01 Eylül '01
Sayı: 24


  Kızıl Bayrak'tan
 Emperyalizm ve tekelci sermayenin safında "demokrasi mücadelesi"

  Derinleşen yıkıma karşı mücadeleyi yükseltelim

  Yeni kıyımlar, hak gaspları ve "esnek çalışma" kapıda

  Ankara Öncü İşçi Platformu'nun kampanya faaliyetleri

  ABD emperyalizminin taşeronu Türk generallerinin Bakü'de gövde gösterisi
  "Toplumsal patlama" "Sivil itaatsizlik" var!
  Sümerbank direnişinin deneyim ve dersleri
  Exsa grevinin ardından

  Türk dış politikası üzerine/4

  Zindan çatışmasının güncel görevleri
  "Kazanmaya mahkumuz"
  Zaferi direniş kazanacak
  Küresel ısınma/3
  Filistin halkının bağımsızlık ve özgürlük iradesi teslim alınamaz!
  ICE-Werk Süd işçisi direnişi kazanacak!
  Kürtler açısından barışın anlamı
  Ölüm Orucu Direnişi 317. gününde
  Mücadele Postasi

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Türk dış politikası üzerine/4

Balkanlar'da emperyalizmin
müdahale ve işgal gücü

H. Fırat

Balkan halklarına karşı,
emperyalizmin hizmetinde

Türk burjuvazisinin dış politika çizgisinin tümüyle emperyalizmin çıkarları, tercihleri ve ihtiyaçları çerçevesinde seyrettiği alanlardan biri de Balkanlar'dır. Emperyalizmin sistematik kışkırtma ve yönlendirmeleriyle Yugoslavya'nın parçalandığı ve uzun bir dönem kardeşçe yaşamış halkların acımasızca birbirlerine kırdırıldığı bu bölgede, Türk devleti savaş da dahil tüm emperyalist müdahaleleri hararetle desteklemekle kalmamış, fiilen bu müdahalelerin bir parçası da olmuştur. Türk ordusu bugün Balkanlar'da emperyalizmin bir müdahale gücüdür. Sırasıyla Bosna, Kosova ve son olarak da Makedonya'ya işgalci birlikler göndermekle kalmamış, Sırbistan'ın yıkımıyla sonuçlanan emperyalist NATO savaşına da bizzat katılmıştır.

Türk burjuvazisinin Balkanlar politikası, Orta Asya'dan farklı olarak, açıkça kışkırtıcı, saldırgan ve müdahaleci bir politika olmuştur. Orta Asya'da yapılmaya çalışılan, `tarihi ve kültürel bağlar´ı vurgulayarak ABD emperyalizminin hesabına bu ülkeleri etki altına almaya çalışmaktı. Bu ise kışkırtıcı ve saldırgan müdahaleleri gerektiren bir misyon değildi.

Bunun bu alanda iki istisnası oldu. İlki, en kaba örneği Azerbaycan'da görülen ABD emperyalizmi hesabına hükümet devirme komplolarıydı. Türk devleti eline yüzüne bulaştırdığı bu maceracı girişimlerin siyasal faturasından sorumluluğu kendi denetimi dışında gösterdiği unsurlara yıkarak sıyrılmaya çalıştı. (Bunda inandırıcı olamadıysa da en azından resmen görüntüyü kurtardı). İkincisi ve daha önemlisi ise, Karabağ sorunu üzerinden yaşanan Azeri-Ermeni çatışmasında Azerbaycan koruyuculuğu adına Ermenistan'a karşı izlenen kışkırtıcı ve saldırgan tutumdu. Ama içerde Ermeni düşmanlığını körüklemek dışında politik-pratik bir değeri de olmayan bir tutum oldu bu. Tam da ABD emperyalizminin taşeronluğu misyonu Ermenistan'a karşı bunu aşan bir tutumu olanaksız kılıyordu. (Sözkonusu olan İran olunca `Türk yıldızları´ eşliğinde Bakü'de gövde gösterisi yapanlar, resmen Azerbaycan'a bağlı özerk bir bölge olan Karabağ'da yaşananlara ve bugün hala süregelen duruma çaresizce bakakalmışlardı).

