26 Ocak '02
Sayı: 04 (44)


  Kızıl Bayrak'tan
  Kürt sorunu ve "ana dilde eğitim" hakkı
  "AB'ye uyum yasaları" adı altında faşist rejim tahkim ediliyor
  Sermayenin yeni saldırı hamlesi
  Soygun yasası onaylandı
  Türkiye nasıl "dünya devleti" oldu?
  Sınıfın kazanımlarına yönelik saldırı kurumlarına bir yenisi ekleniyor
  Emperyalist tekellere sınırsız sömürü özgürlüğü
  F tipi "sohbet genelgesi"
  "F tipinde isyan", "Hain tuzak" ya da "The Day After"
  Dünya ölçüsünde güçlenen sınıf mücadeleleri
  Nazım Hikmet'e mektup...
  Siyonist terör kıskacında boğulmak istenen Filistin direnişi
  İsrail şimdi daha mı güvende?
  "Anadilde eğitim" kampanyası ve gerçekler...
  Sorunlarımızı devrimci mücadele programıyla aşabiliriz
  Mücadele tarihimizden...
  TİSK saldırı hazırlığı içinde
   Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Geride kalan yılın dünyası.../3

Dünya ölçüsünde güçlenen sınıf mücadeleleri

Sınıflar mücadelesi için olgunlaşan zemin

Dünya ölçüsünde sınıf mücadeleleri güç kazanıyor. Geride kalan yılın somut veriler üzerinden kendini gösteren temel gerçeklerinden biri de bu oldu. Bu olgu sistemin çelişmelerinin keskinleşmesiyle uyumlu bir gelişmenin ifadesidir. Ekonomik kriz ve ağırlaştırdığı sosyal sorunlar, kesintisiz olarak süren neo-liberal saldırıların yolaçtığı sosyal yıkım, emperyalizmin küreselleşme saldırısının çok yönlü yıkıcı sonuçları, siyasal gericilik, militarizm, saldırganlık ve nihayet savaş -tüm bunlar, dünya ölçüsünde işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar için yaşam koşullarını günden güne ağırlaştırmakla kalmıyor, kaçınılmaz bir biçimde onları çok yönlü sosyal-siyasal mücadelelere de yöneltiyor.

Bu mücadeleler, dünyanın dört bir yanında, en gelişmiş ülkelerden en gerisine kadar, şu veya bu düzeyde, şu veya bu biçim altında kendini göstermektedir. Geride kalan yılın sınıf ve kitle hareketleri ile halk direnişleri tablosu, bunun böyle olduğunu bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Bu mücadeleler tablosu bu değerlendirmeler dizisinin ilkinde şöyle özetlenmişti:

“Dünyanın dört bir yanında işçiler, emekçiler, ezilen halklar, sonu gelmeyen saldırılara karşı gündelik mücadeleler halinde sürekli bir direniş içindedirler. Hemen her yerde grevler, gösteriler, Arjantin ve Yunanistan örneklerinde olduğu gibi zaman zaman genel grevler, çok değişik biçimleriyle halk direnişleri, Filistin örneğinde olduğu gibi soluklu ve tüm vahşete rağmen kırılamayan bir İntifada, Arjantin ve Ekvator örneklerinde görüldüğü gibi zaman zaman halk isyanlarına varan geniş çaplı halk hareketleri yaşanmaktadır. Bunu, yıl içerisinde sırasıyla İsviçre/Davos’ta, Kanada’da, İsveç/Göteborg’da, İspanya/Barselona’da, İtalya/Cenova’da, Katar’daki DTÖ zirvesine karşı dünyanın birçok ülkesinde ve son olarak da Belçika/Brüksel’de olmak üzere, zaman zaman yuuml;zbinlerce kişinin katıldığı, geniş çaplı emperyalist küreselleşme karşıtı gösteriler tamamlamaktadır. Tüm bunlara, 11 Eylül sonrasında başta batılı emperyalist metropoller olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde gerçekleşen savaş karşıtı kitlesel gösterileri de eklemeliyiz. Bu geniş çaplı ve çok yönlü kitle mücadeleleri tablosu, azgınlaşan burjuva gericiliği karşısında meydanın hiç de boş olmadıcurren;ını, dünya ölçüsünde sınıf mücadelelerinin gitgide güçlenmekte olduğunu göstermektedir.”

