26 Ocak '02
Sayı: 04 (44)


  Kızıl Bayrak'tan
  Kürt sorunu ve "ana dilde eğitim" hakkı
  "AB'ye uyum yasaları" adı altında faşist rejim tahkim ediliyor
  Sermayenin yeni saldırı hamlesi
  Soygun yasası onaylandı
  Türkiye nasıl "dünya devleti" oldu?
  Sınıfın kazanımlarına yönelik saldırı kurumlarına bir yenisi ekleniyor
  Emperyalist tekellere sınırsız sömürü özgürlüğü
  F tipi "sohbet genelgesi"
  "F tipinde isyan", "Hain tuzak" ya da "The Day After"
  Dünya ölçüsünde güçlenen sınıf mücadeleleri
  Nazım Hikmet'e mektup...
  Siyonist terör kıskacında boğulmak istenen Filistin direnişi
  İsrail şimdi daha mı güvende?
  "Anadilde eğitim" kampanyası ve gerçekler...
  Sorunlarımızı devrimci mücadele programıyla aşabiliriz
  Mücadele tarihimizden...
  TİSK saldırı hazırlığı içinde
   Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
F tipi “sohbet genelgesi”

Faşizmin hücrelerinde süregiden direniş düzeni zorlamaya devam ediyor. Akıl almaz vahşilikteki katliamlardan, zorla müdahale işkencesinden, bin bir oyun ve dalavereden sonra bakanlık, şimdi de, güya 10’arlı sohbet imkanı tanıyan bir genelge ile direnişin karşısına çıkmış durumda.

Bakanlığı böyle bir “adım” atmaya, bazı demokratik kitle örgütlerinin kampanyasını sürdürdüğü “3 kapı-3 kilit” projesinin zorladığı düşünülebilir. Projenin kendisi değilse bile, bu gelişmenin kamuoyunun yeniden zindan direnişleri ile ilgilenmeye başladığını göstermesi bakanlığı kuşkusuz sıkıntıya sokuyor. Onlar direnişi suskunluk fesadında boğabilmek için bu demokratik kurumlara ve üyelerine az baskı uygulamadılar, az tehdit savurmadılar. Tüm Yargı-Sen’in epeyce üye ve yöneticisi, bu nedenle cezalandırıldığı için halen içerde tutulmakta. Sadece bu örnek bile egemenlerin “destek” konusundaki hassasiyetlerini göstermeye yetmektedir. Bu yüzden, getirilen önerinin içeriği ne olursa olsun, kamuoyunun, hücreler ve hücrelerde süren direnişle ilgileniyor olması onları tedirgin etmeye ytiyor. Ayrıca, zaten direniş yüzünden yeterince tedirginler. Bildikleri, duydukları tüm yöntemleri kullanmalarına rağmen direnişi ezmeye güç yetiremediler çünkü. “3 kapı-3 kilit” önerisi tüm bu rahatsızlığın üzerine geldi. Dolayısıyla da sıkıntılarını artırdı.

Bakan beyin projeye ilk yanıtı, her zamanki gibi sert ve karşı oldu. “Olacak şey değil, prosedüre aykırı, bana danışmadılar bile...” içerikli açıklamaların ardından kendi önerisini getirdi: Direnişi bırakmak şartıyla üçerli-beşerli görüşme hakkından yararlanabilirlerdi... “Sohbet genelgesi”ne dönüşen soytarılığın ilk hali işte buydu. Genelgede şart biraz yumuşatılmış, sohbete katılacakların sayısı ise artırılmıştı. Devrimci tutsaklar, “eğitim programına katılma şartıyla, 10’arlı sohbet imkanını kullanabilecekler”di!.. Haber, burjuva basında dahi “F tipi şart bitmiyor” gibi başlıklarla verildi. Anlaşılan, katliamlarda doğrudan sorumluluk üstlenen medya bile devrimci direnişin gücünü farketmeye, basıncını hissetmeye başlamıştı.

Öne sürülen şart, F tipinin özünü oluşturan tredmana uyumdan başka bir şey değil, dolayısıyla yeni bir öneri de değil. Ama DKÖ’lerin “3 kapı-3 kilit” önerisine karşı yeni bir öneri getirilmiş görüntüsü verilmeye çalışılıyor. Ancak devrimcileri eğitebilmenin düzen açısından nasıl boş bir hayal olduğu ortadadır. Devrimcilik bilime, bilgiye dayanan bir eylemciliktir. Kurulu düzenle siyasal hesaplaşmanın çeşitli alanlardaki çatışmalarını ifade eder. Dolayısıyla F tipi tredmanla düzen, “siyasal muhatapların eğitim yoluyla dize getirilmesi” gibi bir zavallılığı, bir çözümsüzlüğü ve çıkışsızlık ruh halini yansıtmaktadır aslında. Kaldı ki, bizdeki yasalarla F tipi hukukuna sadece devrimci-sosyalist muhalefet değil, tüm muhalifler dahil edilmektedir. Bu hesapla, örneğin, fkir suçuyla ünlülerden Fikret Başkaya nasıl bir tredmanla fikirlerinden vazgeçirilebilecektir? Devlet onun gibilerin eğitimini hangi kadro ile gerçekleştirebilecektir?

