13 Aralık'03
Sayı: 2003 (11)


  Kızıl Bayrak'tan
  Türk-İş: Sermayenin ve sermaye düzeninin hizmetinde yarım asır
  10-11 Aralık eylemleri ve kamu emekçileri hareketi...
  KESK eylemlerinden...
  Bir gün değil, kazanıncaya kadar direniş, kazanıncaya kadar grev!
  Sermaye uşağı hükümet cam işçilerinin grevini yasakladı...
  19 Aralık faşist katliamı 3. yılında...
  Türk-İş Genel Kurulu yapıldı...
  DİSK Tekstil'in 10. Genel Kurulu...
  Fanset direnişinin derslerinden öğrenelim!
  Kıbrıs üzerinde ABD müdahalesi yoğunlaşıyor...!
  Dünya, Türkiye ve sol hareket/7: Geleneksel solda kaçınılmaz akıbet
  Gürcistan'da yaşanan bir "halk hareketi" mi?
  İşgal karşıtı direniş emperyalistleri zorluyor...
  Siyonist İsrail "çözüm" adı altında işgalci konumunu meşrulaştırmak istiyor
  KONGRA-GEL programı hakkında birkaç söz...
  Almanya'da işçi eylemleri...
  Ekim Gençliği'nden...
  Öğrenci gençlik baskı ve terörle susturulmaya çalışılıyor...
  İtalya'da iki milyonu aşkın işçi-emekçi haykırdı: "Geleceğimizi savunalım!"
  Bültenlerden...
  Kültürel doku bozuklukları
  Ekim yeniden yayın yaşamında!..
  "İmparatorluk projesi" ne durumda (II)
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Dünya, Türkiye ve sol hareket/7

Geleneksel solda kaçınılmaz akıbet

Yapısal zaaflar temelinde kaçınılmaz akıbet

Her iki kanadıyla geleneksel sol hareketin bugünkü tablosu üzerine ortaya konulanlar biraz iç karartıcı bir manzara oluşturuyor. Bu manzaraya bakıp “sol hareketin durumu buysa!” karamsarlığına kapılmak için ortada bir neden olduğunu sanmıyorum. Komünistlerin 15 yıl öncesine ait değerlendirmelerine de burada özellikle bu nedenle işaret ediyorum. Zamanında yapılmış bu değerlendirmelerde, küçük-burjuva devrimci-demokrat akımlar işleri artık eskisi gibi sürdüremezler; kendilerini yenileyemezselerse eğer zamanla ya reformizme kayarlar, ya da tümden yok olup giderler deniliyor. Ortaya çıkan sonuç, tutuculuk durumunda yaşanması kaçınılmaz olan akıbetle ilgili yıllar öncesinden ortaya konulmuş bir öngörünün doğrulanmasından başka nedir ki?

Buradan bakıldığında, yine de yıllar boyu iyi dayandıklarını söylemek bile mümkün. Birbirini izleyen ve her seferinde umutları geçici olarak canlandıran bazı özel etkenler, özellikle de Kürt ulusal direnişi olmasaydı, çok daha erken bir zamanda da yok olup gidebilirler, ya da mücadelenin ağırlığını taşıyamayıp reformizme kayarlardı bu gruplar. Ama birbirini izleyen ve her seferinde umutları geçici olarak canlandıran özel etkenler tükendikçe ve dahası Kürt hareketi de köklü bir yön değişikliği, giderek kimlik değişimi yaşadıkça, zaten hayli aşınmış devrim umutları da tükenmeye başladı. Bu ise ya siyasal-örgütsel tükeniş, ya da reformizme yöneliş olarak gösterdi kendini.

Devrimci umutların tükenmesini, elbette öteki bir dizi etkenle birlikte, örneğin kitle hareketinin uzun yıllardır bir türlü devrimcileşememesi olgusu ile birlikte düşünmek gerekir. Öte yandan, sermaye devletinin sistematik baskısı, yokedip bitirmeyi ya da hiç değilse yıldırıp kendi icazet alanına almayı hedefleyen sistematik terörü var. Bunun yaşananlar üzerindeki etkisi hiç de öteki etkenlerden daha az değildir. Daha doğrusu öteki etkenler, Kürt hareketinin yön değişimi ve kitle hareketinin umutları aşındırıp eriten kısırlığı, devlet terörünün de yıldırıcı etkisini daha güçlü ve sonuç alıcı bir biçimde göstermesini kolaylaştırmıştır.

