26 Ocak '02
Sayı: 04 (44)


  Kızıl Bayrak'tan
  Kürt sorunu ve "ana dilde eğitim" hakkı
  "AB'ye uyum yasaları" adı altında faşist rejim tahkim ediliyor
  Sermayenin yeni saldırı hamlesi
  Soygun yasası onaylandı
  Türkiye nasıl "dünya devleti" oldu?
  Sınıfın kazanımlarına yönelik saldırı kurumlarına bir yenisi ekleniyor
  Emperyalist tekellere sınırsız sömürü özgürlüğü
  F tipi "sohbet genelgesi"
  "F tipinde isyan", "Hain tuzak" ya da "The Day After"
  Dünya ölçüsünde güçlenen sınıf mücadeleleri
  Nazım Hikmet'e mektup...
  Siyonist terör kıskacında boğulmak istenen Filistin direnişi
  İsrail şimdi daha mı güvende?
  "Anadilde eğitim" kampanyası ve gerçekler...
  Sorunlarımızı devrimci mücadele programıyla aşabiliriz
  Mücadele tarihimizden...
  TİSK saldırı hazırlığı içinde
   Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
“İnanarak dövüşenler, kendilerini Ölüm Oruçlarıyla
mücadeleye feda ediyorlar...”

Nazım Hikmet’e mektup...

Manolis Glezos

(Bellek postacılarına ricam bu mektubu Nazım Hikmet’e ulaştırmalarıdır... Nazım’ı, evrensel edebiyat tarihinin sayfalarında, insanlığa yapılan zulme ağlarken bulacaklardır... Mezar numarası: 1902-1963)

Kardeşim Nazım; kirli hücremde yatarken, adım adım ilerleyen tarihin penceresinden bir sabah, burada, Yunanistan’da yargılanmak üzere, kalbinin yarısını gönderdin. İşte o an, zulmün, haksızlığın cenderesinde uyuşmuş olan acı bile derinden of çekti, iç geçirdi... Taşlar çatırdadı, yeryerinden oynadı senin mesajınla sevgili Nazım. Ölümü beklediğim o an, önümde hayat kapıları açıldı, yeryüzü hiç tükenmezcesine umut ışığıyla aydınlandı.

O günlerden bu yana yaklaşık yarım asır geçti. Şu an, Naksos (Yunanistan) adasında bir sahildeyim. Sıcacık kumlu bu sahil kıyısında, huzurlu bir uykunun uyuşukluğuna teslim olmuşum. Koyu maviden yeşile çalan gök mavisine kadar, inanılmaz ölçüde bir renk cümbüşünü içinde barındıran denizin tadını çıkarmaya çalışıyorum... Kumsalı yalayan dalga seslerini, kayaların gürüldemesini, fundalıkların hışırtılarını, ağaçlarda uğultuya dönüşen Ege rüzgarlarını iliklerime kadar hissediyorum.

Çevrede yeterince insan var ve herkes kendi dünyasını yaşıyor... Birçoğu umursamazlığın şezlonglarına uzanmış bir vaziyette güneşleniyorlar. Bir kısmı ise hayatın gerçek yüzünü gösteren güneşten yanmamak için, pembe dizilerle, TV şovlarıyla, beyinleri afyonlayan haber bültenleri ile kremleniyorlar.

Ansızın tarihin derinliklerinden esen tatlı bir bilinç melteminin etkisiyle olacak, toparlanıyor ve uyuşukluğu üzerimden atıyorum. Bana gönderdiğin mesajın üzerinden yarım asırdan fazla bir zaman geçmişti... Mesajını aldığım andan itibaren, ölümü bir kader olarak beklemekten vazgeçmiştim ve ölüm, seslerinizden ürküp, derin bir utanç içinde çekip gitmişti...

Şu an demir parmaklıklar arkasında bir mahkum değilim. Ancak, derin bir uçurumdan aşağı hızla savrulduğumu hissediyorum. Yaşadığımız gerçeklikler içinde, kabullenebildiğim tek şey, demokrasinin solgun güneşi...Solgun diyorum, çünkü hızla örgütlenip, süreç içinde şekillenip artık vazgeçilmez bir yönetim sistemi haline gelen uluslararası gücün kara bulutları onu gölgeliyor. Öyle bir güç ki, artık pratik uygulama aşamasında değil, ekonomiden kültüre ve politikaya kadar her alanda oligarşik temel ve tek güç durumunda... Çünkü, yasama gücü olarak (G-8), yürütme gücü olarak (dünya önderi), polis gücü olarak (NATO) ve yargı gücü olarak da (İnsan Hakları Mahkemesi, Hagi vb.) şeklinde yapısal kurumlaşmasını sağladı...

