Süleymaniye vakasından tam bir hezimetle çıkan Türk devletinin efendisi Amerika ile bundan sonraki ilişkilerinin rengini/biçimini canlandırmak hiç de zor olmasa gerek. Süleymaniyeden önce nasıldı ki sonra nasıl olsun denebilir ve bu uyarı son derece haklıdır. Ne var ki, Süleymaniye vakası 50 yıllık sürecin geldiği yer bakımından önemli, dikkat çekici, üstünde ciddiyetle durulması gereken bir gelişmedir.
Olayın duyulmasından (devlet erkanı değil halk tarafından) itibaren hükümet, ordu ve medya cephesinden verilen tepkiler ile sözde ortak araştırma komisyonunun açıklamasındaki dil karşılaştırıldığında, bu sözde komisyonun araştırmasının sürdüğü bir hafta içinde devlet erkanının nasıl da yatıştırılmış, ikna edilmiş, yola getirilmiş olduğu açık bir biçimde görülmektedir. Gerçi hükümet cephesinde tepki düzeyi baştan beri fazla farklılık göstermiyordu. Ancak devlet hükümetten ibaret olmadığına, onu aşan bir askeri kimliğe sahip olduğuna göre, söz konusu tepkileri toplamı üzerinden değerlendirmek gerekiyor. Asıl olarak da ordunun tutumu üzerinden. Zaten kamuoyuna yansıyan da bu yönü ve biçimi oldu. Kabul edilemez, özür dilenmeli sözleriyle özetleyebeceğimiz bu tepki, ortak komisyon çalışması sürecinde de sürdürüldü. Ta ki komisyon raporu açıklanana kadar...
Açıklama ABD tarafından yapılsa fazla bir sorun yaratmayacaktı. Çünkü alışıldık Amerikan tarzı olacaktı. Yaşanan sorun açıklamanın ortak olmasından kaynaklanıyor. Ve bu ortaklık, Türk devletinin bu tarzı onayladığı, kabul ettiği, sineye çektiği gerçeğini tasdik ediyor. Bu sineye çekiş, devlet cephesinden, özel timcilerin kafasındaki çuvalı kendi elleriyle kendi kafasına geçirmek anlamına da geliyor.
Artık Türk devletinin Amerika ile ilişkilerini şöyle tanımlayabiliriz: Süleymaniyeden önce Amerikan gözlüğü kullanılıyordu, bundan böyle Amerikan çuvalı kullanılacaktır. Ve elbette çuvalın zorunlu aksesuarları olan plastik kelepçeler vb.leri. Peki fark nerede? Fark, gözlüğü isteğinize bağlı olarak takıp-çıkarabilirsiniz. Amerikanın gösterdiği yoldan bile olsa kendi kendinize yürüyebilirsiniz. Ama iş çuvala gelince durum tamamen değişiyor. Çuval bir kez başınıza geçti mi, ancak gardiyanınızın tekmesi, dipçiği ve yumruğu eşliğinde hareket edebilirsiniz. Onu çıkarmak da sadece başına geçirenin iradesi ve eliyle gerçekleşebilir.
Kısacası, Amerikan çuvalı Amerikan esaretinin simgesidir. Türk devletinin Amerika ile ilişkileri kölece bağımlı nitelemesini de aşmış, esaret mertebesine düşmüştür artık...
Türk devletinin başına geçirilen ilk ve tek çuval kuşkusuz Süleymaniye vakasında kullanılan değildir. İMF etiketli çuvala kendi eliyle soktuğu ekonomisinin, yıllardır bata-çıka, düşe-kalka ne hale geldiği ortadadır. Özel timci üç-beş askerinin başına çuval geçirilmesini sözde ulusal onur meselesi yapmaya kalkanlar, dün İMFye söz verdim, memura 5 kuruş fazla veremem diyen bir başbakanla yönetilmeyi ulusallığın ve onurun neresine yerleştirdikleri konusunda üç maymunu oynamışlardı. Bugün de, Ecevitin bu sözlerinden daha az düşkün olmayan başka ifadelerle İMF çuvalına sarılmış AKP hükümetinin ve başbakanın tutumu yine aynı rezilane suskunluklarla örtbas edilmektedir. Burjuvazi adına ulusu temsil yetkisi başbakana mı, yoksa başkasının memleketinde sivil ve kimliksiz yakalanıp esir elen üç-beş özel timciye mi aittir?