Bu çok yönlü zorlu sürece dayanmak sabır ve soluk gerektirir, zamana dayanma iradesi ister. Ama sabır ve soluk, zamana dayanma iradesi, bunlar küçük-burjuva yapısal bir şekillenmeye sahip akımlar için taşınması güç kimlik ve karakter özellikleridir. Bir de bunun 12 Eylül’den beri süregelen gerçekten yorucu ve yıpratıcı bir süreç olduğu düşünülürse, bu kadarı küçük-burjuva bir akımın dayanma gücünü gerçekten aşardı. Bu durumda, ya tükenip sahneden çekiliş, ya da dünkü devrimci amaç, hedef ve özelliklerinden koparak reformist alana geçiş, kaçınılması kolay olmayan bir akıbet olabilmiştir.

Tablonun netleşmesi devrimin yararınadır

Bu akımlar çok bile yaşadılar, dedim. Kökleşmiş yapısal özellikleri ve zaafları nedeniyle bugünkü sonuç onların kaçınılmaz akıbetiydi. Bunlar dünün akımlarıydı, yeni döneme zaten yanıt veremezlerdi. Dünyada ve Türkiye’de yeni bir döneme girilmiştir, bunlar ise geride kalmış bir özel tarihi dönemin akımları idiler. Bu özel koşulların ortadan kalkması, onların tarihsel ömrünün de bittiği noktaydı; gerisi ise, bu doğrultuda adım adım tükeniş ya da kimlik başkalaşımından başka bir şey değildi.

Burada ardından ağlanacak ya da zayıflık duygusuna neden olacak bir durum olduğunu da sanmıyorum. Bu kadar çok sol grubun olması, bu denli parçalı bir durum, zenginlikten çok belirgin bir zaafiyet ifadesiydi. Bu durum Türkiye’de gerçek bir devrimci sınıf partisinin olmamasından kaynaklanan aşırı bir küçük-burjuva parçalanmadan başka bir şey değildi ve devrim mücadelesi son 30 yıldır bundan çok büyük zararlar gördü. Sahnenin şimdi bu aşırı parçalanmışlık durumundan bir ölçüde olsun kurtulması, safların netleşmesi ve her bir konumun giderek daha belirgin bir-iki parti ya da grup tarafından temsil edilir hale gelmesi, kesin olarak devrim mücadelesinin bundan sonraki seyri ve geleceği için bir avantajdır.

Devrim ve sosyalizm davasının temsilcisi ciddi bir parti olur bir toplumda. Toplumsal dokunun özelliklerinden, dolayısıyla proletarya dışı sosyal katmanların varlığından ötürü, yanı sıra en fazla bir-iki başka devrimci parti daha. Ötesi gerçekten de mücadeleyi zayıflatan bir zaafiyetten başka bir şey değildir. Fakat sözü edilen türden bir partinin ortaya çıkamadığı bir durumdan dolayıdır ki, bu denli anormal sayıda sosyalizm iddialı sol grup olabilmiştir yakın dönemde Türkiye’de. Ne iyi ki bu dönemin giderek kapanmakta olduğuna tanıklık ediyoruz bugün. Geleneksel küçük-burjuva grup ve çevrelerin birbiri ardı sıra sahneden çekilmesi, ya da kimlik değiştirerek düzenin icazet alanına kayması ciddi, tutarlı bir programa ve çizgiye sahip devrimci bir sınıf partisinin gelişip serpilmesini kolaylaştıran bir etkendir de aynı zamanda.

Komünist sınıf partisi dışında başka bazı devrimci ve sol akımlar gene olacaktır elbette, gelecekte de çıkacaktır, hele de Türkiye gibi sosyal yapısı bunu olanaklı kılan bir toplumda, bu ayrı bir sorun. Ama bugüne kadarkilerden büyük bir bölümünün varlığı ne bir zenginlikti, ne de gerçek bir devrimci güç ifadesi. Onların güçlenmesi devrimci hareketin genel planda güç kazanması olarak görülemez. Dahası, soruna gündelik değil de stratejik bir perspektifle bakıldığında, bunun tam tersi doğrudur. Bunlar temel önemde yapısal zaaflarla yüzyüze akımlardı ve böylesi bir kimlikle de hiçbir yere gidilmezdi, dolayısıyla kısa dönemli olarak devrim adına biriktirilen güçler üzerindeki etkileri gerçekte bozucu ve tüketici bir etkiydi. Somut deneyimle de açıkça görüldüğü gibi. Bu nedenle an önce sahneden çekilmeleri en hayırlı iştir, dün olduğu kadar bugün de.

