9Ağustos '03
Sayı: 31 (121)


  Kızıl Bayrak'tan
  Sahte iyimserlik bombardımanıyla sersemletilmeden kitleleri mücadele ateşiyle buluşturmalıyız!
  İMF kredisi, Irak'ta jandarmalığın bedeli
  Sosyal Güvenlik Kurumu Teşkilatı Kanunu yasalaştı...
  Toplu görüşmeyi toplusözleşmeye çevirmek için tabanda örgütlenelim!
  İşçi eylemlerinden...
  Sınıfa öncü müdahalenin zorunluluğu ve artan olanakları
  İMF'ye köle, ABD emperyalizmine jandarma olmayacağız...
  Ekim Gençliği'nden...
  GATS: Emekçilerin kafasına dayalı namlu!
  Ey Türk basınının satılmış uşak kalemleri...
  Ankara'dan destek yerine Amerikancı telkin...
  Amerikan barışına giden yol (haritası) tıkanmaya başladı bile
  Liberya: Emperyalist yağma talanın sonuçları
  Kürt halkı çifte kıskaç altında!
  Pişmanlık Yasası'nda ısrar etmenin anlamı...
  TC, ABD, İmralı Partisi KADEK ve devrimci yurtsever tutum...
  Zorunlu bir açıklama...
  ABD asker istiyor
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Türkiye’yi ziyaret eden Suriye Başbakanı Muhammed Mustafa Miro, ABD saldırganlığına karşı yanlış yerde müttefik arıyor...

Ankara’dan destek yerine
Amerikancı telkin!..

E. Bahri

17 yıl aradan sonra Suriye Başbakanı Mustafa Miro kalabalık bir heyetle Ankara’ya geldi. Geçen yıl planlanan gezi dönemin başbakanı Ecevit’in hasta olmasından dolayı ertelenmişti. Genelde ilişkileri sorunlu olan iki ülke son yıllarda daha yakın bir işbirliği içine girmiş bulunuyorlar. Ekim 1998’de Türkiye’nin savaş tehditi üzerine A. Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması, iki ülke ilişkilerinin hızla gelişmesinin önünü açmıştı. 2001’de 800 milyon dolar olan ticaret hacminin, iki yıl içinde 1.5 milyar dolara çıkması da bunun bir göstergesidir. Bir diğer gösterge ise, uzun yıllar boyunca Suriye’de faaliyet yürütmelerine izin verilen PKK/KADEK militanlarının yeni dönemde yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesidir.

Artık karşılıklı ekonomik, politik, sosyal alanlarda işbirliğini geliştirmek iki tarafın da hedefidir. Tabii bu işbirliği ABD’nin çizdiği sınırlar dahilinde olacak.

“Geleneksel” sorunları aradan çıkarma...

Suriye-Türkiye ilişkileri denince son yıllara kadar üç sorun akla gelirdi: Hatay’ın ilhakı, su meselesi, Suriye’nin KADEK’e sunduğu imkanlar (resmi ifadeyle “teröre destek”).

Bu sorunların en eski, en köklü olanı kuşkusuz ki Hatay’ın Türkiye tarafından ilhakıdır. Cumhuriyet’in ilanından 15 yıl sonra 1938’de, Türk devleti ile Fransız emperyalizmi arasında varılan anlaşma sonucu gerçekleşen ilhak, İskenderun ve Antakya merkezli protestolarla karşılanmış, ancak farklı etkenler nedeniyle kitlesel boyut kazanamayan bu eylemler pek etkili olamamıştı.

Tarihsel, kültürel, demografik yapısı ile Arap coğrafyasının bir parçası olan, o dönemki adıyla Liva El İskenderun -İskenderun Sancağı-, (Hatay ismi, bölgenin aristokratları tarafından sonradan uydurulmuş) o dönem Halep’e bağlıydı. 1937’de paravan “Hatay devleti” kurulmuş, başkanlığa Türkiye’nin ajanı Tayfur Sökmen getirilmiştir. “Hatay devleti”nin 23 üyeli meclisi, (üyelerin 18’i Türk kökenli aristokratlardan oluşuyordu) açılışından kısa süre sonra göstermelik/hileli bir seçim yaptırarak Hatay halklarının Türkiye’ye katılma yönünde karar aldığını iddia etmiştir. Bu iddiaya dayanan meclis, Türk ordusunu bölgeye davet etmek suretiyle ilhakın gerçekleşmesi için bir basamak işlevi görmüştür. Zaten “Hatay devleti”nin kuruluş amacı da buydu.

Yakın döneme kadar Hatay’dan vazgeçmeyen, haritasından çıkarmayan Şam yönetimi, gelinen aşamada bu ısrarından vazgeçmiş görünüyor. Ankara ziyareti sırasında yeri geldikçe “Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygıdan” söz eden Mustafa Miro, böylece muhataplarına, artık Hatay iddiamızdan vazgeçebiliriz mesajı veriyordu.