Hükümetin ve başının hukuken, askerin fiilen temsil ettiği Türk burjuvazisi, nedense son gelişmeler karşısında bir alınganlık belirtisi göstermiyor. Meseleyi onur sorunu haline getirecek kadar fevri davranmıyor. ABD Savunma Bakanı Rumsfeldin TC Başbakanı Erdoğana mektubundaki Bu tür olaylar iki ülke dostluğunu sarsmaz ifadelerinin soğukkanlılığı ve hoşgörüsüyle yaklaşıyor demek ki olaya. Yani Amerikan tarzıyla ve duygusal değil sınıfsal bir tavırla... Türkiye burjuvazisinin, özelde de TÜSİADda örgütlü elit kesimin ulusal olduğunu iddia edilemez zaten. Emperyalist ekonomiye göbekten bağlarla eklemlenmiş bu sınıfın Türkiye üzerindeki egemenliği, bu nedenle, eşittir emperyalizmin Türkiye üzerindeki egemenliği anlamına gelmektedir ki, olay karşısındaki Amerikan tarzı tutum da bu eşitliğ ifadesi olmaktadır.
Yoksa, ekonominin İMFye, politikanın Beyaz Saraya, savunmanın Pentagona böylesine bir pervasızlıkla tesliminin, egemen burjuvazinin iteklemesi olmadan, salt seçilmişlerin/geçici görevlilerin eliyle gerçekleştirilmesi mümkün olabilir mi? Politikacı ve bürokratların her sıkıştıklarında sarıldıkları görevim gereği yalanını aynı zamanda egemen burjuvaziye karşı görevlerinin gereklerini yerine getirmek olarak kabul etmek gerekiyor.
Emperyalist sermayeyle köklü ve karmaşık aile ilişkileri sayesinde varolan ve egemenliğini sürdüren Türk burjuvazisi, doğal olarak kaderini ve geleceğini de emperyalizmin kaderine ve geleceğine bağlı olarak ele alıyor. Küreselleşme adı altında ulusal devletin-hukukun-ekonominin bütünlüğünün ortadan kaldırılması ve onurunun ayaklar altında çiğnenmesi hiç önemli değil onun için. Emperyalist dünya düzeninin ihtiyaçları ne gerektiriyorsa, hepsini kendinin de gereksinimi olarak egemenliği altındaki ülkeye dayatıyor. Başındaki tüm çuvallara rağmen geleneksel varlık ve yapıyı koruma eğilimi gösteren kurum ve kişiler de böyle terbiye ediliyor. Böylece, kimin efendi kimin uşak olduğu da, hem uşaklara hem dünyaya ilan ve tescil ettirilmiş oluyor.
Bu esaret tablosu ülke için, halk için, işçi sınıfı ve emekçi kitleler için çok acı, onur kırıcı ve ürkütücü mü? Anlık bir bakışla durum gerçekten de vahim görünüyor. Ancak duygusallıktan uzak, sınıf öngörüsüne dayalı soğukkanlı bir gözle bakıldığında (ki buna salt burjuvazi değil işçi sınıfı da, üstelik daha fazla sahip olmalıdır) toplumsal mücadelede karamsarlığa yer olmadığı görülebilir. Tarih, toplumların geleceğini egemen sınıfların değil, bu egemenliğe ve kötülüğüne/karanlığına karşı mücadele eden ezilen sınıfların belirlediğinin tanığıdır. Türk burjuvazisinin ve devletinin sürüklediği emperyalist esaret Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin kaderi değildir. Bu sürüklenişten kurtulmak, özg&uul;r, eşit, bağımsız ve onurlu yaşamak mümkündür. Ve bu imkan ise işçi sınıfının sosyalizm mücadelesiyle hayat bulacaktır.