Son Türk-İş Genel Kurulu üzerinden yaşananlar onun yapısı, işlevi ve ihanetçi kimlikte vardığı nokta konusunda son bir uyarı işlevi görmüş olmalıdır.
Bir işçi örgütü kurulunda yaşanması beklenen fakat Türk-İş Genel Kurulunda görülmeyen (aslında ilk kez değil, yıllardır görülmeyen) faaliyetlerden birkaç örnek vererek başlarsak:
* Bu kurulda işçi sınıfının sorunları konuşulmamış, mücadele ihtiyaçları tartışılıp bir program belirlenmemiştir.
* Sermaye sınıfının saldırı programının da Türk-İş Genel Kurulunun ilgi alanında olmadığı görülmüştür.
* Diğer işçi örgütleriyle ilişki ve dayanışma gündem dışı bırakılmıştır.
Türk-İşin bunların yerine neleri tercih ettiğini ise, genel kurulu vesilesiyle bir kez daha ibretle izlemek durumunda kaldık.
Türk-İş yönetimi Başbakanı genel kurula davet ederek ve itirazlara rağmen konuşmasını sağlayarak, sermayenin sınıfa saldırısını sınıf örgütünün kürsüsünden sürdürmesine izin vermiş, böylece bu saldırıları onayladığını da göstermiştir.
Tayyip Erdoğanın hiç çekinmeden sınıfa kendi kürsüsünden saldırma cesareti gösterebilmesi, ne kendi yürekliliği ve ne de başbakanlık makamından aldığı güçle açıklanabilir. Bu arsızca cüretin tek bir kaynağı vardır; Türk-İş yönetimine güveni ve Türk-İşin örgüt yapısı hakkındaki bilgisi. Erdoğan, Türk-İş yönetiminin her koşulda arkasında olacağından ve genel kurul bileşiminin yönetimi aşarak onu engelleyemeyeceğinden emin olmanın rahatlığıyla, sınıfın kürsüsünü sınıfa karşı kullanabilmiştir. Ve tersinden, kullanabilmiş olması da cüretinin zemini konusunda ne kadar haklı olduğunu kanıtlamıştır.
Türk-İş, gelinen noktada, sadece ihanetin çukurundaki yönetimiyle değil, örgüt yapısıyla da sınıftan uzaklaşmış, sermayeyle bütünleşmiş bir oluşumdur artık. Genel kurulundaki gelişmelerden de görüldüğü gibi bu duruma itirazı olan kimi birimler hala varlığını korumaktadır. Ancak yine genel kuruldaki gelişmelerin gösterdiği gibi, böyle birimlerin varlığı sınıfa ihanetin önünü kesecek bir güç ve etkinlikten yoksundur. Bu, Türk-İş içindeki muhalefetin sayısal güçsüzlüğünden öte bir şeydir. Muhalif sendika ve şubelerdeki delegelerin dahi sınıf bilincinden fersah fersah uzak olması, delegeliğin, sınıfın ve çıkarlarının temsili esasına göre değil, sendika yönetimlerine yakınlık esasına göre belirlenmesi yaratmıştır bu sonucu. Konfederasyon bünyesindeki demokratik muhalefetin durumu da bouml;yleyse, gerici ve sermaye yanlısı merkezin ve merkez yanlılarının ne durumda olacağı açık değil mi? Muhalefet nasıl Başbakanı kürsüden indirmeyi başaramayarak durumunu sergilediyse, merkez de muhalefeti susturup Erdoğanı konuşturmayı başararak kendi durumunu göstermiştir.
Aslında Türk-İşin sadece merkezi yönetimiyle değil, tüm örgüt yapısıyla ne halde bulunduğunu görmek için bu son genel kurulu beklemek gerekmiyordu. Yönetim açısından Türk-İşin bütün bir tarihi sınıfa karşı-sermayeyle kol kola tanımlamasıyla anlatılabilecek kadar açıktır. Devletçe Amerikaya gönderilip eğitilmiş kişilerden çatısı oluşturulan bir örgüttür Türk-İş. Türk-İşe her dönem hakim Amerikan tipi (sarı) sendikacılık anlayışının zemininde bu eğitim (satın alınma da denebilir) vardır.
