14 Eylül '02
Sayı: 36 (76)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist savaş hazırlıkları ve Türk burjuvazisinin uğursuz rolü
  "İMF solcuları" göreve hazırlanıyor
  CHP kimin partisiı
  İlke yoksunu reformist solun maskesi düştü
  Amerikan halkı kendi tarihiyle yüzleşiyor!
  ABD emperyalizminin Irak'a saldırı hazırlığı
  Hak kazanımının yolu fiili-meşru mücadeleden geçiyor!
  Gençlik geleceğe güvenle bakmak istiyorsa, çözüm "seçim" değil devrimdir!
  12 Eylül'den 11 Eylül'e...
  ÖO direnişçisi Hamide Öztürk şehit düştü...
  Seçimler ve devrimci sınıf çizgisi
  Kapitalist sisteme karşı mücadele kadınların tek kurtuluş yoludur
  MHP'nin yalanları ve gerçekler
   Amerikancı çizgiye ve İMF-TÜSİAD programına sadakat
   Amerikan müdahaleciliği konusunda tarihçi Howard Zinn ile söyleşi...
   Reha Tekstil'de patron-sendikacı işbirliği ile 70 işçi işten atıldı
   Alman işçi sınıfına yönelik kapsamlı bir saldırı
   11 Eylül ve sonrası
   Faaliyette sabır, soluk ve kararlılık
   11 Eylül 1973: Şili'de askeri faşist darbe!
   Savaş senaryoları yalan üzerine kurulu
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
İngiliz gazeteci John Pilger ABD ve İngiltere’nin Irak’la ilgili yalanlarını gözler önüne serdi...

Savaş senaryoları yalan üzerine kurulu

İngiliz belgesel film yapımcısı ve gazeteci John Pilger, ABD’nin Irak’a saldırıp Saddam Hüseyin’i devirme senaryosunun baştan aşağıya yalan üzerine kurulduğunu belirtti. Pilger’e göre, ABD Başkanı George Bush ile İngiltere Başbakanı Tony Blair’in danışmanlarının bilinçli bir şekilde yaydıkları bu yalanların bir kısmı şöyle:

1. yalan: Irak bölge için ve -Blair’in deyişiyle- uygarlığa karşı bir tehdit oluşturuyor. (Bush-Blair)

“CIA’nın elinde Irak’ın son 10 yıl içinde ABD’ye karşı herhangi bir terör eylemine karıştığını gösteren tek bir kanıt yok. İstihbarat kaynakları, Saddam Hüseyin’in El Kaide’ye kimyasal veya biyolojik silah vermediğinden emin.” (The New York Times, 5/2/02.)

Ritter’in açıklaması çürütüyor

2. yalan: Irak, kitle imha silahlarını yeniden imal etti. (Blair)

“Savaş için hiçbir neden yoktur. Ben pasifist değilim ve savaştan korkmuyorum. ABD Deniz Kuvvetleri’nde görev yapmış biriyim. Cumhuriyetçiyim ve son başkanlık seçimlerinde oyumu Bush’a verdim. Ama en önemlisi, her zaman gerçekten yana olmamdır. BM’nin silah denetçileri Irak’ta büyük başarı gösterdiler. Görevimiz bittiğinde silah miktarında yüzde 90-95 oranında bir azalış olmasını sağlamıştık. Gözlemcileri Irak sınır dışı etmedi, bazı gözlemcilerin ABD hesabına casusluk yaptığı ortaya çıkınca onları BM geri çağırdı.” (Scott Ritter, 23/7/02. Ritter BM’de silah denetimi dairesinde 7 yıl şeflik yaptı.)