Buradaki gitgide güçleniyor vurgusu boşuna değildir; bu açıkça önceki yıllardan gelen bir birikime ve eğilime işaret etmek içindir. Sosyal sorunların ağırlaşması, sosyal kutuplaşmanın derinleşmesi, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi ve tüm bunların birleşik bir ürünü olarak sınıf mücadelelerinin süreç içerisinde güç kazanması, son yılların en dikkate değer olgusudur.

Sınıflar mücadelesindeki bu genel gelişmenin önemini tam olarak değerlendirebilmek için, burjuva gericiliğinin ‘89 çöküşünün ardından estirdiği gerici rüzgarı, bu doğrultuda kullandığı gerici propaganda argümanlarını hatırlamak gerekir. O günlerde “batı demokrasisi” ve “piyasa ekonomisi” kavramlarıyla kodlanarak kapitalizm yüceltiliyor, ebediliği kanıtlanmış bir sistem ilan ediliyor, insanlığın refahının ve sorunlarının çözümünün biricik olanaklı zemini olarak gösteriliyordu. Gerçekte ne olduğunu bir kez daha görmek içinse aradan geçen üç-beş yıl yetti. Sınırlamalardan ve dengeleyici etkenlerden kurtulmuş “piyasa ekonomisi” insanlığın ezici çoğunluğunun üstüne bir kabus gibi çöktü. Emperyalizmin küreselleşme saldırısı, sınıflar, uuml;lkeler ve bölgeler arasındaki eşitsizlikleri tarihte eşi görülmemiş düzeylere çıkardı. Ülkeleri yıkıma, yüzmilyonlarca insanı açlığa, sefalete, sosyal ve kültürel yıkıma sürükledi. Aynı yıllar içinde buna meziyetleri o çok övülen “batı demokrasisi”nin yerini adım adım siyasal gericiliğe ve polis devletine, ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına, militarizme ve savaşa bıraması eşlik etti. (Bu alandaki en kapsamlı gelişmeler geride bıraktığımız yılın son birkaç ayına sığdırıldı).

Yalnızca on yıl önce gerici burjuva propagandası tarafından yeni bir güçle kutsanan kapitalist sistemin gerçekte ne olduğunun, hangi çelişmelerle muzdarip bulunduğunun ve bunun tüm insanlık için ne türden yıkıcı sonuçlara yolaçtığının yeniden görülebilmesi için, tarihsel ölçülerle alındığında kısacık sayılabilen bir zaman dilimi yetti.

Bugün dünya ölçüsünde, “Kapitalizm öldürür!” kitle hareketlerinin en popüler sloganlarından biridir (bu slogan şu ya da bu devrimci partinin değil, fakat bizzat kitle hareketinin kendi öz ürünüdür). Evet, kapitalizm sistematik bir ölüm makinası gibi işliyor; yalnızca insanlığı değil doğayı da yıkıma uğratıyor. Kapitalizm yalnızca emekçilerin sosyal yıkımına değil ülkelerin de ulusal yıkımına yolaçıyor. Kapitalizm ülkeleri yalnızca piyasa mekanizmaları dayatmasıyla değil, fakat günden güne mükemmelleştirilen savaş aygıtlarıyla da yıkıma uğratıyor (Geride kalan yıl içerisinde ilk duruma örnek Arjantin ve Türkiye, ikinci duruma örnek Afganistan ve Filistin oldular).

İşte tam da sistemin bu karakteri ki, sınıflar mücadelesinin her düzeyde ve biçimde yeni bir güçle boy vermesinin verimli zeminini döne döne hazırlıyor.

Bu mücadeleler 2001 yılı içerisinde kendini başlıca dört ana kategoride ortaya koydu.