Bu sistem içinde halkların konumu hiç ama hiç önemsenmedi. Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı ve uluslararası dayanışmanın teminatı olması gereken Birleşmiş Milletler örgütünün iradesi dahi çok kaba yöntemlerle ayaklar altına alındı. Uluslararası dayanışmanın yerini, halkların köleleştirilmesi aldı...

Bugün, tıpkı 50 yıl önceki gibi, ellerim arkadan kalın zincirlerle bağlı olmasına bağlı değil... Ancak, kalbim, hakka ve hukuka hasret, ekmeğe ve suya hasret Afrika’nın çocukları ile, tekellerin çöplüklerinde bir parça yaşam, özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık arayan yerkürenin tüm ‘günahkar’ insanlarıyla birlikte uluslararası sermayenin çarmıhına gerilmiş...

İstatistikler, yeryüzünde yaşayan 6 milyar insandan 4,5 milyarının susuzluktan dolayı acı çektiğini, açlıkla savaştığını ve hastalıklardan öldüğünü, asgari sağlık koşullarından, eğitimden ve hatta temel ihtiyaçlarını karşılamaktan yoksun oldukların işaret ediyor! Bunlar gerçekler...

Bu gerçeklerden nasıl kaçabilirim, kaçılabilir?

Bunları dile getirmemek mümkün mü?

Bahsedilen sadece rakamların toplamı değil, bahsedilen insan bilincinin kabullenemeyeceği, vicdanımızın bütün basamaklarında tökezleyecek canlı insan gerçeği...

Bundandır ki, gece gündüz aralıksız gözyaşı denizinde kürek çekiyorum. Öfkenin köpüklü dalgaları arasında ve acının suskun sularındayım. Hafızamı ve bilincimi tazeleyip, okyanusun kapılarını ardına dek açmayı düşlüyorum. Biliyorum ki, unutmanın kabuğunu paramparça ettiğim an, her yer tarihe şahitlik ederek şehit düşenlerin hayallerini dalgalandıran acı gerçeklerle dolacaktır...

İç savaş fırtınası içinde, kinin ve nefretin kızıl saatleri akla durgunluk veriyor. Kederin ve acının feryatları, demir parmaklıkların gerçekle yüzyüze olan aralıklarında ve kalbimizin penceresinde çırpınıyor. Bütün ölen kardeşlerimiz, sahte mutlulukların narkozundaki bilincimizi uyarmak üzere geliyorlar ...

Orada, sessiz hıçkırıkların taşlaştığı kirli hücrelerde, dayanılmaz acılar içinde kıvranarak gözyaşı döküyorlar... Ve kristalleşen bir hilkat garibesi olmamak için de birer ikişer bizleri terk edip gidiyorlar.

Sessizlik, gerilimden ürkmüş bir şekilde gürültüye boyun eğiyor. Bu gürültü dinmeli, şamata kesilmeli ve seni dinlemeliyiz...

Niçin inim inim inliyorsun Nazım Hikmet? Niçin derin bir utanç içinde yüzünü çeviriyorsun?

Sen de böylesi olayların yaşanacağını tahmin etmiyordun, değil mi? Haklısın! Gerçekle bağdaşmayan, mantıkla alakası olmayan bir fantazi dünyasında bile böyle olayların cereyan edebileceği kimin aklına gelebilirdi ki? Sen, hiç kafesteki kuşları vuran bir avcı gördün mü? Ben görmedim! Çünkü, çok iyi biliyorum ki, ne Türkiye’de ve ne de Yunanistan’da avcılar kuşları su içerken bile vurmazlar...

Ağlama sevgili Nazım. Dişini sık, duygularını kontrol et. İnsanlığa derin eziyetler çektiren ağır kış mevsiminin içinde, fedekarlık tarlalarına ektiğimiz bütün tohumların filizlenmesini bekleme! Bütün bu ekilen tohumların bir kısmı filizlenip, çiçek açabilir. Bir kısmı olgunlaşabilecek ve ne yazık ki çok az bir kısmı ürün verecektir. Çünkü umutlarımızı kefenleyen yoğun kar, soluklarımızın filizlenmesine izin vermiyor.