Her türlü silahın kullanıldığı açık bir savaş hali yaşanıyor. Direniş bugün daha ziyade bir irade savaşına dönüşmüş görüntüsü taşısa da, devlet aslında alttan alta kirli savaş silahlarını kullanmayı sürdürüyor. Şimdi F tipini uygulamaya sokabilmiş olmanın verdiği cesaretle L tipi projesinden söz edebiliyorlar. AB kriterleri için giriştikleri “reformlar” çerçevesinde, ceza hukukunda ağırlaştırmalar getiren değişikliklere hazırlanıyorlar. TMŞ’nin 8. maddesi de bu kapsamda genişletilerek ,“cesaretlendirme, özendirme, destekleme” vb. olarak tanımlanan dayanışma eylemlerini, hatta bunun sözlü ifadelendirmelerini kapsar hale getirilmeye çalışılıyor.

Dolayısıyla devlet, bir yandan F tipi hücreler üzerine sürmekte olan çatışmayı Ölüm Orucu direnişi şahsında bir biçimde bitirmek için uğraşırken, diğer yandan çatışmayı daha da kızıştıracak zemini hazırlıyor. Bunu elini güçlendirme amacıyla yapmış olması durumu değiştirmiyor. Yapmakta olduğu değişikliklerle sadece çatışmayı kızıştırmakla kalmayacak, fakat çatışma alanlarını genişletmiş ve hem adli mahkumlar cephesinde hem de dışarıda demokratik kamuoyu cephesinde zorluklarını artırmış olacaktır.

Bu koşullarda yapılması gereken, direnişi bir an önce bitirmek için değil güçlendirmek (özellikle dışarıdaki ayağını) için uğraşmaktır. Yeni saldırıları karşısına alan yeni taleplerle dışarıda bir mücadele geliştirilebilirse eğer, sürmekte olan uzun direnişin taleplerini elde etmesi de daha kolaylaşacaktır.



Kapitalizmin çocuk düşmanlığı

10 Ağustos ‘97’de baklava çaldıkları için yıllarca hapis cezası verilen çocuklar kamuoyunun gündemini uzun bir dönem işgal etmişlerdi. İki dilim baklava için demir parmaklıkların arkasına atılan çocuklar sermaye iktidarının adalet anlayışını bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermişlerdi. Bu çocuklar için bol bol timsah gözyaşı döküldü. Ve cezaevinden çıkmalarıyla birlikte unutuldular.

Düzenin “adalet” mekanizmasının “baklavacı çocuklar” konusunda bir yanlış yaptığı o dönem uzun uzun yazılıp çizildi. Fakat bugün ortaya çıkan benzer örnekler bunun hiç de basit bir yanlış olmadığını gösteriyor.

Sözünü ettiğimiz olay 8 Aralık günü İstanbul’da yaşandı. Ramazan ayında sahur vakti davul çalan üç çocuk aç oldukları için Beyoğlu’nda bir dükkandan çokokrem çaldıkları için gözaltına alındılar. Sevkedildikleri mahkemenin bu “büyük suçu” cezasız bırakması düşünülemezdi. Her üçü de tutuklanıp cezaevine gönderildiler. Haklarında 8 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı.

İşte kapitalizm budur. Kapitalizmin adaleti, hukuk anlayışı bu kadardır. Banka hortumcularına, çetelere bir madalya takmadıkları kalan düzen mahkemeleri “Çokokrem çetesi”nin her bir “üye”sine 8 yıl hapis cezası vermeye uğraşmaktadır.

Kapitalizm hiç durmadan açlık ve yoksulluk üretmektedir. Bu açlık ve yoksulluk ise en fazla bizim çocuklarımızı vurmaktadır. Kapitalizmin çürümüşlüğü ve kokuşmuşluğu, bu çürüme ve kokuşmada en ufak bir payımız olmasa da en fazla bizim çocuklarımızı, gençlerimizi etkilemektedir.

“Çokokrem çetesi” davası bunu bir kez daha göstermiştir.

Bu düzenin mahkemeleri işçi ve emekçilere düşmandır. Bu düzenin mahkemeleri vurguncuların, hortumcuların, çetecilerin hizmetindedir. Çocuklarımızın her türlü ahlaksızlıkla damgalanmasını engellemek istiyorsak onlara sahip çıkmalıyız. Onlara sahip çıkmanın anlamı ise, kapitalist düzene karşı sosyalizm mücadelesini yükseltmektir. Nazım’ın dediği gibi; “Güzel günler göreceğiz çocuklar”... Ama bu kokuşmuş düzeni yıkıp dağıttığımız ve yerine sosyalizmi kurduğumuz zaman...