Bunlardan ilkini, her ülkenin kendi içinde sermayenin saldırılarına karşı gerçekleşen ve çok değişik biçimler alabilen işçi-emekçi eylemlilikleri oluşturmaktadır. İkincisi, emperyalist zirveler vesilesiyle gündeme gelen ve enternasyonal bir temele ve karaktere sahip olan küreselleşme karşıtı kitle hareketleridir. Üçüncüsü, 11 Eylül’ü izleyen dönemde emperyalist saldırganlığa ve savaşa karşı gündeme gelen kitle eylemleridir. Ve dördüncüsü ise, en çarpıcı ve soluklu biçimini Filistin üzerinden izlediğimiz özgürlük ve bağımsızlık istemine dayalı ulusal halk direnişleridir.

2001 yılının verilerinden hareketle bunların her biri üzerinde kısaca duralım.

Yaygınlaşan işçi ve halk hareketleri

Son on yılın toplamı üzerinden baktığımızda, dünyanın hemen her yerinde, her ülkesinde sermayenin saldırılarına karşı başta işçiler arasında olmak üzere grevler, direnişler, gösteriler, halk hareketleri biçimleri içinde gelişen çok değişik türden kitle eylemliliklerinin yaşanmakta olduğunu görüyoruz. Bu olgu öylesine belirgindir ki, daha ‘90’lı yılların ortasında, komünistler, dönemin somut verilerinden hareketle, “yeni bir proleter kitle hareketi ve halk isyanları dönemi”ne girdiğimiz değerlendirmesini yapmışlardı. Zaman bu konuda onları haklı çıkardı. O günden bugüne kitle mücadeleleri inişli-çıkışlı bir seyir izlese de, zaman içerisinde genel bir eğilim olarak güçlendi ve yaygınlaştı.

Bunu geride kalan yıl üzerinden de somut olarak görebiliriz. Arjantin, Yunanistan, Güney Afrika, Güney Kore gibi ülkelerde işçi hareketleri kendini değişik biçimler içerisinde döne döne ortaya koydular. Bu ülkelerin ilk üçünde işçi direnişleri arada genel grevler düzeyine de çıktı. Yine Arjantin, Ekvador ve Bolivya’da İMF’nin sosyal yıkım programlarına karşı güçlü halk hareketleri gerçekleşti ve yılın son günlerinde Arjantin’de bu, peşpeşe başkanlar ve hükümetler düşüren bir halk ayaklanması biçimini aldı. Cezayir’de Beriberi halkının Nisan ayında başlayan, haftalar boyu süren ve yüzbinlerce insanı kapsayan sosyal hareketliliği ile Meksika’da Zapatist hareketle bağlantılı kitle eylemlilikleri de, geride kalan yılın önemli halk hareketleri arasında anılmalıdır.

Bunları yalnızca dış dünyada da şu veya bu ölçüde yankılanabilen sınırlı örnekler olarak veriyoruz burada. Bu tablo bu şekliyle son derece eksiktir ve genel eğilim hakkında bir fikir vermekten öteye gidememektedir. (Kitle iletişim araçları üzerindeki gerici emperyalist tekel ve tersinden ilerici-devrimci güçler arasındaki iletişimin aşırı cılızlığı nedeniyle, tek tek ülkelerde kitle hareketleri büyük bir bölümüyle bilinmeden kalabilmektedir. Öylesine ki, son iki yıl içerisinde Arjantin’de tam 7 genel grev gerçekleştiğinin dünyada duyulabilmesi için, Arjantin’i iflasa ve halk kitlelerini ayaklanmaya götüren sarsıcı olayların yaşanması gerekmiştir).

Emperyalist küreselleşme karşıtı gösteriler

Önceki yıllarda kendini genellikle tek tek ülkelerdeki kitle hareketleri ve halk direnişleri halinde gösteren mücadelelere son yıllarda büyük önem taşıyan yeni bir boyut daha eklendi. İlk örneği 1998 sonunda ABD’nin Seattle kentinde gerçekleşen küreselleşme karşıtı kitle hareketi, sınıflar mücadelesinin enternasyonal nitelikte yeni bir biçimini ve boyutunu ortaya çıkardı. O günden bugüne zincirleme bir hal alan bu hareketin en güçlü örneklerine ise geride kalan yıl içerisinde tanık olduk.