Asya'da bu istisnalar dışında durum yapıcı girişimleri gerektiriyorken, Balkanlar'da durum tümüyle farklıydı. Balkanlar'da `tarihi ve kültürel bağlar´ ve bundan doğan sözde sorumluluklar, Yugoslavya'ya karşı kışkırtıcı ve saldırgan bir tutumu gerektiriyordu. Bu ise, emperyalizmin Yugoslavya'yı bölüp parçalama, güçsüz ve kendini yönetme olanağından yoksun etnik ve dinsel birimlere ayırarak (kantonlaştırarak) kendine bağlama politikasına tam destek vermeye, buna yönelik müdahalelere fiilen katılmaya varıyordu.

Bu çerçevedeki bir politika tümüyle emperyalizmin hizmetinde, tümüyle halklara düşman, şoven ve kışkırtıcı, `bölgesel güç´ iddia ve hevesleri çerçevesinde aşırı gerici, çıkarcı ve yayılmacı bir karaktere sahipti. Balkan halklarının kanlı boğazlaşmalar içerisinde yıkımına, emperyalizmin bu yıkıntı üzerinden bölgeye işgalci bir güç olarak yerleşmesine hizmet eden bu utanç verici politika, Türk devleti payına umulan hiçbir somut yararı da sonuçta sağlamadı. Şoven ve saldırgan politikasını haklı göstermek için koruyucusu kesildiği Türk azınlıklara yeni bir şey kazandırmak bir yana, Kosova örneğinde olduğu gibi onların mevcut kazanımlarını bile kaybetmesiyle sonuçlandı. Balkanlar'da izlenen politikasının elle tutulur tek sonucu, başta Sırplar olmak üzere bir kısım Balkan halklarının öfke ve düşmanlığının hedefi olmak ve bu arada komşu ülkelerde saldırgan ve yayılmacı emelleri konusunda derin bir güvensizlik yaratmak oldu.

ABD'nin hizmetinde `aktif dış politika´

Körfez krizi ile birlikte, Amerikan emperyalizminin doğrudan teşviki ve yönlendirmesiyle, dönemin Cumhurbaşkanı Özal aracılığıyla `aktif dış politikaya geçiş´ tartışması gündeme getirildi. Bu tartışma, Cumhuriyet döneminin içe kapanık, pasif, aşırı temkinli olarak sunulan geleneksel politikasının artık döneme ve Türkiye'nin ulaştığı gelişme düzeyine uymadığı, bu nedenle terkedilmesi gerektiği argümanına dayandırılıyordu. Türk gericiliğinin dönemin Cumhurbaşkanı Özal tarafından temsil edilen en Amerikancı kesimlerince savunulan bu argüman, içlerinden daha cüretli davrananlar tarafından, `Atatürk döneminin 'Yurtta sulh cihanda sulh' politikasının modasının artık geçtiği´ söylemine bile vardırılıyordu.
Bu sunuluşta, Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikancı ve NATO'cu dış politikasının gerçek karakterini gizleyen bir hile de vardı. Zira gerçekte, Türkiye herşeyiyle Amerikan emperyalizmine bağlanalı ve NATO üyesi olalı beri, Cumhuriyetin başlangıç döneminin dış politika çizgisini zaten terketmiş, tümüyle emperyalizmin hizmetinde gerici ve saldırgan bir dış politika çizgisine kaymıştı. '50'lerin daha başında Amerikan emperyalizminin hizmetinde Kore Savaşı'na aktif olarak katılması, bunun akabinde NATO'ya girmesi, Süveyş ve Lübnan krizlerinde emperyalist müdahaleleri desteklemesi ve kendi topraklarındaki üsleri bu müdahalelere açık tutması, Türkiye'nin dört bir yanını başta Ortadoğu ve Sovyetler Birliği olmak üzere komşu ülkelere ve halklara karşı emperyalizmin saldırı ve tehdit üssü haline getirmesi vb., tüm bu olgular, Türkiye'nin hiç de pasif, barışçıl ve temkinli bir dış politika çizgisi izlemediğinin somut göstergeleriydi. Fakat soğuk savaş döneminin hassas güç dengeleri içinde oluşan statüko, bu saldırgan potansiyelin açığa çıkmasını engelliyor ve dolayısıyla Türk dış politikasının gerçek karakterini gizliyordu.

Varşova Paktı'nın dağılması ve Sovyetler Birliği'nin çözülmesi ortaya tümüyle yeni bir durum çıkardı. Amerikan emperyalizmi bu dağılma ve çözülmenin yarattığı boşluğu kendi çıkar ve ihtiyaçlarına göre doldurmaya kalkınca, bölgedeki en sadık işbirlikçilerinden olan Türkiye'ye de bu çerçevede yeni roller biçti. Özal'ın temsil ettiği en Amerikancı çevrelerde `aktif dış politikaya geçiş´ tartışması da tümüyle bunun bir ürünü oldu.