Ciddiyetsizlik ve samimiyetsizlik
siyasal çürümeye vardı

Keşke dürüst hareket etseler de açıktan, yani dosdoğru reformist konumlarını ortaya koyup savunsalar. Devrim ve sosyalizm üzerine anlamsız söylemlerini zamanında bir yana bıraksalar. Burada en zararlı ve tehlikeli olan tutum ikiyüzlülüktür. Yani devrimcilikten umudu kesip söylemde hala devrimciymiş iddiasını sürdürebilmektir. Ciddiyetsizlik ve samimiyetsizlik dediğimiz olgunun bir boyutu da budur zaten.

Ciddiyetsizlik ve samimiyetsizlik bir özellik haline gelmişse eğer, orada derinlemesine bir çürüme var demektir. Bunun çarpıcı örnekleri gözler önündedir. PKK Kürt halkının meşru ulusal haklarını en radikal bir biçimde savunuyorken, bu doğrultuda binlerce Kürt evladı kendini feda ediyorken, PKK genelde iyi-kötü bir takım devrimci değerlere sahip çıkıyorken, PKK’yı miliyetçi akım olarak niteleyip, hayır ulusal sorun dediğiniz sosyalizmle çözülür, bu küçük-burjuva milliyetçiliğidir deyip reddedenler, onunla eylem birliğine yanaşmayanlar, EMEP’i kastediyorum, şimdi onunla en hararetli işbirliğini yapıyorlar. Bu çürümeden, derin bir samimiyetsizlik ve ikiyüzlülükten başka nedir peki? İmralı çizgisine geçtikten sonra PKK’yla ne kadar güzel anlaştılar, artık ne kadar dolay yanyana gelebiliyorlar. Demek ki dünkü sorun gerçekte başkaymış, ama samimiyetsiz bir sosyalizm lafazanlığı ile perdeleniyormuş. Biri ötekinin zaten yıllardır bulunduğu liberal çizgiye kayınca aradaki buzlar çabucak eriyor ve aynı çizgi üzerinden bu kez kenetlenme oluşuyor.

Reformist akımlar, parlamentarizm için, parlamentoda koltuk kapmak için kader birliği yapıyorlar. EMEP şimdi herşeyini parlamentarizme endekslemiş bulunmaktadır. Düne kadar liberal sol bir işçi hareketinin temsilcisi olmak kaygısı önplanda görünüyordu. Bazı sendikaların alt kademelerinde, belli fabrikalarda, belli yörelerde iyi-kötü çabaları ve belli ölçüde bir başarıları vardı. Son seçimlerden beri varsa yoksa DEHAP Bloku, varsa yoksa o kırıntılara dönüştürülmüş çizgide Kürt sorunu ve DEHAP çizgisi. Neden? Çünkü parlamento kapısını aralamanın, parlamentarizm zemininde politika yapabilmenin bulunmaz bir olanağı bu onlar için. Önce yerel seçimlerde belediyeler üzerinden olanaklıysa koltuk kapmak, sonra da bir dahaki seçimlerde ola ki baraj da düşürülür, böylece parlamentoya kapağı atmlanağı bulmak esas kaygıları durumunda.

Bunu öyle salt belli bireylerin parlamenter olma hevesi saymak, sorunu anlayamamak ya da fazlasıyla basitleştirmek olur. Sorun bireylerden önce ve öte, siyasal bir sorundur ve reformizm zeminine kaymış partilerin kendi konumlarına uygun düşen arayışlarının ürünüdür. Reformizmin karakterinde parlamentarizm vardır. Bir akım reformizme kaydığında, anlamı ve işlevi olan bir politik çalışma ve yaşamı ancak parlamenter zeminde, özellikle de parlamentoya girmekle elde edebilir. Türkiye’de ise giriş kapısı %10 barajıyla berkitilmiş bir parlamento gerçeği var. Bu durumda Kürt oyları bulunmaz bir olanak ya da bugün için parlamento kapısını aralayabilecek biricik olanaktır. Tüm reformist akımların DEHAP eksenli blok etrafında pervane gibi dönmeleri işte bundan dolayıdır.