Yılın ilk ayında Davos’ta başlayan ve son ayında Brüksel’de süren bu gösteriler zincirinin en görkemlisi ve yankı yaratanı, Temmuz ayı içinde Cenova’da G-8 Zirvesi’ne karşı gerçekleştirilen eylem oldu. Gösteriye çoğunluğu işçilerden oluşan 300 bin kişi katıldı. Bu sayı önden beklenenin iki, hatta üç kat fazlasıydı. Bu güçlü katılımın anlamını daha iyi değerlendirebilmek için, başta İtalyan hükümeti olmak üzere Avrupalı hükümetlerin önden eylemi terörize etmeye ve katılımı engellemeye yönelik yoğun çabalarını da gözönünde bulundurmak gerekir.

Cenova gösterisi emperyalist şeflerin küreselleşme karşıtı hareketten duyduğu aşırı rahatsızlığı bütün çıplaklığıyla açığa çıkardı. Bunun ilk belirtileri bir ay önce Göteborg’daki Avrupa Birliği Zirvesi’ne karşı gerçekleşen gösteriler esnasında görülmüştü. Polis bu gösterilerde aşırı şiddete başvurmuş, gerçek mermi kullanmış, bazı göstericileri yaralamış ve bazılarını ise tutuklamıştı. Bu tutum Cenova’da da sürdü ve bu arada bir gösterici katledildi. Zirvenin ardından Avrupa hükümetleri bu tür gösterilerin önünü almak üzere temel demokratik hakları sınırlamaya yönelik niyetlerini kabaca açığa vurdular ve 11 Eylül saldırısı onlara bu niyetlerini fazlasıyla gerçekleştirme olanağını sundu. Bununla birlikte, yılın son ayında Brüksel’de yapılan Avrupa BirliğiZirvesi’ne karşı gerçekleşen geniş katılımlı işçi gösterileri bu çabaların şimdilik sonuç vermeyeceğine de tanıklık etti. (Brüksel’deki gösterilerin ilkine 100 bini aşkın işçi katıldı.)

Küreselleşme karşıtı gösteriler sınıf mücadelesinin yeni, kendine özgü bir biçimi olarak durmaktadır karşımızda. Daha çok emperyalist metropollerde gerçekleşen ve doğal olarak bu ülke emekçilerini ve ilericilerini kapsayan bu gösteriler, tek tek ülkelerdeki mücadeleler için de önemli bir dayanak haline gelmiştir. Bu gösteriler dünya ölçüsünde emperyalizmin küresel saldırısının ve sonuçlarının tartışılmasına önemli katkılar sağlamıştır. Gösterilerin emperyalist zirveler vesilesiyle gerçekleşmesi, onların dünya ölçüsünde izlenmesini ve gündeme getirdikleri sorunların tartışılmasını kolaylaştırmıştır.

Öte yandan bu gösteriler metropol ülke emekçilerinde bir tutum ve davranış değişikliğinin de önemli bir işaretidir. Uzun yıllar boyunca sahip oldukları ayrıcalıkların yarattığı bencillik ve rehavetle dünyanın geriye kalanında yaşanan ağır sorunlara ve derin acılara ilgisiz kalabilenler şimdi kendilerini de kapsayan gerçeklerle yüzyüzedirler. Neo-liberal saldırılar artık emperyalist ülke emekçilerini de kapsamaktadır. Dahası, bu saldırıların bağımlı ülkelerde yarattığı sonuçlar etkisini metropol emekçileri üzerinde de göstermekte, onların ücret, çalışma ve yaşam koşullarını geriye çekmektedir. Emperyalist zirvelere karşı kendini eylemli olarak gösteren geniş çaplı kitle tepkisinin gerisinde, aynı zamanda bu dolaysız sosyal neden vardır.