Su sorunu, yıllardan beri iki ülke arasındaki ilişkilerin gergin olmasındaki bir değer etken, Türkiye’nin yaptığı anlaşmalara uymaması, -belirlenen oranda suyu bırakmaması, Fırat nehri üzerinde barajlar kurarak suyu kirletmesi- özellikle ‘90’lardan beri bu sorunun süreklilik arzetmesine neden olmuştur. Fırat’tan yeteri kadar yararlanmadığını savunan Suriye yönetimi, Türkiye’nin bıraktığı su miktarını arttırmasını istiyor. Buna karşılık Türkiye, Asi nehrinin sularını gündeme getiriyor. Suriye ise, “Hatay kendi toprağım, Asi nehrinin sularını istediğim gibi kullanırım, bunu pazarlık meselesi yapmam” diyordu. Miro’nun Ankara ziyareti sırasındaki temaslarda, su konusunun ortak bir anlayışla yeniden ele alınması kararlaştırıldı.

12 Eylül 1980’de gerçekleşen faşist askeri darbeden sonra PKK kadrolarının yanı sıra, bazı sol örgütlerin kadroları da Suriye’de üslenmişlerdi. Ancak, PKK dışındaki çevreler için Suriye, devrimci faaliyet değil, mültecileşme/yozlaşma alanı olmuş, çürümek üzere Avrupa’ya geçiş için bir köprü işlevi görmüştü.

Kürt özgürlük hareketinin gelişmesi, Abdullah Öcalan’ın karargahını bu ülkede kurması Türk sermaye devletini fazlasıyla rahatsız etmiş, Suriye’yi “teröre destek” vermekle suçlamıştır. Diğerlerine göre yeni sayılabilecek bu sorun, ‘90’lı yıllar boyunca gündemin ön sıralarında yer almıştı. Nihayet bir Türk generalin Hatay’a gidip, Türkiye-Suriye sınırında bir açıklama yaparak, açıktan Suriye’ye savaş ilan etme tehdidinde bulunması, gerginliğin doruk noktası olmuştu. Söz konusu gerginliğin ardından geri adım atan Suriye yönetimi, 1998 Ekim’inde Abdullah Öcalan’ı sınır dışı etmişti.

Suriye Başbakanı Miro’nun konuyla ilgili verdiği mesaj bu sorunun da aşılma noktasına gelindiğini gösteriyor. “PKK artık geride kalmış bir konudur. Topraklarımızda Türkiye aleyhine hiçbir faaliyete izin vermiyoruz, vermeyeceğiz”. Kalabalık heyeti ile Miro, Suriye’nin, Türkiye ile ilişkilerinde izlemeyi arzu ettiği çizgiyi kısaca formüle etti, “İki ülke arasındaki önemli  sorunları aştık, artık ilişkileri her alanda hızla geliştirmemizin önünde bir engel kalmamıştır!..”

Irak işgalinin ardından hedef haline gelen Suriye

Hatırlanacağı gibi ABD ordusunun Bağdat’ı işgal etmesinin hemen ardından, başta ABD Başkanı Bush olmak üzere, tüm savaş kundakçıları Suriye’yi tehdit eden çok sayıda açıklama yaptılar. Suriye’nin tehdit edilmesi -geri plana düşmüş gibi görünse de- halen güncelliğini koruyor. Şam yönetimi Amerika’nın dayatmalarına boyun eğmediği sürece bu tehditlerin devam edeceği malum. Son tehdit, İsrail’in Maariv gazetesine demeç veren ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’den geldi.

Burada temel mesele Suriye-İsrail ilişkileridir. Suriye, İsrail’le barışabilmek için (toprak karşılığı barış), İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri’ni geri istiyor. Siyonistler ise stratejik önemi, barındırdığı su kaynakları nedeniyle Golan Tepeleri’nden çekilmeye niyetli değiller. Bu da Suriye’yi, bölgede İsrail’in önündeki en önemli engellerden biri haline getiriyor.

Çıkarları çakıştığı oranda anti-siyonist örgütlere destek verdiği bilinen Şam yönetimi, bazı geri adımlar atmakla beraber halen tam hizaya getirilebilmiş değil. Suriye’yi tehdit eden Powell de, aynı gerekçeleri öne çıkarıyor: “Suriye hükümeti, Filistinli örgütlere ve Lübnan’daki Hizbullah’a destek vermeyi kesmezse, petrol dahil olmak üzere Irak’tan ithalat yapması engellenecek”. Beşar Esad’ın stratejik bir tercih yapması gerektiğini söyleyen Powell, “Eğer politikalarını değiştirmezlerse, bir bedel ödemek zorunda kalırlar” diye konuştu.

Görüldüğü gibi İsrail’i rahatlatmak yine öncelikli sorunlardan biri konumunda.

ABD’nin baskıları karşısında sıkışan Şam yönetimi, bölgesel ittifak arayışlarına yöneldi. Bu çerçevede Türkiye ile değişik alanlarda ilişkilerini geliştirebilmeyi uman Suriye hükümeti, Amerikan emperyalizminin Türk dış politikası üzerindeki etkisini hesaba katmamış görünüyor. Yani Ankara’daki uşakların dış politikayı Pentagon’a bağladığını gözden kaçırıyor. Oysa daha geçen Nisan ayında Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, ABD’nin tepkisinden çekindiği için planlanan Suriye gezisini iptal etmişti. Bu koşullarda Türkiye ile umduğu gibi ilişkiler geliştirebilmesi için, Şam yönetiminin ABD dayatmalarına boyun eğmesi gerekiyor.

