14 Eylül '02
Sayı: 36 (76)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist savaş hazırlıkları ve Türk burjuvazisinin uğursuz rolü
  "İMF solcuları" göreve hazırlanıyor
  CHP kimin partisiı
  İlke yoksunu reformist solun maskesi düştü
  Amerikan halkı kendi tarihiyle yüzleşiyor!
  ABD emperyalizminin Irak'a saldırı hazırlığı
  Hak kazanımının yolu fiili-meşru mücadeleden geçiyor!
  Gençlik geleceğe güvenle bakmak istiyorsa, çözüm "seçim" değil devrimdir!
  12 Eylül'den 11 Eylül'e...
  ÖO direnişçisi Hamide Öztürk şehit düştü...
  Seçimler ve devrimci sınıf çizgisi
  Kapitalist sisteme karşı mücadele kadınların tek kurtuluş yoludur
  MHP'nin yalanları ve gerçekler
   Amerikancı çizgiye ve İMF-TÜSİAD programına sadakat
   Amerikan müdahaleciliği konusunda tarihçi Howard Zinn ile söyleşi...
   Reha Tekstil'de patron-sendikacı işbirliği ile 70 işçi işten atıldı
   Alman işçi sınıfına yönelik kapsamlı bir saldırı
   11 Eylül ve sonrası
   Faaliyette sabır, soluk ve kararlılık
   11 Eylül 1973: Şili'de askeri faşist darbe!
   Savaş senaryoları yalan üzerine kurulu
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
11 Eylül ve sonrası...

Serhat Ararat

11 Eylül saldırılarının üzerinden tam bir yıl geçti. Bu bir yılda dünyamız önemli gelişmelere sahne oldu. Daha da önemlisi bu bir yıl içinde açığa çıkan eğilimler, önümüzdeki on yılları şekillendirme ve etkileme potansiyeline sahip. 11 Eylül 2001 günü en önemli güç sembolleri olan “İkiz Kuleler” yerle bir edildiğinde, Pentagon vurulduğunda, tek kutuplu dünyanın tek patronu ABD, dünyaya savaş ilan etmekten bir an bile geri durmadı. Yerle bir edilen sistemin sembollerinin tozu dumanı altında ABD emperyalizminin temsilcileri, dünyayı bir imparatorluk olarak algılama ve yönetme stratejisinin ikinci ve final aşamasını açıklıyorlardı. Ve o günden bu yana bu stratejik planlarını kesintisiz bir biçimde uyguluyorlar.

11 Eylül’de İkiz Kuleler ve Pentagon vurulduğunda, yeni bir çağın başladığını, eski çağın artık kapandığını değerlendirenler az olmadı. Hatta İmralı Partisi gibi hızını alamayarak bu yeni döneme ilişkin “Statükoya karşı demokratikleşme dönemi” gibi çok çarpıtılmış ve abartılı değerlendirmeler yapanlar da oldu.

Kuşkusuz 11 Eylül olayı önemliydi, ABD’nin öteden beri sürdürdüğü ve bir türlü oturtamadığı rakipsiz ve tek başına dünyayı yönetme, dünyanın tek hegemonik gücü olarak sistemi sürdürme stratejisini yeni bir aşamaya sıçratmada önemli bir bahane oluşturdu. Dünya çapında “Teröre karşı mücadele” adına yeni bir gericilik ve özel savaş sürecini başlatmada 11 Eylül olayları tüm emperyalist devletler tarafından kullanılan bir bahane oldu. Hemen hemen bütün emperyalist devletler daha sıkı, demokratik hak ve özgürlükleri tırpanlayan özel savaş yasalarını yapıp uyguladılar. Bu, bir bakıma toplumsal ve sosyalist güçlere, ulusal kurtuluş hareketlerine karşı topyekûn bir saldırı ve gericilik dönemi oluyordu. Bu noktada bütün emperyalist ve gerici devletler ağız ve işbirliği içindedrler. Ama bütün bunlara rağmen “yepyeni bir dönemin” başladığını söylemek abartılı ve daha önceki gelişmeleri görmemek anlamına gelir.