Emperyalist saldırganlığa ve savaşa karşı kitle hareketi

Amerikan emperyalizminin 11 Eylül saldırılarını bahane ederek dünya halklarına uzun süreli savaş ilan etmesi, dünya ölçüsünde militarizme ve savaşa karşı kesimler üzerinde uyarıcı bir etkide bulundu. Daha Afganistan’a saldırı hazırlıkları sürecinde dünyanın birçok yerinde savaş karşıtı gösteriler yapıldı. Bu eylemlerden en anlamlıları kuşkusuz Washington ve New York’ta gerçekleştirilenler oldu. 11 Eylül saldırılarının şoku kullanılarak cadı kazanı kaynatılarak serseme çevrilen bir toplumda geniş katılımlı bu türden eylemlerin örgütlenebilmesinin apayrı bir anlamı vardı. Savaş öncesinde ve sırasında Avrupa’nın birçok kentinde de zaman zaman yüzbinleri bulan katılımlarla gerçekleşen savaş karşıtı gösteriler yapıldı. Bu gösterilerde emperyalist saldırganlık mahkum edildi, savaşın yıkımını yaşayan Afganistan halkıyla dayanışma dile getirildi.

Küreselleşme karşıtı hareketin emperyalist savaş vesilesiyle gündeme gelen kendine özgü bir biçimi de sayabileceğimiz bu eylemler emperyalist saldırganlığa karşı duyarlılığın gücüne bir gösterge sayılmalıdırlar. Emperyalistler daha önce Irak’ı, ardından ise Sırbistan’ı savaş hedefi olarak seçmiş ve yıkıma uğratmışlardı. Fakat ilk kez olarak son Afganistan savaşı vesilesiyle bu çapta protestolarla yüzyüze kaldılar. Üstelik ortada 11 Eylül saldırısı gibi duygusal ve demagojik istismara oldukça müsait bir saldırı bulunduğu halde olabildi bu.

Emperyalist savaşa ve saldırganlığa karşı bu kitlesel duyarlılığı, ‘89 çöküşünden bugüne yaşanan toplam sürecin bilinçlerde yarattığı uyarıcı etkiden ayrı düşünemeyiz. Bugün artık dünya ölçüsünde birçok kimse genel olarak kapitalizmin ve özel olarak emperyalizmin küresel saldırısının ne anlama geldiğini daha iyi görmekte, saldırganlığı ve savaşı da bununla birlikte düşünmektedir. Taliban yönetiminin hızlı çöküşü ve Afganistan’daki gelişmelere bağlı olarak savaş karşıtı hareketin bugün durulmuş olması, Ekim ve Kasım aylarında gösterilen duyarlılığın önemini ortadan kaldırmıyor. Bu çapta bir duyarlılığın varlığı açığa çıkmıştır ve bunun kendini ABD emperyalizminin yeni savaş girişimleri karşısında yeniden ortaya koyması kuvvetle muhtemeldir.

Bu konuda son bir nokta. Sözünü ettiğimiz savaş karşıtı hareketin emperyalizm ve emperyalist savaş konularında açık ve net bir görüşten yoksun olduğu, militarizme ve savaşa karşı genellikle pasifist yaklaşımlarla harekete geçtiği bir olgudur. Fakat bugünün dünyasında açık ve net bir devrimci görüş, hedef ve programdan yoksun olan tek hareket yalnızca savaş karşıtı hareket değildir. İşçi hareketleri, halk hareketleri, küreselleşme karşıtı hareketler, Filistin türü ulusal halk direnişleri için de aynı şey geçerlidir. Denebilir ki bu içinden geçmekte olduğumuz dönemde ilerici kitle hareketleri için genel bir zaafiyet durumudur. Dünya komünist ve devrimci hareketinin yaşadığı ağır tahribat ve bugün içinde bulunduğu aşırı zayıflıkla birlikte düşünüldüğünde bu durum şaşırtıcı a değildir.

Bugün önemli olan kitle hareketlerinin bizati kendisidir, kendi dinamikleriyle gelişip serpilmesidir. Bu, komünist hareketin kendini yeniden bulmasının, yenilenip toparlanmasının da temel önemde bir koşuludur. Bu toparlanma ve yenilenme olmaksızın sınıf ve emekçi hareketinin sağlıklı bir stratejik rotaya oturması ise doğal olarak beklenemez.