Değerlerimizin, düşüncelerimizin saklı olduğu kutsal emanetler sandığının önünde öyle şaşkın durma kardeşim.. Onlar merasimlerin mezar soyguncuları tarafından tutuklular. Mezar bekçileri anıları taşlarla kapatamadıklarından dolayıdır ki, iktidarların amaçlarına uygun olarak içeriği boşaltılmış anıtlar yerleştiriyorlar, şatafatlı mezartaşlarıyla göz boyamaya çalışıyorlar.

Gel kardeşim, bu zavallı sefaleti bir kenara atarak tarihin bilinmeyen gerçek sayfalarının önünde buluşalım. Dünyanın efendisinin kinden, baskı, zulüm, ölümden oluşan felaket rüzgarlarına karşı durmak ve sahteliklerini gözler önüne serebilmek için tarihin gerçek sayfalarını bir kez daha okumak zorundayız.. Çok iyi biliyorsun... İnsanlık, insan olmayı öğreninceye kadar çok acı çekecek. Acı ve çile yolu oldukça uzun. Bu yolda bir parça insanca yaşam uğruna bedel ödeyenlerin ise haddi var hesabı yok...

Senin de gayet iyi bildiğin gibi, eskiden katiller ve cellatlar yüzlerini gizlerlerdi. ‘Sosyal devlet’ ve ‘toplumsal kimlikli siyasi partilerin’ hüküm sürdüğü günümüzde ise cellatlar kendilerini tümden gizliyorlar. İnsanları kilometrelerce uzaktan katlettiklerinde, çaresiz ve savunmasız insanların umutlarını tükettiklerinde, ‘değişim’, ‘yenilik’ maskesi altında ve gösterişli ünvanlarla, gerçek kimliklerini tamamıyla saklıyorlar. Bu vahşetin adını da ‘kişilik hakları’, ‘insan hakları’, ‘anti-terör kanunları’ olarak koyuyorlar...

Sakın ha yanılgıya düşme... Kendi koydukları kanunlar, kendileri için geçerli değil. Bu kanunlar sadece, mevcut iktidarlardan hoşnutsuz olan ve mevcut iktidarlara güvenmeyenlere karşı; ve yine mevcut iktidarlar tarafından, ‘serseri, anarşist, eşkiya, şarlatan, terörist, provakatör’ olarak adlandırılan muhaliflere karşı işletiliyor.

Elbette bu kanunlar tıpkı bukelemun gibi her şarta uyarlanabiliyor ve istenildiği gibi uygulamalara kılıflar da bulunabiliyor. Şengen antlaşması bunun için iyi bir örnek teşkil ediyor. Bu anlaşmayı istedikleri biçimde yorumluyor ve uyguluyorlar. Cenova’daki halk gösterisine yapılan darbe keyfiyete iyi bir örnek teşkil ediyor. Arıza giderilinceye kadar, elektrikleri kestiler, kanunu işlevsiz hale getirdiler...

Aynı saatlerde, hak ve hukuk inanılmaz bir şiddetin mengenesinde inim inim inlerken, oligarşinin cüppeli köpek balıkları ise bunu ‘adalet’ olarak nitelemekte gecikmiyorlar...

Ve yine aynı saatlerde, Türkiye’deki siyasi tutuklular tek kişilik tecrit hücrelerinde birer ikişer öldürülüyor... İnanarak dövüşenler, kendilerini ölüm oruçlarıyla mücadeleye feda ediyorlar.

Ak günler için, tavında dövülmüş demir gibi yazılmış türkülerim, gaz lambası ışığında, hak ve adaletin mukaddes taşıyıcılarını beklerken yanıp kül oldular. Bana kalan tek şey ise kalbim... Kalbimi, sessizce akan umut pınarlarından damla damla biriktirdim; yeraltında saklanan insanların sığınaklarında sakladım; dev dalgaların arasından, bütün engel ve tuzaklardan geçirdim ve Cenova’da Karlo Culyani’nin kanıyla yıkayarak vaftiz ettim... Fısıltıyken, öfkenin sesi oldu.

Kalbimi, kardeşlerine, kardeşlerimize, adalet için savaşan inanç savaşçılarına, direniş meşalelerini sürekli alev alev taşıyan şanlı Anadolu delikanlılarına gönderiyorum...