Bilindiği gibi Sovyet blokunun çökmesinden sonra ABD elindeki askeri, siyasal ve ekonomik gücü kullanarak dünyanın tek egemeni olarak kalmak istiyor ve kendisine yeni bir rakibin çıkmasını istemiyordu. Bu tek kutuplu dünya düzenine de “Yeni Dünya Düzeni” adını takmıştı. Yeni Dünya Düzeni tanımı ve politikası, ABD’nin dünyayı tek başına yönetme ve diğer güçlere bu olguyu kabul ettirme stratejisinden başka bir şey değildi. Diğer emperyalist güçler de güçlerinin farkındaydılar. ABD karşısında cepheden tavır alma ve kendi aralarında bir blok oluşturma güç ve olanakları yoktu. O nedenle görüntüde öteden beri varolagelen ABD hegemonyasını kabul etmeyi ve pay almayı, aralarındaki çelişkileri görece “çözme” yolu olarak “uzlaşmayı” esas aldılar. Buradaki “uzlaşma” bir paylaşımı i&cceil;eriyor ve aralarında varolan çelişkiyi şiddetlendirme potansiyelini taşıyordu. 11 Eylül’den bu yana geçen bir yıl içinde yaşanan gelişmeler, emperyalistler arasındaki çelişkilerin özünü ve gelişme eğilimini biraz daha netleştirdi. Bu noktayı aşağıda biraz daha açmaya çalışacağız.

11 Eylül saldırıları, ABD’nin kalbinden ve beyninden vurulabileceğini somut olarak ortaya çıkardı. Bu, emperyalist sistemi kadiri mutlak gösteren anlayışlar için ölümcül bir darbe oldu. Ancak bundan yanlış sonuçlar çıkarmamak gerekir. Kendi başına bu tür saldırılarla sistemin yıkılacağını sanmak da safdillikten başka bir anlama gelmez.

Gelinen noktada ABD emperyalizmi, 11 Eylül olaylarının ortaya çıkardığı siyasal ve psikolojik sonuç ve etkileri ustaca kullanmasını bildi. Tam anlamıyla kitleler ideolojik ve psikolojik bombardımana tabi tutuldu. Kamuoyu tek yanlı şartlandırıldı ve yeni bir barbarizm dalgasının siyasal ve psikolojik alt yapısı oluşturuldu.

11 Eylül saldırılarının hemen ertesinde ABD, Afganistan ve El Kaide örgütünü baş düşman ilan ederek savaş hazırlıklarına başladı. Çok geçmeden Afganistan’a bombalar yağdırdı. Kuşkusuz Afganistan’ın işgali ve hegemonya altına alınması çok önceleri üzerinde düşünülen ve planlanan bir konuydu. Dünyaya tek başına egemen olmak isteyen bir devlet, öncelikle Avrasya ve Ortadoğu’ya egemen olmak durumundadır. Avrasya ve Ortadoğu petrollerini ve petrol yollarını denetlemeden dünya hegemonyasında rakipsiz kalmak da mümkün değildir. Bu düşünceler, Brezinsky gibi emperyalist strateji üreticiler tarafından çok açık, net ve ikirciksiz bir biçimde dile getirilmiştir. Avrasya hegemonyası, öncelikle Afganistan’ın düşürülmesinden geçiyordu. Bu nedenle 11 Eylül olayları çok iyi bir biçimde kullanılarakAfganistan’a saldırıldı. Taliban karşıtı güçler de kullanılarak Taliban iktidarı kısa bir süre sonra dağıtıldı, yerine haydut ve eşkiya çetelerinden başka bir şey olmayan “Kuzey İttifakı” güçlerinden bir hükümet kuruldu. Afganistan hegemonya savaşı geniş bir inceleme ve değerlendirme konusudur. O nedenle ayrıntılarına girmek bu kısa makalenin konusu değil. Biz daha çok son bir yılda ortaya çıkan gelişme eğlimlerinin yönüne işaret etmeye çalışıyoruz.

ABD, kendi müttefikleriyle birlikte Afgan savaşında istediği hedeflere ulaşabildi mi, ya da ne kadar? Bir kez eşkiya ve savaş ağalarından oluşan yerel işbirlikçiler aracılığıyla Afganistan’a tam egemen olmak, istikrar sağlamak ve kesin denetimi kurmak mümkün değildir. ABD düşmanlığı gelişiyor, kukla hükümetin üyelerine peşpeşe suikastlar yapılıyor, en son devlet başkanına bir suikast yapıldı. Kendini korumaktan aciz kukla hükümeti ve başkanını ABD güçleri korumaya başladılar. Bütün bunlar Afganistan’ı istikrarlı bir denetim altında tutmanın öyle kolay olmadığını çok net bir biçimde gösteriyor. Katliamlarla, gırtlağına kadar savaş suçuna bulaşmış kukla bir hükümetle Afganistan’ı denetlemek neredeyse olanaksızdır. Bu yönlü gelişmeler daha da büyüme eğilimindedir. Açığa çıkan bu e&crren;ilimi değerlendirdiğimizde, ABD’nin Afganistan’da başarısız olduğu ve bunun kendi içinde Vietnam türü bir bozguna dönüşme eğiliminde olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Ancak bu madalyonun bir boyutudur. Öteki boyutu da şöyle. ABD, Afganistan saldırısı ile Orta Asya’da önemli stratejik avantajlar yakalamış bulunuyor. Eski Sovyet cumhuriyetlerinin bir çoğunda askeri üs kuran ABD, Rusya ve Çin karşısında da böylece önemli bir üstünlük yakalamıştır. ABD, bu üstünlüğün kurumlaşması ve kalıcılaşması ölçüsünde Avrasya hegemonyasının rakipsiz bir biçimde kesinleşeceğini düşünüyor. Ama öyle de olsa işlerinin çok kolay olmadığı, olmayacağı kesindir.

