimiyeti ve ihanetine, onun üzerinden PKKnin tasfiyesine ve İmralı Partisi KADEKin şekillendirilmesine; onlar üzerinden mücadele değerleri ve dinamikleri büyük ölçüde denetim altına alınmasına rağmen ne Kürt sorunu ve dinamikleri tamamen yok edilebildi, ne de son otuz yılın değerleri, bilinci ve psikolojik duruşu tümden tasfiye edilebildi... İmralı ile elbette çok şey kazandıklarının, çok yol katettiklerinin bilincindedirler, ama bunun yetmediğini görüyorlar. Dahası Kürdistan sorununun çok yönl&ul; bölgesel ve uluslararası boyutlarının varlığı ve bunların denetim dışına çıkma potansiyelinin güçlü oluşu kendileri için büyük bir korku nedenidir. Özellikle ABDnin Irak işgali, Kürdistan sorununda denetim dışı gelişmelerin hangi düzeyde olabileceğini de somut olarak gösterdi. Bu nedenle Öcalan ve KADEKin mevcut çizgisi ve tasfiyeci konumuna rağmen çok dikkatli hareket etmenin kendileri ¸ısından kaçınılmaz olduğunu görüyorlar.
Dolayısıyla devlet tek boyutlu ve düz bir mantıkla KADEK ve bu tasfiye sürecine bakmıyor. Topluma Kazandırma Yasası olarak bilinen yeni pişmanlık yasasının altında yatan temel gerekçe şu: TC bugün İmranlı eksenli sürecin bitmesini, sona ermesini istemiyor!..
Ama KADEKi örgütsel ve kadrosal olarak biraz daha daraltmak, sınırlandırmak ve güçsüzleştirmek istediği de bir olgudur.
Kendileri de bu yasanın KADEKin kadrosal ve örgütsel yapısına çok büyük bir darbe vurmayacağını biliyorlar. Bunu daha önce çıkardıkları aynı türden yasaların sonuçlarından biliyorlar... Gerçi dört yıllık tersine dönüş ve tasfiye sürecinin çok büyük bir çözülme, moral kırılma ve çürümeyi getirdiğini ve bunun geçen her gün biraz daha derinleştiğini de biliyorlar. Ama buna rağmen büyük direnişler ve bedellerle teşhir edilen pişmanlık yasalarının çok büyük sonuçlar getirmesinin de hemen hemen olanaksız olduğunu gözardı etmek istemiyorlar.
Öyle de olsa bu yasayı ciddiye alıyor, en azami sonucu almak için propagandadan kurumsal hazırlıklara kadar hummalı bir çalışma içinde görünüyorlar.
Evet, pişmanlık yasasında ısrar İmralı sürecini sürdürme, tasfiyeciliği derinleştirerek sürdürme kararlılığını yansıtıyor. Henüz bu süreci bitirme aşamasına gelmediklerini düşünüyorlar. Sorun ne sıradan bir intikamcılık, ne de geleneksel bakış açısıdır. Bunların da etkisi var elbette. Ancak bu konuda çok boyutlu bir hesap içindedirler, stratejik bir planı uygulamaya çalışıyorlar.
İmralı sürecini bitirmeme tutumuyla birlikte kuşkusuz TCnin başka hesapları da var. Kısaca şöyle: ABDnin Irakı işgal etmesi ile birlikte Güneydeki eski gerilla güçlerinin varlığı, KADEKin Güneydeki konumu kendisini önemli bir sorun olarak ABDnin gündemine dayattı. Bütün Irak sınırları üzerinde tek egemen güç olmak isteyen ve bu egemenliği başkalarıyla paylaşmak istemeyen ABDnin KADEKin varlığını kabul etmesi beklenemezdi. Bu noktada TC ile ABD arasında sıkı bir görüşmeler trafiğinin yaşandığı ve bunun belli bir sonuca vardığı aşağı yukarı biliniyor. Pişmanlık yasasının çıkışında böyle bir anlaşmanın etkisini ve payını görmek durumundayız. Bu yasa ile TC, ABD karşısında manevra olanağını genişletmek ve topu KADEKe atmak istiyor. Belli bir süreden sonra teslim olan teslim olur, direnenler isertak operasyonlarımıza muhatap olur yaklaşımı içindedirler.
Böylece bu yasa ile TCnin, gerçekleştireceği operasyonlara iç ve dış kamuoyunda meşruiyet zemini yaratmak ve geliştirmek istediği de açıktır. Şöyle bir savunma içinde olacaklar: Ne yapalım, elimizden geleni yaptık, şefkatli ve sıcak kucağımızı açtık, buna gelenler şimdi yaşıyorlar, ama eski düşüncelerinde ısrar edenler ise anladıkları dilden cevaplarını alıyorlar!