Bu, onlarla ilgili endişelendiğimizin, kaygılarımızın olduğunun habercisidir. Aynı zamanda, sarp dağlara ulaşmak için yürüdüğümüz patikalarda birlikte yürümek için, ölümün harman yerinde, elele halay çekmek ve sabrın türkülerini birlikte söylemek için yapılan bir çağrıdır ...

“Acıya dayansın diye yüreğimi bölüşüyorum.”

Manolis Glezos tarafından Türkiye’de F tipi cezaevlerindeki zulme ve direnişe ilişkin olarak kaleme alınan bu metin, Yunanistan’ın en büyük günlük gazetelerinden ‘Elefterotipia’da, 9 Kasım 2001 tarihinde yayınlandı.
Metin E. Dialekti tarafından Türkçeleştirildi.



Onbeşler’in Kitâbesi

Kazıdık Onbeşler’in ismini,
kanlı kızıl bir mermere!..
Bir çelik aynadır gözlerimiz,
Onbeşler’in resmini
görmek isteyenlere...



Manolis Glezos:

Akropol’den Nazi bayrağını indiren direnişçi

Yunanistan’da ulusal kahraman olarak kabul edilen, 1922 doğumlu Manolis Glezos, 1941-44 Yunanistan’ın Nazi işgali döneminde, faaliyetlerinden ötürü defalarca tutuklandı, 30 Mayıs 1941’de dünyanın yedi harikasından biri olan Akropol’de bulunan Nazi bayrağını indirdi, Naziler tarafından 1942’de tutuklanarak ölüme mahkum edildi. Ancak baskılardan dolayı serbest bırakıldı.

M. Glezos, 1942’den 1971’e kadar toplam 28 defa tutuklandı, 11 yıl 5 ay cezaevinde, 4 yıl 6 ay ise sürgünde yaşadı. 1967 yılında Yunanistan’daki askeri cuntaya karşı EDA isminde bir parti kurdu ve başkanlığını yürüttü. 1981 yılında PASOK partisinden milletvekili seçildi. 1984 yılında Avrupa Parlamenteri oldu. Aynı zamanda Dünya Gazeteciler Birliği, Dünya Ulusal Direnişçiler Konfederasyonu ve Dünya Barış Hareketi yönetim kurulu üyeliği yaptı. 1963 yılında Lenin Barış Ödülü’ne layık görüldü.



Barış uğruna mücadelede şairin rolü

Nâzım Hikmet

Karanlık zamanlarda

Demeyecekler: Ceviz ağacı rüzgarda sallandığı sıralar.
Ama diyecekler: Badanacı işçileri ezdiği sıralar.
Demeyecekler: Çocuk yassı taşı ırmakta kaydırdığı sıralar.
Ama diyecekler: Büyük savaşlar hazırlandığı sıralar.
Demeyecekler: Kadının odaya girdiği sıralar.
Ama diyecekler: Bütün güçlerin işçilere karşı birleştiği sıralar.
Demeyecekler: Karanlıktı o sıralar.
Ama diyecekler:
Neden şairleri sessizdiler?

Bertolt Brecht

Barışseverler safında faal bir mücahit olarak, barış için savaşmamız gerektiğine kesinlikle inanıyorum. Barış bir hediye gibi kabul edilemez, kazanılmalıdır.

Barış uğrunda mücadele çeşitli şekiller alır. Örneğin kapitalist ülkelerde, bu mücadele ağır hapis yılları, baskı ve ezgi görmek tehlikesi ile karşılaşmaktadır. Bütün bu tehlikelere rağmen, harpten nefret eden halk kitleleri barış bayrağı altında toplanmadıkça barış kazanılamaz... Bu mücadelede her ilerici aydın, dahası namuslu her aydın, görevini anlayarak hazır bulunmalıdır. Barış uğruna mücadelenin, insanlığın geleceği ile ne kadar bağlı olduğunu, şairlerin ve yazarların şiirlerinde, romanlarında, hikayelerinde yazmaları bir görevdir. Tüm dünyada bilim adamları, teknisyenler, her günkü yaratıcı faaliyetleri ile harbe karşı, barış cephesinde yer almalıdırlar.