Tarihte reformist çizgiyle ortaya çıkmış sol partiler var. Bunlar doğallığında işçi sınıfının bir takım kısmi hakları için mücadeleler etmişler, işçi sınıfına o çerçevede güven vermişler, destek almışlar, zamanla büyük bir parlamenter güç de olmuşlardır. Tarihsel çıkışı ve evrimiyle Avrupa’da sosyal demokrasi, çok büyük ölçüde budur. Türkiye’de ise bu türden, tarihsel çıkışı ve evrimi bu olan bir reformizm türü yok. Bizde reformist sol akımlar tablosu büyük bir bölümüyle, dünkü devrimci akımların karşı-devrimin etkisi altında kimlik ve çizgi değişimine uğramasının ürünüdür. ÖDP, EMEP, SDP, KADEK vb. hep böyle bir evrimin ürünü akımlar. Bunlar dünün devrimcileriydiler, hepsi devrimci ilke ve amaçları bilirlerdi. Ama gelin g&ml;rün ki, şiddette sınır tanımıyan bir toplumsal ortamda mücadele ediyorlardı ve sayısız zorluğun ezici ağırlığı altında yol almak zorundaydılar. Önden 12 Mart, arkadan 12 Eylül, arkadan Kürt sorunu üzerinden kirli savaş, artı peşpeşe yaşanan yenilgilerin umutları ve dolayısıyla dayanma gücünü tüketen etkileri... Sonuç devrimci soluğu tüketme, adım adım düzenin icazet alanına kayma, “ılımlı sol” bir &ceil;izgide karınca kararınca oyalanma oldu. Dolayısıyla, bugünün sosyal-reformist akımları değerlendirilirken, söz konusu olanın dünün yıldırılmış ve umutsuzluğa itilmiş devrimcileri olduğunu unutmamak gerekir. Onların edilgenliklerinin, aşırı pasif, temkinli ve uysal tutumlarının ardında bu kendine özgü gerçeklik var.

Oysa doğallığında reformizmin kendine göre bir dinamizmi de vardır. Örneğin Chavez, başından itibaren bir burjuva reformisti olageldi. Ama darbe girişiminde bulundu, tutuklandı, serbest bırakıldı, sonra etkin çıkışları ve tutumuyla kitlelerin güvenini kazanarak devlet başkanı oldu, darbeyle yüzyüze kaldı, hala da kendine göre zor bir mücadelenin içinde vb. İçtenlikle emekçiler için bir takım reformlar da yapmak istiyor, burada bir doğallık var. Chavez hiçbir zaman radikal bir dava gütmemiştir; o toplumsal reformlar yapılabileceğine, kendi ülkesinin ve emekçisinin durumunun bu çerçevede düzeltilebileceğine inanmış samimi bir burjuva reformistidir. Buradaki reformist tanımı bir suçlamadan çok bir kimlik tanımıdır. Ama dünün devrimcisi bir akım, davanın getirdiği ağırlığı ve gerektirdiği sabrı taşıyamadı&currn;ı için yılmış ve düzenle barışma yolunu tutmuşsa, burada bir terbiye edilme/olma olayıyla yüzyüzeyiz demektir. Böyle bir reformizmin bir dinamizmi de yoktur, ondan kendi çizgisinde siyasal bir ısrar ve direnç de bekleyemezsiniz. Terbiye edilmiş, yıldırılmış devrimcilikten doğan reformizde bir çürüme, bir tür karaktersizlik, bir tövbekarlık vardır, bir aşırı temkinlilik ve uysallık vardır.

Bununla yakından ilişkili gördüğüm bir önemli noktayı daha eklemek istiyorum.

Devlet solun radikal kesimlerini ılımlı bir çizgiye çekmeyi bir politika haline getirdi, bunu yıllardır döne döne vurguluyoruz. Devletin “siyaset belgesi” bunu belgeliyor. Devletin bu gizli yönetim yasası, solun büyük bölümüyle artık ılımlı bir çizgiye kaydığını, fakat hala da dar bir grubun radikal çizgide ısrar etttiğini saptıyor. Bu tespit, bunların da, hala devrimcilikte ısrar edenlerin de hakkından gelinmelidir anlamına geliyor. 28 Şubat’çıların ünlü deyimiyle, durum tespitinden vazife çıkar. Eğer geçmişinde devrimci olan solun epeyce bir kısmı sistematik ezme, yıldırma ve teslim alma saldırılarının ardından terbiye edilmiş ve ılımlı çizgiye çekilmişse, geride kalan ve hala da inat eden radikal azınlık da aynı yolla bu aynı çizgiye getirilebilir ve getirilmelidir. Durum tespitinden çıkan vazife budur ve devletin devrimcilikte ısrar edenlere karacımasızlığı buradan gelmektedir.

Demek oluyor ki, devletin devrimcilikte ısrar edenlere karşı acımazsızlığının gerisinde, aynı zamanda, “ılımlı sol çizgi”ye çekilmiş bulunanlar örneği vardır.