Uşaklar emperyalist dayatmalara karşı çıkamazlar

Irak işgaline baştan beri karşı çıkan Şam yönetimi, bu tavrını halen sürdürmeye çalışıyor. Nitekim Suriye Başbakanı Mustafa Miro, Türkiye ziyaretinden bir gün önce yaptığı açıklamada şunları söylüyor:

“Bütün dünya, ABD’nin Ortadoğu’da yeni bir düzen kurma politikasının farkında. Türkiye, Suriye, İran ve diğer devletler daha fazla birlikte hareket etmeli. Eğer yalnız kalırsak, Irak’ın başına gelenlerin bizim başımıza gelmesi kolaylaşır. Irak’taki işgal bir an önce sonra ermeli ve ABD, bölgeyi derhal terk etmelidir”.

Bu sözler ABD’nin, Suriye’yi sıkıştırmasının etkisiyle söylenmiş olsa da, Amerikan emperyalizmine bir çeşit meydan okumadır. Amerikan baskısının ardında İsrail’in bulunduğunu vurgulayan Miro, “ABD yönetiminin aptallığı ve şiddet düşkünlüğü ile, çok özel bir vaka olduğunu” da dile getirebiliyor.

Ankara’daki görüşmelerde bu mesajı yineleyen Miro, “Anglo-Amerikan işgali sona ermeli, Irak halkı, toprak ve halk bütünlüğünü koruyacak kendi siyasi sistemini seçme hakkına sahip olmalıdır” görüşünü yineledi.

Görünen o ki, Mustafa Miro emperyalist saldırganlığa karşı müttefik aranacak son yerin Ankara olduğunu gözden kaçırmış. Eğer savaş kundakçısı Wolfowitz’in geçen Mayıs ayında CNN Türk ekranlarında söylediği şu sözleri hatırlasaydı böyle boş umutlara kapılmazdı: “Türkiye’nin Suriye veya İran ile yapacağı herşey, ABD’nin genel politikasıyla uyumlu olmalı veya bu ülkelerin, kötü tutumlarını değiştirmeye yönelik olmalıdır”.

Türk sermaye devletinin bölge ülkeleriyle ilişkilerini, tam da Wolfowitz’in çizdiği çerçeveye göre geliştirdiği ortada. Bir ülke dışişleri bakanının, komşu ülkeye yapacağı ziyareti “ABD’yi kızdırmayalım” diye iptal etmesi başka neyi anlatır ki?

“ABD’yi karşınıza almayın!”

Emperyalist saldırganlığa karşı Türkiye’yle ittifak arayan Mustafa Miro, “Türkiye ile Suriye’nin bölgede güvenlik ve istikrar konusunda beklentilerinin aynı olduğunu” savundu. Miro’nun şu sözleri, onun Türkiye gerçekliğini kavrayamadığının bir başka göstergesi: “... Özellikle de bölgedeki son gelişmeleri düşünürsek, Türkiye bu gölgede çok önemli bir rol oynuyor. Türkiye bölgenin geleceğine ve güvenliğine, halklar arasındaki ilişkilerin gelişmesine, ülkeler arasındaki siyasi, ekonomikve toplumsal ilişkilerin güçlenmesine çok büyük katkılar yapabilecek bir ülke”.

Türkiye’ye bu payeleri biçen Miro, bekleneceği gibi umduğunun tam tersi tepkiler aldı. Bu da doğal, zira aynı günlerde Ankara’daki Amerikan uşaklarının temel gündemini, Irak’a asker göndermek için uygun bir formül bulmak oluşturuyordu.

Türk Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün tavrı ise, sermaye devletinin emperyalist saldırganlığın karşısında değil, tam tersine aktif bir yandaşı olduğunun yeniden tescil edilmesinden başka bir anlam taşımıyor. Konuk başbakanı ABD’yi karşısına almaması konusunda uyaran Gül, Suriye’den ABD’yi doğrudan hedef alan açıklamalardan da kaçınmasını istedi. “Suriye’nin uluslararası terörizme karşı mücadelede daha aktif rol almasının Washington’da memnuniyetle karşılanmaya başladığını” aktararak, izlemesi gereken yolu Miro’ya gösterdi. Yani Abdullah Gül, Wolfowitz tarafından çizilen çerçeveye sonuna kadar sadık kalarak, ne kadar yaman bir Amerikancı olduğunu bir kez daha ispat etti.

Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’yu hegemonyası altına alabilmek için başlattığı vahşi saldırıya karşı bölgesel ittifaka ihtiyaç olduğu kesin. Bu birliği gerici rejimler değil, Ortadoğu’nun emekçi halkları oluşturabilir ancak. Bunun yolu, yıllardan beri Filistin’de, Amerikan-İngiliz işgalinden sonra ise Irak’ta devam eden direnişin anti-emperyalist, anti-siyonist güçler tarafından aktif bir şekilde sahiplenilmesinden geçiyor.