3. yalan: Irak, komşu ülkeler için tehlike oluşturuyor. (Bush-Blair)

“Arap Birliği’ne üye 22 ülke, mart ayında Irak bunalımına artık son verilmesini istediklerini açıkladılar. Bunun ardından Suudi Arabistan ile Irak aralarındaki sınır kapılarını açtı. Irak, Kuveyt’in devlet arşivlerini geri vermeyi kabul etti. Suriye ve Lübnan, Irak’la normal diplomatik ilişki kurdu. Ürdün Havayolları Bağdat ile Amman arasında haftada 5 gün uçuyor.” (J. Pilger)

“Asıl tehlikeyi ABD oluşturuyor”

John Pilger, İsveç’te yayımlanan Aftonbladet gazetesinde çıkan yazısında şu yorumu yapıyor: “Körfez bölgesinin ve bütün Ortadoğu’nun altüst edilmesi senaryosu, Irak’ın bir tehlike oluşturmasından değil, ABD’nin kendi çıkarları için Saddam Hüseyin’i devirme saplantısından kaynaklanıyor. Saddam daha önce ABD’nin adamıydı. Onu ve Baas Partisi’ni iktidara CIA getirdi. Bir CIA görevlisi bu darbe için ‘en sevdiğimiz darbe’ demişti. 1980’lerde gücünü Ronald Reagan, Margaret Thatcher ve George Bush’tan aldı. Bunlar ona bol bol silah ve askeri malzeme gönderdiler; bunu çoğu kez yasadışı yollarla yaptılar.

ABD şu sıralarda Saddam Hüseyin’in eli kanlı eski generallerinden birini “Kendi haydut Saddam’ı” olarak yetiştirmeye uğraşıyor. Başta ABD’ninki olmak üzere Batı dünyasının ekonomik çıkarları, Irak petrollerinin garanti altına alınmasını gerektiriyor. Bunu da Washington’ın yeni Saddam’ı yapacak.”

Pilger yazısını şöyle tamamlıyor: “George Bush yönetimi bir ikilem içinde. Irak’a saldırı ve Ortadoğu’da çatışmalar, Amerikan askeri endüstrisine büyük katkıda bulunacak. Senato zaten bu sektöre 24 milyar dolar tutarında ek bir bütçe sağladı. Aynı zamanda, ekonominin çürümüşlüğü ve dev şirketlerin yöneticilerinin düzenbazlığı da gölgede kalacak. Bu skandallara Bush ve yakın adamları boğazlarına kadar batmış durumda.

Ancak, Irak’a yapılacak saldırının olumsuz sonuçları da olacak. Böyle bir adım, El Kaide örgütüne uzun süredir beklediği fırsatı verecek ve örgüt, aracılar eliyle Suudi Arabistan’ın ve dünyanın en önemli petrol kaynaklarının denetimini eline alacak. Bu olasılık, ABD yönetiminin ikileminin diğer ayağını oluşturuyor.”

(Gürhan Uçkan/Stockholm,
Cumhuriyet/2 Eylül 2002)



SHP’nin “muz cumhuriyeti”

Alev Er

Daha önce de söylediğini okumuştum çeşitli gazetelerde ama, dün CNN’deki manşet programında, yüzünde konforlu bir gülücük, yeniden tekrarladı SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın.

HADEP’le yaptıkları ittifak görüşmelerinin sonuçsuz kalmasının nedenlerini açıklarken, “Sizin bir yerlerden uyarı aldığınız, nereden çıktı şimdi bu HADEP’le işbirliği meselesi, tepkisi üzerine bu ittifaktan vazgeçtiğiniz söyleniyor” sorusunu şöyle yanıtladı: “Türkiye bir muz cumhuriyeti değildir. Öyle uyarılar yapılmaz, öyle müdahaleler olmaz partilerin ittifak girişimlerine...”

Bunu bilmiyorum. Konforlu bir gülücük çok akla yakın bir söylentiyi yalanlamaya yetiyorsa, buna inanmamız gerekir, tarih tam aksini gösterse de. Bu yüzden, bunu burada kesiyorum.

Ama şunu sürdürmeliyim ki, Türkiye, Karayalçın’ın “muz cumhuriyeti” olarak tanımladığı bir süreci çok yoğun yaşadı.