Partimiz geçmişin devrimci
mirasının savunucusudur

Bugün Türkiye devrimci hareketinin geçmiş mücadelelerinin doğal mirasçısı biz komünistleriz. Bunu bugünkü sonuçlardan hareketle söylüyor değiliz. Dönüp bizim daha ilk ayrışma dönemi değerlendirmelerimize ve polemiklerimize, Z. Ekrem polemiğine bakınız (H. Fırat, Küçük Burjuva Popülizmi ve Proleter Sosyalizmi, 6. Bölüm). Orada bu konuda gerçekten ilginç değerlendirmeler bulacaksınız. Bizim çıkışımız geçmişle köklü bir hesaplaşmaya dayanıyordu, bu nedenle kestirmeden “inkarcılıkla” suçlanıyorduk. Bu bize bilimsel inkar ile kaba küçük-burjuva inkarcılığı arasındaki temelli farkı ortaya koyma olanağı vermekle kalmadı, ideolojik hasımlarımıza, geçmişe böyle tutucu biçimde yapışıp kalırsanız çok geçmeden onu savunup sürdürecek gücü de kenizde bulamazsınız ve böyle devrimci geçmiş karşısında küçük-burjuva bir inkarcı konuma asıl siz sürüklenirsiniz deme fırsatı da verdi.

Bugün sonuç ortadır. Daha o zamandan, bize karşı gerici bir ayak direme gösterenlerin kendi geçmiş devrimci kazanımlarını bile koruyamayacaklarını söylemiştik, bu aynen doğrulandı. O dönemki somut muhataplarımız olan TDKP şefleri, geçtik genel devrimci hareketin mirasını, TDKP’nin kendi devrimci kazanımlarını bile koruyamadılar. Bize karşı gericilik yaparken sımsıkı sarıldıkları bu çizgiyi çok geçmeden terkettiler ve bildiğiniz gibi liberalizmin batağına boylu boyunca battılar. Aynı şeyi ‘71 devrimcilerinin mirasına karşı yaptılar, bugün ‘60’ların TİP çizgisine geri dönerek, Deniz Gezmişler’e de ihanet ettiler.

Biz ise daha o zamanda söylediğimiz gibi; geçmişin zaaflı ve hatalı olan yönlerine acımasızca vurduk, ama tam da bu sayede, geçmiş hareketten devrimcilik adına geride kalan canlı, olumlu, yaşayabilir ne varsa onu ileri bir düzeyde, işçi sınıfı devrimciliği temelinde yaşatma olanağı bulduk. Bugünün Türkiye’sinde geçmiş devrimci kuşakların manevi anısına ve devrimci siyasal mirasına en anlamlı ve içtenlikli bir biçimde sahip çıkabilen biricik parti TKİP’dir ve bu rastlantı değildir. Öteki herkes bunu daha çok kendi grup kökenleri üzerinden yapabiliyor ve buradan yansıyan tutum bildiğimiz o küçük-burjuva dargörüşlülüğünün ve mülkiyetçiliğinin yansımasından başka bir şey değildir. TKİP’nin tutumu ise rastlantı değildir ve gerekçesi daha o ilk çıkış değerlendilerinde, sözünü ettiğim o ilk polemiklerde ortaya konuluyor.

Geçmişten gelen akımların bugünkü akıbeti hiçbir biçimde bizim onların geçmişindeki devrimci tutumu ve kazanımları sahiplenmemize engel değil. Tam tersine, bugünkü akıbet geçmiş devrimci mirası sahiplenmede partimize daha büyük sorumluluklar yüklüyor. TİKKO kökenli akımların bugünkü durumu hiçbir biçimde İbrahim Kaypakkaya’yı küçümsemeyi gerektirmiyor, tam tersine, onu tarihimizdeki en önemli devrimcilerden biri olarak daha çok sahiplenmemizi gerektiriyor. 23 yaşında yitirdiğimiz bu genç devrimci, birkaç örgütün 30 sene boyunca tüketebileceği bir düşünsel-politik miras bırakarak gitmiş bir insandır. Çok değerli bir devrimcidir, sadece ser verip sır vermediği için değil; ondan daha da önemli olarak, devrimi, devrimci siyasal mücadeleyi ciddiye aldığı iç buna hayatını adadığı için, kendini bu davaya verdiği için ve bu çerçevede o dönem için gerçekten anlamlı olan belli düşünsel açılımlar ve sorgulamalar yapmayı başardığı için.