Siyonist terörün boğamadığı Filistin direnişi

Oslo Barışı ‘90’lı yılların başında, çok özel bir tarihi konjonktürde ve Filistin direnişinin zayıf bir döneminde, Filistin halkına dayatılmış köleci bir Amerikan barışıydı. Kaldı ki Oslo Barış Antlaşması’nda bağımsız Filistin devleti, Kudüs’ün statüsü, Filistin bölgelerindeki Yahudi yerleşimciler ve Filistinli göçmenlerin geri dönüşü gibi en kritik sorunlar da açıkta bırakılmıştı. Köleci nitelikte ve bu denli zaaf yüklü bir barış antlaşmasının çökmesi kaçınılmazdı ve 2000 yılı içinde bu herkes için açık bir durum haline gelmişti bile.

Barış antlaşmasının çökme süreci Filistin halkı için gerçek bir özgürlük ve bağımsızlık için kendini toparlama anlamına gelirken, ABD’nin tam desteğine siyonist düşman için ise, tersinden, Filistin halkının daha ağır koşullarda köleliğe mahkum etmeye dayalı yeni planını devreye sokmaya bir vesile oldu. Sabra ve Şatilla katliamlarının birinci dereceden suçlusu olan Ariel Şaron’un El Aksa Cami’sini ziyarete yönelik provokasyonu bu planın bir parçasıydı. Bu sembolik davranışın gerisinde Kudüs’ün tamamı üzerinde hak iddia etmek vardı. Bu provokatif ziyaret ters tepti ve tüm siyonist vahşete rağmen bugün hala boğulamayan, tersine günden güne daha büyük bir inat ve kararlılıkla süren ikinci İntifada’nın önünü açtı.

2001 Şubat’ında yapılan seçimleri kazanan Şaron İsrail Başbakanı oldu ve o günden beri Filistin direnişini boğmak üzere katliamcı siciline uygun bir davranış sergiledi. Yeni Bush yönetimi de ona bu konuda her türlü desteği verdi. Bu destek 11 Eylül sonrasında yeni bir düzeye vardı. Adeta İsrail her türlü terör ve vahşette başıboş bırakıldı. Bu durum halen de sürmektedir.

Fakat Filistin direnişi halen ve dünden daha kararlı bir biçimde sürmektedir. Kendi iç parçalanmışlığına, belirgin önderlik zaafına, başta resmi Arap dünyası olmak üzere dış dünya tarafından sahipsiz bırakılmasına rağmen, yiğit Filistin halkı bu çapta bir direniş gücü ve soluğu ortaya koyabilmektedir. Bu özelliği ile o dünya çapında halkların, ilerici-devrimci güçlerin daha çok sempatisini kazanmaktadır.

Bugün ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin planlarının, Irak’a yönelik yeni saldırı hazırlıklarının önündeki en büyük engellerden biri de bizzat bu direniştir. Siyonist yıkım ve vahşetin şu sıralar en uç noktaya varması ve bunun bizzat Bush yönetimi tarafından el altından sinsice teşvik edilmesi de bundan dolayıdır. Teslimiyetçi Arafat rejiminin bunaldığı ve kontrolü tümüyle kaybettiği bir sırada ne edip edip Filistin direnişini ezmek; Filistin halkını Oslo’dakinden beter bir köleci barışa mecbur etmek ve böylece ABD’nin Ortadoğu planlarının önünde bir engel olmaktan çıkarmak istemektedirler.

Fakat bu konuda denebilir ki hiç şansları yok. Zaman tümüyle aleyhlerine işliyor. Yapabileceklerinin azamisini yaptıkları halde bugüne kadar sonuç alamadılar, bundan böyle de alamazlar.

Filistin direnişi siyonizme olduğu kadar dünya jandarması ABD emperyalizmine karşı da yönelmiştir. Bu özelliği ile o, dünya ölçüsünde ezilenler cephesinin Ortadoğu gibi kritik bir coğrafyadaki önemli bir mevzisi durumundadır.