Bu tartışmanın Körfez kriziyle birlikte gündeme gelmesi de rastlantı değildi. Zira ABD Türkiye'yi Körfez savaşına bizzat sokmak istiyor ve dahası, Musul ve Kerkük petrollerinden pay sunarak onu kendi çıkar ve planları çerçevesinde Irak Kürtleri'ni kendi himayesi altına almaya özendiriyordu. Bunu Türkiye'deki Kürt sorununun Türk burjuvazisinin çıkarlarına en uygun çözümünün de bir yolu olarak sunuyordu. Sadık bir Amerikancı olarak Özal'ın tümüyle angaje olduğu bu politika, başta ordu olmak üzere Türk gericiliğinin öteki kesimleri tarafından maceracı bulununca, o dönem için ABD'nin arzuladığı sonuçlara varamadı. Türk devleti Irak'a karşı savaşa doğrudan katılmayarak, ambargoya katılmakla ve Türkiye topraklarının Amerikan emperyalizmi tarafından savaşta saldırı üssü olarak kullanılmasına rıza göstermekle yetindi. Fakat yine de, bu vesileyle Özal tarafından gündeme getirilen `aktif dış politika´ tartışması, '89 yıkılışını izleyen yeni dönem Türk dış politikasına geçişin politik ve psikolojik zeminini olgunlaştırdı.

`Bölgesel güç´ adı altında emperyalizme taşeronluk

Körfez savaşı sonrasında Sovyetler Birliği ve Yugoslavya birbirine paralel denebilecek bir zaman diliminde hızlı bir dağılma sürecine girdiler. Bunun Asya'daki sonucu yeni Türk Cumhuriyetleri'nin ortaya çıkışı ve Kafkaslar'daki ulusal boğazlaşmalar oldu. Balkanlar'daki sonucu ise, Yugoslavya'nın dağılmasını izleyen ve çok geçmeden korkunç bir insan kırımı ve etnik temizlik hareketlerine dönüşen ulusal çatışmalar oldu.

Türkiye'yi çevreleyen bu gelişmelerin ardından, daha önce daha çok Özalcılar tarafından temsil edilen `aktif dış politika´ yönelimi Türk burjuva gericiliği için genelleşti, ortak bir savunu konusu haline geldi. Dahası bu yeni yönelim, sözde `bölgesel güç´ ve `Türklük dünyasının lideri´ olarak, Türkiye'nin üstlenmekten artık kaçınamayacağı sorumluluklar olarak estetize edildi. Körfez savaşı sırasında Özal'ın aşırı Amerikancı maceracı çizgisine bir ölçüde mesafeli duranlar, bundan kısa bir süre sonra `Özalcı vizyon´un yeni hararetli savunucuları oldular. Başbakan olarak Demirel, '92 ilkbaharında, Türkiye'yi `Adriyatik'ten Çin Seddi'ne Türklük dünyasının lideri´ ilan etti. Bu da doğal olarak bunun gerektirdiği bir politika izlemek ve gerektiğinde bu çerçevede askeri sorumluluklar üstlenmek anlamına geliyordu. Böylece Türkiye'yi kendini çevreleyen kriz bölgelerinde ABD'nin taşeronu ve gerektiğinde müdahale gücü olarak hareket etmeye götüren yeni süreç başlamış oldu.

`Aktif dış politika´ tartışmalarının olduğu gibi `bölgesel güç´, `Türklük dünyasının lideri´ vb. iddiaların arkasında da bir kez daha bizzat ABD emperyalizmi vardı. Bu söylemler ve bu çerçevede Türkiye'ye yüklenen misyonlar bizzat onun teşviki ve yönlendirmesinin bir ürünüydü. ABD Türkiye'yi çevreleyen ve kendi stratejik çıkarları bakımından hayati önemde gördüğü kriz bölgelerine müdahalede Türk devletini etkin bir güç olarak kullanmak istiyordu. Türkiye'nin `bölgesel güç´ payesiyle ödüllendirilmesi ve bu role özendirilmesi de tümüyle bu ihtiyaçla bağlantılıydı. İçerde yığınlara yönelik demagojik söylemin ötesine geçildiğinde, Türk burjuvazi de bu konuda fazlasıyla gerçekçiydi. Mevcut ekonomik güçle `bölgesel güç´ olmanın ancak ABD taşeronluğu ölçüsünde, ancak ABD'ye dayanarak ve onun politikası çerçevesinde hareket ederek olanaklı olabileceğinin bilincindeydi. Bunun böyle olması gerektiği hizmetindeki yazarlar, akademisyenler ve diplomatlar tarafından açıkça dile de getiriliyor, basında sistematik biçimde işleniyordu.