Bunu ‘71 devrimcileri için genelleştirebiliriz de. ‘60’lardaki mücadele solu güçlendirdi, mücadelenin radikalleşmesi ve dünyadaki olayların etkisi solu da radikalleştirdi ve onun içinden devrimci bir akım çıktı. Bu devrimci akım çıktığında mücadele yöntemi olarak siyasal maceracılık olarak nitelenebilecek bir yolu seçtiği için, yaptıkları çıkışın anlamı biraz karardı. Ama orada maceracılık geçiciydi, devrimi tercih etmek ise kalıcıydı. Kalıcı olan orada devrim davasına sahip çıkmak ve düzene başkaldırmaktı. Bunu küçük insan gruplarının silahlı direnişi olarak yapmaya kalkmaları kuşkusuz hatalıydı, ama bu çıkışta önemli ve baskın özellik bu değildi. Bu sadece geçici bir davranış şekliydi ve nitekim hızla aşıldı, ‘74 yılında çok büyük ölçüde geride bırakıldı.

Geleneksel solun tasfiyeci süreçler içinde tükendiği ya da konum değiştirdiği bir dönemde biz bu mirasa her zamankinden çok önem vermeliyiz. Çünkü son tahlilde biz oradan geliyoruz, bizim ortaya çıkışımızı olanaklı kılan birikimdir burada söz konusu olan. Bizi ortaya çıkaranın yakın geçmişin devrimci birikimi olduğunu hiçbir biçimde unutamayız, ortaya çıkış anımızdan itibaren biz bunu bilinçli bir tutumla ve özenle vurguladık. EKİM, “boşluktan değil, bir geçmişin, bir birikimin bağrından doğdu” dedik. Biz o geçmişi bilimsel zeminde eleştirerek aştık, yoksa kabaca inkar ederek değil. Bu onu kucaklayarak yeni bir düzeyde yaşatmak demekti. Onda canlı, anlamlı ve kalıcı olanı alıp ileriye taşıyan, geri, ölü ve çürüyen yanına ise acımasızca vuran bir tutumun temsilcileri olduk biz.

Peki, bizim çıkış dönemimizde bizi inkarcılıkla suçlayarak ona kıskançlıkla sahip çıkar görünenler ne yaptılar? Ne yaptıklarını çok geçmeden gördük. ‘71 devrimcilerinin devrim adına yükselttikleri bayrağı terkettiler ve gelinen yerde artık tümden gerisin geri TİP çizgisine döndüler, TİP parlamentarizminde karar kıldılar. Halbuki ‘71 devrimcileri, Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar, Kaypakkayalar tam da TİP parlamentarizmini reddederek devrimi seçmişlerdi. EMEP’liler dün devrimi terketmişlerdi, bugünse artık TİP çizgisinde karar kılmış durumdalar. Ama büyük bir utanmazlıkla, “Deniz Gezmişler’in yolu bugün parlamentoya çıkmıştır” diyebiliyorlar. Salt kendilerine parlamento yolu göründü umuduna kapıldıkları için. Bu gerçekten tam bir utanmazlıktır, en kabasından bir inkardır ve geçmişin anısına da bml;yük bir saygısızlıktır.

Deniz Gezmiş’i Deniz Gezmiş yapan, onların bugün temsil ettiği çizgiyi ‘60’lı yıllarda temsil eden siyasal akımdan kopmaktır. TİP oportünizminden, reformizme ve parlamentarizme dayalı bir akımdan kopmaktı o zamanlar söz konusu olan. Oysa hala Deniz Gezmişler’in adını istismar etmeye yeltenenler bugün gerisin geri oraya dönmüş bulunuyorlar. Demek ki böyleleri Denizler’in tuttuğu yolu inkar eden döneklerden öte bir şey değildirler.

Partimiz zor olanı başarmıştır

Partimizin sol hareket içerisinde kendine özgü ayr? bir yeri var. Partiyi önceleyen hareketimiz daha ilk çıkışında bu iddiay? taş?yordu. Kendini, geçmişi anlamaya ve aşmaya çal?şarak yeni döneme haz?rlayan bi? hareket olarak tan?ml?yordu. Geçmişi anlamak ve aşmak, bizim için, geçmişin devrimciliğinden daha ileri bir devrimcilik düzeyine, küçük-burjuva devrimciliğinden işçi sınıfı devrimciliğine geçişi ifade ediyordu. Türkiye’nin geleneksel devrimci-demokrat hareketi, büyük ölçüde küçük-burjuvazinin damgasını vurduğu bir halk hareketi içerisinde kendini bulmuş, hem teorik hem pratik planda bu sınıfsal kimlikle yoğrulup şekillenmişti. Küçük-burjuva ufkunun, düşünüş ve davranış tarzının, kültür ve değerlerinin şekillendirdiği bir hareketti bu. Devrimcili&curre;i böyle bir devrimcilik, sosyalizmi böyle bir sosyalizmdi. Bu durumda ileriye çıkmak için yap?lmas? gereken, öncelikle bu küçük-burjuva kimliği anlamak, bunu ideolojide, programda, politikada, kültürde, örgütte, anlayışta, ahlakta çok yönlü bir eleştiriye tabi tutarak aşabilmekti.