Genel sosyal hareketliliğin ve sol yükselişin bir parçası olarak işçi sınıfının biriken bilinci ve büyeyen mücadele ihtiyacı, 60lı yıllarda Türk-İşten DİSKin doğmasını sağlamıştır. Bu ayrılmanın ardından gelen tüm zamanlarda ise, Türk-İş, önce DİSKe ve temsil ettiği değerlere karşı, DİSKin kapatılmasının ardından da tüm sınıfa karşı sermaye ile kol kola, omuz omuza bir politikanın temsilcisi olagelmiştir. Türk-İşi, 15-16 Haziran Direnişine yol açan saldırıda da; sınıfın ve devrimin tüm birikimleri gibi DİSKi de hedef almış olan 80 darbesinde de, sermayenin yanında-sınıfın karşısında gördük. Bu gerici faşist girişimlerden önce ve sonra, DİSKi ve Dsinde simgelenen sınıf değerlerini hedef alan kışkırtıcı açıklamalar yapmış, hatta eylemler düzenlemiştir. Ve doğal olarak da her defasında sermae sınıfı ve düzeni tarafından ödüllendirilmiştir.
İşçi sınıfın kazanımlarına en büyük saldırıyı gerçekleştiren 12 Eylül faşist darbesini ardından kurulan hükümette Türk-İş genel sekreteri bakan olarak yer alabilmiştir. 12 Eylül darbecileri, bahane listelerinde sendika ağalığı ve sınıfın sömürüsü üstüne onca şey sayıp döktükten sonra, sadece DİSKi kapatmak, yöneticilerini ve üyelerini hapsetmek, yargılamak, sudan gerekçelerle cezalandırmak, sudan gerekçe bile bulamadıklarını kara listeye alarak işsiz bırakmakla yetinmemişler, sınıfın DİSKte biriktirdiği tüm değerleri Türk-İş ağalarına peşkeş çekecek düzenlemelere girişmişlerdir. DİSK üyeleri rızaları dışında Türk-İş üyesi yapılıp, ihanetçi ağaların sömürüsüne sunulmuştur.
Sermaye sınıfı ve devleti ile Türk-İş arasındaki jestleşme, böylece, bugüne dek süregelmiş bulunuyor. Sermayenin veya devletinin her başı sıkıştığı yerde ve anda, Türk-İş hemen hizmete koşarak, Türk-İş yöneticilerinin her başı sıkıştığında da sermaye devleti yardıma koşarak idare edip geldiler. Türk-İş bu görevini kimi zaman susarak, kimi zaman eylem yaparak (komünizmi telin mitingleri), kimi zaman açıklamalarıyla (şoven, milliyetçi, devletçi, darbeci, savaşçı, ama hep sınıfa ve emekçilere karşı), kimi zaman eylem kararlarını iptal ederek (deprem bahanesiyle mezarda emekliliğe karşı sürmekte olan eylemlerin durdurulması, yasa bu fırsattan istifade hemen çıkarılmıştı), her TİS masasını sınıf için bir açık eksiltme masası haline ve her dönem sermaye temsilcileriyle buluştuğu ESK masasını sınıfın toptan satış standı haline getirmek suretiyle yaptı. Ama hiçbi dönem bu haince misyonunu aksatmadı, hep sürdüregeldi.
Sermaye tarafından kurulan, kayırılan ve beslenen Türk-İşin yöneticileri, zaman içinde (özellikle de DİSKin ayrılmasıyla meydan tümden kendilerine kaldığı zamandan itibaren) örgütü de yukarıdan aşağıya yeniden yeniden düzenleyerek, denetim ve yönlendirmelerini kalıcı hale getirmişlerdir. Sermaye devletinin de sendika ve iş yasalarında yeniden yeniden düzenlemeler yaparak destek verdiği bu reorganizasyonun ürünü, bugünkü Türk-İştir.
Türk-İş bir işçi sendikası olarak görevini yapmamak suretiyle hizmetin ötesinde, sermaye politikalarını açıktan desteklemek, sermaye partileriyle açıktan ilişkiler kurmak, hemen her dönem bir sermaye partisine (ama nasıl önden anlayabiliyorsa özellikle de seçimi kazanacak olan partiye) bir çalışma bakanı vererek, sermayeye hizmet etmiş bir örgüttür. Böylesine içli-dışlı olduğu sınıfın ideoloji ve politikasıyla bütünleşmesi, sermaye politikalarını içselleştirmesi de artık doğal karşılanmalıdır.