İşte ABD emperyalizminin bölgesel çıkarlarına ve politikasına bağlanarak `bölgesel güç´ olmaya dayalı bu dış politika çizgisi, kendini Balkanlar'da, girişte özetlediğimiz tutum ve sonuçlar üzerinden gösterdi.

Emperyalizmin Balkanlar'ı `Balkanlaştırma´sı

Alman faşizmine ve yerli gericiliğe karşı görkemli bir ulusal halk devrimi içinde birleşmiş ve kaynaşmış kardeş halkların Yugoslavya'sını 1990'lara gelindiğinde burjuva milliyetçi kutuplaşmalara ve ardından kopmalara götüren süreci irdelemenin yeri burası değil. Burada kısaca şu söylenebilir. '50'li yıllardan itibaren `bağlantısızlık´ politikası adı altında gerçekte Batı emperyalizminin Sovyetler Birliği ve müttefiklerine karşı bir dayanağı olarak hareket eden Yugoslavya, '90'ların başında artık her açıdan burjuvalaşmış bir toplumdu. Bu yapısıyla bünyesinde, derin sınıfsal ve bölgesel eşitsizliklerin yanısıra, ulusal baskı ve eşitsizlikleri de barındırıyordu.

Varşova Paktı'nın çöküşü ve Sovyetler Birliği'nin dağılması, federatif yapı içerisinde yer alan ve kendi bencil sınıf çıkarlarına göre davranan cumhuriyetlerin gerici burjuvazisini harekete geçirdi. Başlangıçta daha çok Almanya'nın ve Vatikan'ın özel teşviki ve kışkırtmasıyla, federal yapının en zengin cumhuriyetleri olan Hırvatistan ve Slovenya bağımsızlıklarını ilan etti ve çok geçmeden bunu Bosna-Hersek ve Makedonya izledi. Büyük etnik ve dinsel boğazlaşmaların önü de böylece açılmış oldu. Ve bu süreç, eski Yugoslavya'nın bugünkü korkunç maddi, insani ve kültürel yıkımıyla, dahası `barış´, `istikrar´ ve `insani yardım´ maskesiyle emperyalistler tarafından işgal edilmesiyle sonuçlandı.

'90'lı yılların başına kadar Yugoslavya Doğu Avrupa'da emperyalizmin gözde ülkesiydi ve şimdilerde şeytanlaştırılıp Den Haag'da `savaş suçlusu´ olarak yargılanan Slobodan Miloseviç de, '90'lı ilk yıllarda bu ülkenin özellikle ABD emperyalizminin desteğine mazhar lideriydi. '90'ların başına gelindiğinde, sonradan Yugoslavya'nın yıkımında en büyük rolü oynayan emperyalist Almanya ise Yugoslavya'nın en büyük ticaret partneriydi.

Fakat '89 yıkılışı tüm dengeleri altüst etti ve eski ilişkileri kökten değiştirdi. Varşova Paktı'nın ayakta olduğu dönemde Balkanlar'da ve Doğu Avrupa'ya karşı emperyalizm için bir köprü başı olan Yugoslavya, '89 yıkılışının ardından artık bölünüp parçalanarak tümden denetim altına alınması gereken bir ülke haline geldi. Çok milliyetli yapısı ve burjuva ilişkilerin bu yapı üzerinden olgunlaştırdığı gerici çelişkiler, emperyalizmin Yugoslavya'yı bölüp parçalayarak Balkanlar'a yerleşmesi ve böylece bölge üzerinde stratejik bir denetim kurması için zemini zaten yeterince olgunlaştırmış bulunuyordu. Gerisi açık-gizli sistematik teşvik ve kışkırtmalardan ibaretti. Birliğini yeniden kurarak Doğu Avrupa üzerindeki eski emellerine dönmüş bulunan Almanya için bu hiç de zor olmadı.