Sonuçta TKİP şahsında başarılan tam da budur. Biz bunu başaramasaydık, zaten yeni bir siyasal akım olarak tutunamazdık. Kendi varlık nedenimiz üzerinden kendimizi üretme imkanı bulamasaydık eğer, siyasal yaşamdan zaten çok geçmeden silinir giderdik. Öyle ya, hiçbir hazır imkanımız, ön avantajımız yoktu, maddi anlamda işe sıfırdan başlamak ve herşeyimizi kendi emeğimizle yaratmak durumundaydık. Buna başlarken, geçmişin devrimci muhasebesi ve eleştirisine dayalı olarak ortaya koyduğumuz ideolojik-siyasi çizgi ve bunu maddi bir güce dönüştürme iradesi dışında elimizde hiçbir şey yoktu. Bu çizginin ve bu iradenin gerçek yaşamda bir karşılığı olmasaydı eğer, varlık hakkı bile kazanamadan ve neredeyse hiçbir iz bırakmadan silinir giderdik. Hele de bizzat geleneksel hareketten gelen çok yönlü düşmanca tutum ve davranışlarla karşı karşıyayken. Çış dönemimizde ne türden saldırı, hakaret ve iftiralarla karşı karşıya kaldığımız bugün belgelenmiş haliyle orta yerde duruyor.

12 Eylül dönemi sonrası partilerin, grupların döne döne bölündüğü bir süreç oldu. Bölündüler ve yeni olmak iddiasıyla ortaya çıkanlar hızla yok oldular, ya da kısa zamanda kısırlaşıp yozlaştılar ve sonuçta yine yok oldular. Bizim örneğimiz yok Türkiye devrimci hareketinde. Yeni bir çizgi ile ortaya çıkan, geçmişle sert bir biçimde hesaplaşan, tümüyle o geçmişe vurarak ve egemen önyargılara aldırmayarak, kendini yeni bir çizgi olarak ortaya koyan, varlık hakkı kazanan, gelişen, partileşen, bir programa kavuşan, bir istikrara kavuşan, bir örgütsel yapıya kavuşan bir örnek yok son yirmi küsur yılın Türkiye devrimci hareketinde. Bunun tek örneği TKİP’dir. Ve bu, solun ya çürüdüğü ya da çürüme içerisinde dağıldığı bir tarihsel evrede, devrimcisiyasal mücadele bakımından son derece zor ve kısır bir tarihi dönemde başarıldı.

Devrimci hareketin 12 Eylül’de yaşadığı büyük yenilgiyi izleyen bir dönemdi bu. Türkiye’de güçlü bir tasfiyecilik cereyanı vardı. Çok geçmeden buna uluslararası etkenler eklendi, Gorbaçovculuk yeni büyük bir tasfiyeci basınç oluşturdu. Ardından Doğu Bloku çatırdadı ve yıkıldı, dünya ölçüsünde büyük bir umutsuzluk atmosferi oluştu. Ve sonrasında, ilk dönem umut vaadeden işçi hareketi zaman içerisinde hız kesti ve o günden bugüne bir daha da kendini aşamadı. Kitle hareketinde bir zayıflık, bir türlü politikleşememe, devrimcileşememe egemen özellik olarak kaldı.

İşte böyle bir tarihsel ortamda inşa edildi TKİP.

Nicelik planında henüz fazlaca bir mesafe aldığımız iddiasında değilim kuşkusuz. Ama böylesi bir tarihsel ortamda biz sağlam bir nitelik yaratmayı başardık ve onu tutarlılıkla koruduk, sonuçta belli bir nicel gelişme i?e de birleştirebildik. Bu kadarı elbette henüz bizi hiçbir biçimde tatmin etmiyor, biz sanılanın aksine kendisinden fazlasıyla hoşnutsuz bir hareketiz. Ama, bir parça nesnel ölçütlerle ve biraz sükunetle bakıldığında, on yılları bulan bir geçmişten ve birikimden gelenlerin yok olduğu, eridiği ya da tasfiyeci süreçler içinde yozlaşıp kimliğini tükettiği bir tarihsel evrede, biz kendi öz emeğimizle var olmayı başardık. Bununla da kalmayıp, çok yönlü etki ve basınçlar altında, kimliğimizden, ideolojik eksenimizden ve değerler sistemimizden taviz vermeden ayakta kalmayı başardık. İdeolojik-politik tuarlılığı ve moral gücünü koruyabilmiş neredeyse tek hareket olduk. Bizim kendimizden hoşnut olmamamıza aldırmayıp kabul etmek gerekir ki, bu da gerçekte az şey değil.