Ben bir şairim, ve bu mücadelede şairin ne yapması gerektiğini daha iyi anlatabilirim. Şuna inanıyorum ki, onların sorumluluğu, mühendislerin, teknisyenlerin sorumluluğundan bir damla olsun az değildir. Bilakis daha da büyüktür. Bir mühendis bir köprü inşa ederse, onun sorumluluğu o köprünün yıkılmamasıdır. Fakat köprü yıkılırsa, felaket bir derece mahduttur, eninde sonunda köprü yeniden inşa edilecektir. Fakat şair, ruhun mühendisidir. Onun sesi, milyonlarca insana, onların ruhuna, kalplerine hitap etmektedir. Kelimenin bu muazzam gücü, her şairi gururlandırmalı, onu sorumluluk bilincine kavuşturmalıdır. Barış ve ülkelerin saadeti için mücadele eden namuslu şairler bu görevi gayet iyi bilmelidirler. Şairin hayatı ile edebi faaliyeti arasında hiçbir ayrılık olamaz. Biri pratikte, biri şiirde, iki hayat yaşamıyoruz. Tek bir vücuduz.
Günümüzün gerçek şiiri, barış mücadelesinden esinleniyor. Pablo Neruda, Aragon gibi başka büyük şairler, aynı zamanda bütün moral güçleriyle, barış mücadelesine faal surette katılıyorlar. Bir şair bu niteliği kazanmasını biliyorsa, eserleri bu mücadelenin kesin izlerini taşıyacaklardır. Şiirleri, ümit dolu, yaşam aşkını dile getiren, kuvvetli şiirler olacaktır. Mücadeleci şair, insanlığın geleceğine inanır ve bundan dolayı da korkunç denemelerden geçse de yazılarında ümitsizlik asla sezilmez.

... Bir şair gerçekten bu görevi yerine getirmek istiyorsa, şiirlerinin şekli kesin ve basit, muhtevası kuvvetli olacaktır. Şair açık, direkt, her insanın kalbine giden bir dil kullanacaktır. Başarılı olması için de bu dili büyük bir dikkatle işleyecektir. Halkının canlı dilini temel alacaktır. Benim için fikri en başta önemli olan halkımdır. Pek az yaşadığım hürriyet yıllarımda, bir şiir yazdığımda, işçi semtlerini gezer, fakir kahvehanelerine girer okurdum. Bu adetime, hapishanede de devam ettim. Yazdığım her satırı, birlikte kapalı kaldığım köylü ve işçilere imkanım oldukça okudum. Onların gözlem ve eleştirilerini dikkatle not ettim. Çünkü benim için pek kıymetli idi. Şair halk kitleleri ile daimi temasta bulunmalıdır, kelimelerinin gücü onlardan gelmektedir.

Bu konuda bizim edebiyat tarihimizden önemli bir olayı anlatmak istiyorum. Abdülhamid`in karanlık hükümdarlık devresinde, burjuva demokratik haklar için savaşmış olan Namık Kemal adında bir şairimiz vardı. Faaliyetlerinden dolayı bir adaya sürgün edilmişti. Namık Kemal`in şiirleri tutumunu aşamamasına rağmen, halk onun kişiliği etrafında altın bir efsane dokumuştu. Namık Kemal`in sürgünü, uzun yıllar hapse çevrilmişti. O zaman halk kendi yarattığı şiirleri, ona cömertçe atfetti.

Bu olay şiirin ne güce sahip olduğunu (Abdülhamid Namık Kemal`den ciddi surette korkuyordu) ve halkın kendi acı ve emellerini yansıtan şiirlere ne kadar susamış olduğunu gösterir. ... İlerici şiiri seven ve sayan halk, bizim tarafımızdadır. Şiirin gerçek ve değerli kuvveti, bizim tarafımızdadır. İlerici şiirin zaferi yalnız benim ülkemde değil tüm dünyadadır. Ve dünyanın en iyi şairleri, en değerli yazarları, büyük barış cephesinin faal mücahitleridir. Bu durum bilim adamları için de bir gerçektir. İşte barışa hizmet eden gerçek şiirden, savaş kışkırtıcıları bundan dolayı korkmakta ve nefret etmektedirler.

Şiir; barış, halkların egemenliği, insanların mesut geleceği uğrundaki mücadelede yer alırsa, hepimizin inandığı üzere daima zafere götürecek bir silahtır.

CONTEMPORANUL dergisi
(9 Haziran 1951, Romanya)