Almanya bu alanda o denli sabırsız ve ataktı ki, onun bu doğrultudaki girişimlerinin kapsamı ve hızından başlangıçta Fransa türünden en yakın müttefikleri ile hala ona hamilik yapan ABD bile kaygı duydu. Bu kaygı nedeniyledir ki, Alman girişimlerini dengelemek üzere ABD emperyalizmi Yugoslavya'nın bölünmesini bir süre için geciktirmeye bile çalıştı.

Ancak Bosna-Hersek'e NATO müdahalesinin gündeme gelmesi ve bunun ABD'de imzalanan Dayton Antlaşması'yla sonuçlanmasından sonradır ki, Balkanlar'daki asıl inisiyatif NATO üzerinden ABD emperyalizminin eline geçti. O günden itibaren Yugoslavya'nın yeni parçalara bölünmesi ve yıkıma uğratılması artık ABD'nin hesap ve planları çerçevesinde gerçekleşti. Böylece ABD emperyalizmi politik ve askeri bakımdan Balkanlar'a sağlam bir biçimde yerleşmekle kalmadı, Avrupalı emperyalistlerin girişimlerini de tarihsel olarak onların etki sahası kabul edilen bir alanda kendi denetimi altına aldı.

Şoven ve saldırgan dış politikanın
içerdeki etki ve sonuçları

Bütün bu gelişmeler Türkiye'nin Balkanlar'da izlediği gerici ve saldırgan dış politikasının da çerçevesini oluşturdu. Tıpkı Kafkasya ve Orta Asya'da olduğu gibi Balkanlar'da da başa güreşenler ve süreçleri yönlendirenler büyük emperyalist güçlerdi. Türkiye'nin buradaki rolü ise bir kez daha ABD taşeronu olmaktan öteye gidemedi.

Türk burjuvazisi, onun adına ülkeyi yönetenler, bu alanda izledikleri politikayı, `tarihi ve kültürel bağlar´ını kullanarak Balkanlar'da nüfuz sahibi olmak, böylece bölge ve dünya politikasında daha etkin bir yer edinmek olarak tanımlıyorlardı. Yunanistan'ın düşmanlığını derinleştirmek pahasına Arnavutluk ve Makedonya'ya hamilik politikası; Sırbistan'ın düşmanlığını kazanmak pahasına Bosna'da kışkırtıcılık ve Sırplar'a karşı ilk etnik temizliği gündeme getiren Hırvatistan'a destek, bu politikanın ilk adımları oldular. Bu ve bunu izleyen Bosna ve Kosova politikaları, hep de Balkanlar'da Osmanlı'nın tarihi mirasçısı olmakla gerekçelendirildi. Daha özel planda ise bu, Balkanlar'daki müslüman ve Türk unsurların doğal koruyucusu olma misyonu olarak tanımlandı.

Dışta azgın bir şovenizm, başka ülkelerin iç işlerine karışma ve saldırganlık olarak kendini gösteren bu gerici politika, etki ve yansımalarını aynı ölçüde iç politikada da gösterdi. Bunun iç politikadaki dolaysız meyveleri, `tarihimizle barışma´ adı altında gerici-yayılmacı Osmanlı mirasını sahiplenmek; Türk azınlıklara hamiliğin gerektirdiği ırkçılık ve Turancılığa destek; Balkanlar'da `Türk unsurlar´la kıyaslanmaz bir ağırlık oluşturan `müslüman unsurlar´a hamiliğin gerektirdiği dinsel gericiliğe alan açmak vb. oldu. '90'lı yılların ilk yarısında ırkçı-faşist hareketin yanısıra ondan da çok dinsel gericiliğin görülmemiş bir güç kazanması, izlenen yeni dış politikayla, özellikle de Balkanlar politikasıyla sıkı sıkıya ilişkiliydi. Fetullahçı okullar yalnızca Orta Asya Türk Cumhuriyetleri'nde değil örneğin Arnavutluk'ta da Amerikancı dış politikanın hizmetindeydi.

Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı izlenen inkarcı ve imhacı politikayla da birleşerek, Balkanlar'daki dış politika çizgisi kendini iç politik yaşamda azgın bir şovenizm olarak üretiyordu. Öylesine ki, Sırp halkına karşı düşmanlık tarihi Ermeni ve Yunan düşmanlığını bile çok çok gerilerde bırakıyordu. Özetle, Kafkaslar ve Orta Asya'da izlenen politikanın yanısıra Balkanlar'a yönelik Türk dış politikası da içerde ırkçı-Turancı faşist ideoloji ve akımlar kadar dinci-şeiratçı ideoloji ve akımlara da geniş bir alan açtı. '90'ların dış olaylarının ve dış politika adımlarının, özellikle de Bosna'da yaşanan korkunç insani trajedinin, Türk iç politikasında sorunları örtmek ve kitleleri oyalamak için en bayağı bir biçimde kullanıldığını da bunlara eklemek gerekir.