Bu az şey olmadığı gibi bir rastlantı da değil. Bunun bütün bir sırrı, bütün bir hikmeti, bu hareketin dayandığı ideolojik-politik çizgidedir. Bu olmasaydı zaten biz hiçbir şey yapamazdık. O çizginin bir anlamı, hayat içinde gerçek bir karşılığı olmasaydı, tanımladığım o son derece elverişsiz tarihi ortamda, biz zaten yaşama olanağı bulamazdık. İyi-kötü bir kuvvet yaratabilmek bir yana, onca basıncın, saldırının, tasfiyeci cereyanın olduğu bir ortamda ayakta kalamazdık. Çok çabuk yılar ve kenara çekilirdik. Çoğu zaman zaten bölünmeler, kenara çekilişin de bir geçici evresi oluyor.

Ama bak?n, biz başka birşey yapt?k. Biz içinden doğduğumuz hareketin yapısal zaaflarıyla hesaplaşarak ortaya onun aş?lmas? anlam?na gelen bir yeni çizgi koyduk, böyle bir iddia taş?d?k, bu inançla yola çıktık,?bu inaçla yol yürüdük. Ve zaman bizi yok edemediğine göre, tam tersine biz zamana dayand?ğ?m?za ve üstelik bunu bir tutarl?kla, bir moral güçle yapt?ğ?m?za göre, demek ki bizim çizgimizin gerçekten bir hikmeti varm?ş. Demek ki onun toplumsal-siyasal yaşam?m?zda gerçekten bir karş?l?ğ? varm?ş.

Öncelikle altını çizmek istediğim temel nokta budur.

Bunun ötesinde tabii ki siyasal yaşam karmaşıktır. Siyasal yaşamda hesapta olmayan çok şey vardır. Herşey bir yana, devrimci siyasal yaşamdır sözkonusu olan; sayısız karşı etken, güç ve saldırı vardır, mücadelenin zorluklarından gelen handikaplar vardır, kitle hareketinin durgunluğunun getirdiği yorucu, yıldırıcı etkiler vardır. Bütün bunlarla iyi boğuştuğumuzu ve bir yere kadar geldiğimizi, şu an güç olarak da moral olarak da en ileri bir noktada olduğumuzu büyük bir içtenlikle ve rahatlıkla söyleyebilecek durumdayım. İyi bir moral gücümüz ve çalışma tempomuz var. Önceliklerimiz, saptanmış hedeflerimiz ve buna yoğunlaşmış bir çalışmamız var. İşimizin başındayız, işimize bakıyoruz ve ilk günün kararlılığıyla yol yürüyoruz.

Bunun ne kadar görülüp izlendiği ya da hiç değilse hissedildiği bizi hiçbir biçimde ilgilendirmiyor. Böyle kaygılar taşımıyor, bunu artık fazlasıyla budalaca buluyoruz. Geçmişte yeni çıkmış bir hareket olmanın bazı kompleksleri belki bizde bir biçimde yansımıştır. Çalışmamızın, emeğimizin ve sonuçta katettiğimiz mesafenin bir parça olsun görülebilmesi kaygısını belki bir ölçüde biz de taşıyorduk. Bu dönem çoktan geride kaldı, bu türden kaygılar artık bize yabancı.

Sonuç olarak söyleyeceğim şudur; kendi ideolojik bakışaçımızın ve stratejik önceliklerimizin gerektirdiği bir çerçevede, partimiz hiçbir zaman sahip olmadığı bir moralle, güçle ve dinamizmle çalışmaktadır. Tüm kayıplarına, kongrenin üstüne gelen o büyük darbeye rağmen bu noktaya gelmeyi başarmıştır, bilinmesi ve önemsenmesi gereken de budur. Darbeler bizi devirememiştir ve biz sonuçta bundan, tam da darbeleri izleyen günlerde öngördüğümüz gibi güçlenerek çıkmayı başarmışız. Önemli olan budur.

Bu süreç içerisinde çok şeyi de çözdük; geçmişte boğuştuğumuz, tıkandığımız ya da zorlandığımız bir dizi noktada önümüzü açtık. Bunun meyveleri zaman içerisinde ortaya çıkacaktıır, buna kuşku duymuyoruz. Parti artık ideolojik bakışına, programatik hedeflerine ve stratejik önceliklerine, ve nihayet kendi sınıf karakterine uygun bir politik çalışmanın içindedir, gerisi bir zaman sorunudur, aynı anlama gelmek üzere soluk ve sabır işidir.