Bu anlamda, TCnin bu yasa ile imha operasyonlarını daha kapsamlı bir biçimde gündemleştireceği de açıktır. Bu operasyonlar karşısında KADEKlilerin politik ve askeri bir stratejiden yoksun olarak umutsuzca direnmelerinin pek bir sonuç getirmeyeceğini, tersine çözülme süreçlerini daha da derinleştireceğini hesaplıyorlar.
Bu kısa değerlendirmelerden çıkan sonuçlar şöyle: Ne TCnin tutumu, ne de Öcalan ve KADEK yönetenlerinin açıklamaları şaşırtıcı olmamalı. TC, bildiğimiz cumhuriyetin temel niteliklerini uyguluyor, KADEK yönetenleri de beklediği affı alamamanın şaşkın umutsuzluğunu yaşıyorlar. Direniş laflarına aldanmamak gerekir. Onlar kendilerini kapsayacak bir pişmanlık yasasına çoktan razıdırlar. Osman Öcalan yaptığı son televizyon konuşmasında hem pişmanlık yasasını reddettiğini söylüyordu, hem de devletin görüşmeleri başlatması durumunda bu yasasının bir zemin olarak kabul edilebileceğini... Peki, Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu... demezler mi? Pişmanlık dilenciliği yapanların düşmanları nezdinde herhangi bir politik değeri olabilir mi?
Açık ki, devlet tarih bilincinin ve siyasal belleğinin gereğini yapıyor. Hiçleşenlere, af dileyenlere zerre kadar itibar göstermiyor.
Devrimci yurtseverlerin bu gerçeklikten ders çıkarmaları ve bu derslerin bilinciyle güncel görev ve sorumluluklarına yüklenmeleri gerekmektedir!..
Almanyada bir araştırma...
Alman Sendikalar Birliği DGBye yakın Hans-Böckler-Vakfı Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsünün 4 Ağustos günü açıkladığı bir araştırmaya göre, Almanyada tüm gün (8 saat) çalışanların sayısında bir gerileme, aynı zamanda aylık maaşlarında da reel bir düşüş gözlenmektedir. Alman burjuvazisinin işçi ücretlerini düşürerek daha fazla iş imkanı yaratacağı ve ekonomiyi canlandıracağı vaadini boşa çıkaran araştırma şu sonuçlara varıyor:
Batı Almanyada tüm gün çalışanların yaklaşık üçte biri (%33.33) düşük ücrete çalışıyor. Yani ortalama ücretin %75inden daha az maaş alıyor. Burada söz konusu olan işçi sayısı 6.3 milyona denk düşüyor. Doğu Almanyada bu oran Batı Almanya ile kıyaslandığında biraz daha düşük, fakat bunun nedeni Doğu Almanyada ortalama ücret bazının Batı Almanyanınkinin çok altında temel alınması. Araştırmaya göre Batı Almanyadaki düşük ücretlilerin 4.2 milyonu (tüm gün çalışanların %24ü) ortalama maaşın %50si ile %75i arasında bir maaşa çalışıyor.
Yaklaşık 2.1 milyon çalışan (tüm gün çalışanların yaklaşık %12si) ise ortalama maaşın %50sinden daha az bir ücret alıyor. Burada son dönemlerde sıkça dile getirilen (özellikle Hartz-Komisyonu ile gündeme gelen), düşük ücret sektörü yaratmak isteyen Alman burjuvazisinin bunu aslında 1980li yıllardan beri başarılı bir şekilde uyguladığı gerçeğidir. Araştırma sonuçlarına göre, tüm gün çalışılan işlerde düşük ücrete çalışan insanların sayısı 1980den bu yana 400 bin artmıştır. Fakat bu düşük ücret sektörüne rağmen aynı süre içerisinde tüm gün çalışanların sayısında 1.4 milyonluk bir düşüş gerçekleşmiştir. Yani ucuz işgücü sektörünün hiç de burjuvazinin iddia ettiği gibi yeni iş imkanları yaratmadığı bir bakıma bu araştırmay belgelenmiş oluyor. Araştırmada yarım gün çalışanlar ile daha az çalışanların dikkate alınmadığı göz önünde bulundurulursa, durumun vahameti daha da açıklık kazanıyor.
Araştırmacı Claus Schäfere göre yalnız gençler veya meslek sahibi olmayan işçiler düşük ücrete çalışmıyor. Düşük ücrete çalışanların büyük bir çoğunluğunu orta yaşlılar oluşturuyor ve bunların içinde çıraklık eğitiminden geçmiş kalifiye elemanlar da bulunuyor. Düşük ücrete çalışan insanların büyük çoğunluğunu kadınlar, hizmet sektörü elemanları ve 99 kişiden az işçi çalıştıran işyerlerinde çalışanlar oluşturuyor.
Burjuvazi sorumlusu olduğu krizi emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarına saldırı gerekçesi yapabilmek için yalanlara başvuruyor, kendisine daha uygun sömürü şartları yaratmaya çalışıyor.