İşçi sınıfının devrimci politikalarına karşı Türk-İş sermayenin gerici politikalarını benimser ve savunur. Bu sermaye politikasını kendi üye kitlesi içinde yaygınlaştırmak için her türlü yöntemi kullanır. Bu yöntemlere işten attırma tehdidi ve silahlı-sopalı saldırı gibi kirli yöntemler de dahildir.
İşçi sınıfının işçilerin birliği halkların kardeşliği devrimci şiarına karşı Türk-İş, sermayenin Kürt düşmanı politikalarını benimser, destekler, militan savunuculuğunu yapar.
Türk-İş yönetimi genelde düzen solu eğilimli görünmekle birlikte, hangi parti hükümeti kurarsa onunla iş yapmaktan geri durmaz. Nitekim, dün nasıl DSPli koalisyon hükümetiyle içli-dışlı idiyse, bugün de AKP hükümetiyle aynı pozisyonu sürdürmekte hiçbir mahzur görmediği ortadadır. Bu hesapla, Türk-İşin siyasi pozisyonunun düzen partilerininkinden daha kaypak olduğu da söylenebilir. Fakat işin esası, tıpkı TÜSİADda gördüğümüz gibi Türk-İşde de ön planda tutulanın, sermaye sınıfının ve düzeninin çıkarları olması, düzen partilerine bu çıkarlar üzerinden yaklaşılması, dolayısıyla da hemen hepsine eşit mesafede durulmasıdır. Düzen partileri de böyle değil mi? Hizmet (hükümet) sırası kendilerine gelinceye kadar ellerinden geldiğince muhalefet eder, i başına geçtikleri andan itibaren de sabık hükümetten daha iyi hizmet edebilmek için yarışırlar. Bu yarışın dışında bir örgüt olarak Türk-İş, elbette, muhalefetteki değil hükümetteki parti ile elele verecektir ki sermayeye karşı görevlerini hakkıyla yerine getirebilsin.
Ancak, hükümet partileriyle bu ilişkiler yanıltıcı olmamalı. Türk-İş, öncelikle devletin en güçlü organının bendesidir. Her darbeyi desteklemiş ve her darbeci cuntadan destek alarak-her darbe döneminden biraz daha güçlenerek (merkezi otoritesini pekiştirerek) çıkmış bir örgüt olarak Türk-İşin sermaye devletiyle ilişkisinde esas aldığı kurum, haliyle, ordudur. Bu nedenle Türk-İşin hükümetlerle ilişkisi, ordunun hükümetlerle ilişkisi üzerinden belirlenir. Bir balans ayarına ihtiyaç duyulursa, Türk-İş, laiklik savunusu için derhal alanlara çıkmaktan asla geri durmaz.
Sendika, bir örgütler sınıflandırması yapılacak olduğunda, demokratik kitle örgütü hanesinde yer alması gereken neredeyse en temel örgüttür. DKÖler, kurulu düzenin statükoculuğuna, gericiliğine, tutuculuğuna karşı, demokrasi mücadelesinin araçları oldular. Sendikalar, bunlar arasından belirli bir sınıfın (işçi sınıfının) mücadele aracı olarak sıyrılıp öne çıktı, temsil ettiği sınıfın kimliğine uygun olarak da, bir dönem DİSK şahsında gördüğümüz gibi, toplumsal mücadele içinde etkin biçimde yer aldı. Sonra, özellikle de 12 Eylül faşist darbesinin ardından, düzen sendikaları tümden kendine bağlarken, DKÖleri de STÖlere dönüştürmek suretiyle tümden ehlileştirdi. Demokratik mücadele dışında her şeyle ilgilenen zararsız-marjinal grupların şekilsiz yapılar haline getirdi.
Türk-İşin en son marifeti, diğer STÖlerle birlikte teröre karşı düzenin (Amerikan düzeninin) yanında mitingleri düzenlemek oldu. Yıllardır (kanlı 1 Mayıstan beri) sınıfa ve her türlü demokratik tepkiye kapatılmış Taksim alanı, geçmişte faşistlere, dincilere nasıl açıldıysa bu gerici güruha da aynı biçimde sorunsuzca, dahası teşvik ve destekle açıldı.
Bugün Türkiyede Türk-İşte temsilini bulan sermaye suyunda ve hizmetinde bir STÖ statüsündeki bu sendikal yapılanmaya karşı yürütülecek mücadelenin artık yeniden belirlenmesi gerekiyor.