Afganistan hegemonya savaşı ile yapılması kesinleşmiş gibi olan Irak saldırısı aynı stratejinin iki unsurudur. Kesin denetim altına alınmış, İsrail için bir tehdit olmaktan çıkarılmış bir Irak, Ortadoğu egemenliği açısından kaçınılmaz görünüyor. Bu nedenle Irak’a saldırmak ve Irak’ı Ortadoğu ve dünya politikaları bağlamında yeniden şekillendirmek için hummalı bir askeri, siyasal-diplomatik çaba içindedirler.

Afganistan saldırısını destekleyen ve uzlaşarak hegemonya savaşından geri kalmak istemeyen AB, Irak saldırısı karşısında farklılığını açıkça dile getirmeye başladı. ABD-AB çelişkisi başka konularda da su yüzüne çıktı: Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi ilgili anlaşmayı, Kyoto Protokolü’nü, biyolojik silahların denetlenmesiyle ilgili ulusalararası sözleşmeleri ABD imzalamadı ve bu konuda kendisini bağlayan girişimleri reddetti. Bu tutumunu Johannesburg Zirvesi’nde de sürdürdü. Öte yandan daha önce imzaladığı Balistik Füze Anlaşmaları’nı da tek yanlı bir biçmde iptal ettiğini açıkladı. Satır başlıkları biçiminde özetlemeye çalıştığımız bu gelişmeler iki temel eğilime işaret ediyor:

Bir: ABD, dünyayı bir imparatorluk biçiminde algılama ve tek başına yönetme stratejisine sahiptir ve bunu ödünsüz bir biçimde uygulamaya çalışıyor. Afganistan savaşı, Irak saldırısı ve özetlemeye çalıştığımız diğer gelişmeler bu stratejinin kendisini anlatıyor.

İki: ABD ile AB arasındaki çelişkiler giderek su yüzüne çıkmaya başlamıştır ve bu çelişkiler büyüme eğilimindedir. Körfez Savaşı, aynı zamanda bir yönüyle, ABD’nin tek hegemonik gücünü ve güçler hiyerarşisini başta AB olmak üzere diğer emperyalist güçlere kabul ettirme ve onaylatma savaşıydı. Yeni bir Irak savaşı ise emperyalistler arası çelişkileri yeni bir noktaya taşıma savaşı olma eğilimine gebe görünüyor. Bu durum önümüzdeki on yılların çehresini ve güç dengelerini şekillendirmeye ve etkilemeye aday görünüyor.

Hiç kuşkusuz, ABD emperyalizminin temel hedeflerinden biri devrimci ulusal ve toplumsal kurutuluş hareketlerini bastırmak ve soluksuz bırakmaktır. 11 Eylül’den sonra yaptıkları yasalar ve uygulamalarla bunu çok somut olarak gösterdiler. Açık ki devrimci ulusal ve toplumsal kurtuluş hareketleri de gelişmeleri değerlendirerek emperyalist hegemonya savaşına ve barbarizme karşı güçlü bir enternasyonal barikat örme görev ve sorumluluğu ile karşı karşıyadırlar.

Bu enternasyonalist barikatın bir “ulusal” ayağını oluşturmak ve güçlendirmek için Kürdistan devrimcilerinin de omuzlarında ağır bir yük vardır. Gericiliğin, tasfiyeciliğin ve düzen içi bataklığın bu kadar yoğunlaştığı bir dönemde, Güney Kürdistan’daki kazanım ve değerlerin yokedilme tehdidi altında bulunduğu bu dönemde Kürdistan devrimcileri toparlanma, kendilerini yeniden örgütleme ve ayağa kalkma çabalarını daha etkin ve sonuç alıcı bir tarzda yürütmek durumundadırlar.