Balkanlar'da iflas tablosu

Balkanlar'da izlenen dış politika sürecin seyri ve bugünkü sonuçları üzerinden ele alındığında, tıpkı Orta Asya politikasında olduğu gibi, bir iflas tablosu ortaya koymaktadır. Balkanlar'a Osmanlı'nın tarihi mirasçısı olarak çıkan ve bu çerçevede bölgede nüfuz edinmek isteyen Türk devleti, tüm gerici rejimlerin değilse bile tüm Balkan halklarının haklı güvensizliğinin hedefi haline gelmiştir. NATO'nun Yugoslavya'ya karşı yürüttüğü barbarca savaşa katılarak ve bu savaşa katılan tek bölge ülkesi olarak, Sırbistan'ın yanısıra (belki bir tek Arnavutlar dışında) tüm bölge halklarının öfke ve düşmanlığını kazanmıştır.

Türk ordusu bugün Bosna'da, Kosova'da ve son olarak da Makedonya'da emperyalizmin hizmetinde bir işgal gücü konumundadır. Bosna'da sorunlar çözülmüş değil yalnızca bastırılmıştır ve şu günlerde kendini yeniden göstermektedir. Kosova'da sorunlar bütün ağırlığıyla zaten sürmektedir. Ve şimdi ise Makedonya'da ağır bir bunalım yaşanmaktadır. Özetle Balkanlar, uluslararası diplomasi dilinin beylik ifadesiyle, halen bir `barut fıçısı´ durumundadır. İşgalci birlikleriyle Türk devleti de bu fıçının üstünde oturmaktadır. Saldırgan ve yayılmacı Türk dış politikası Balkanlar'da batağa saplanmıştır. Dün Makedonya'ya Yunanistan ve Sırbistan karşısında hamilik yapanlar, bugün aynı Makedonya'da `müslüman Arnavutlar´ın hamiliğini kaybetmemek kaygısıyla hareket etmekte, böyle olunca Makedonya'nın hamiliğini Yunanistan gibi ülkelere kaptırmaktadırlar. Dün müslüman Kosovalı Arnavutlar'ın ve bu arada Kosovalı Türk azınlığın hakları uğruna emperyalist Balkan savaşına katılanlar, bugün sırtını sağlamca ABD emperyalizmine dayamış UÇK türü çetelerin Kosova'da Türk azınlığın geçmişten kalma haklarını kabaca çiğneme ve yok sayma girişimleri karşısında çaresizdirler.

Özetle, Balkanlar'daki Türk dış politikası, önden umulduğu ya da iddia edildiği gibi, ona bölgede bölgesel bir güç konumu ve nüfuzu değil, Batılı emperyalistlerin sadık hizmetçisi sıfatını kazandırmıştır. Bu politikanın Türkiye için hangi felaketli sonuçları hazırladığı da şu aşamada henüz tam belli değildir. Balkan halkları kendilerine büyük bir yıkım ve derin acılar yaşatan bugünkü çaresizlik durumundan kurtulduklarında, ortaya koyacakları devrimci tarihi inisiyatifin baş hedeflerinden biri de karşılarına ilk fırsatta Osmanlı mirasçısı olarak çıkan ve bölgede emperyalizmin sadık ve saldırgan bir uşağı olarak hareket eden Türk burjuvazisi olacaktır.

Balkan halklarının bu türden tarihi devrimci çıkışlara ne denli yatkın olduğunun kanıtı ise, bizzat geride kalan 20. yüzyıldır. Yüzyılın başında Balkan uluslarını birbirine kırdıranlar, daha yüzyılın ortalarına bile varmadan bu aynı halkların birleşik mücadelesiyle bölgeden süpürülüp atılmışlardı. Bugün Balkan halklarından 20. yüzyılın devrimci inisiyatifinin rövanşını aldıklarını düşünenler, 21. yüzyılda aynı Balkan halklarının devrimci rövanşı ile karşı karşıya kalacaklardır.