“Muz cumhuriyeti” hukuk devleti olmaktan uzaklaşmak, o devlete uygun kuralların dışına çıkmaksa, Karayalçın bunu böyle tanımlıyorsa eğer, oralarda epey oyalandık biz; epey insanımız, epey zamanımız kayboldu oralarda. Hiçbirini hâlâ bulabilmiş, yitirilen zamanı geriye akıtabilmiş değiliz henüz ve yine henüz, o yolu terkettiğimiz söylenemez...

Bu devletin zirvelerinde, bu ülkenin kendini başka türlü tarif eden insanlarının hukuk dışı yöntemlerle nasıl dize getirileceği, onların sözcüsü ve silahı olarak ortaya çıkmış örgütlerin, hukuk devleti olmanın gerektirdiği kurallar çiğnenerek nasıl çökertileceği kararlaştırıldı, çok değil on yıl önce.

Alınan o kararlara uygun illegal örgütler kuruldu; uyuşturucu kaçakçılığından o güne kadar kazanılan paraların devlet tarafından kurulan bu örgütlerce, devlet hiyerarşisi içinde ama aynı yasadışılıkla artık devletin kasasına nasıl aktarılacağı, bu paraların kendini başka türlü tarif eden insanların temsilcisi olduğunu açıklayan örgütü çökertmek için nasıl kullanılacağı ayrıntılı olarak planlandı, çok değil on yıl önce.

Ve bu planlar bütün acımasızlığıyla uygulandı; bu ülkenin bir bölgesi, yanından ya da içinden geçerken insanların çevreye bile bakmaktan çekineceği, adını duyduğunda ürpereceği kadar korku yaratan bir ün kazandı. Böyle oldu, çünkü “yargısız infaz üçgeni” denen bu yörede, evinden, yolda giderken arabasından kaçırılan sayısız insanın ensesine kurşun sıkılarak katledilmiş cesetleri bulundu.

Devletin resmi örgütleri, bu cinayetleri gerçekleştirmek için edinildiği sonradan ortaya çıkan silahları, devleti bile kandırarak ülkeye getirip “infaz üçgeni” katillerinin beline taktı.

Ve böyle böyle, binleri aştı bu ülkenin “devlete zararlı” sayılan vatandaşlarından sokak ortasında, güpegündüz “faili meçhul” ilan edilenlerinin sayısı.

Çok değil, on yıl önce.

Ve bütün bunların böyle olduğu çoktandır sır değil, çünkü devletin resmi raporlarında hepsi, yukarıda anlatıldığı gibi, açık açık yer aldı.

Ve bugün CNN Türk’teki konforlu gülüşüyle “Türkiye bir muz cumhuriyeti değildir” diyen SHP Genel Başkanı Karayalçın, o gün bir başka SHP’nin genel başkanı, ama bundan daha önemlisi, bütün bu “muz cumhuriyeti” faaliyetlerinden sorumlu hükümetin başbakan yardımcısı idi.

O yargısız infaz kararları, devletin tepelerinde, onun başbakan yardımcılığı yaptığı sırada alındı.

O yargısız infaz üçgenleri onun o siyasi sorumluluk üstlendiği dönemde kuruldu.

Devletin resmi raporlarına geçen, hukuk devletine değil ancak “muz cumhuriyeti”ne yakışan ne varsa, hepsine, haydi suçortaklığı demeyelim, sessiz tanıklık yaptı Karayalçın.

Zaman affeder belki ama, unutturmaz; hele böyle “muz cumhuriyeti” gibi kavramlara sarılırsan, asla...

Bu yüzden, bugünkü SHP’nin genel başkanı, o günkü SHP’nin genel başkanının sorumluluklarının hesabını vermeden, konforun bu kadarını yansıtamaz tebessümlerinde.

Ve o hesabı vermek için de insana gerçekten cesaret gerekir.

“Burası bir muz cumhuriyeti değil” cümlesini kurmaktan, dudaklara bu cümleye uygun tebessüm yapıştırmaktan daha fazla bir cesaret.

Karayalçın’la HADEP’in anlaşmasının ya da anlaşmamasının tek anlamlı yanı bu...

(Gazetem.net sitesinden alınmıştır...)