01 Eylül '01
Sayı: 24


  Kızıl Bayrak'tan
 Emperyalizm ve tekelci sermayenin safında "demokrasi mücadelesi"

  Derinleşen yıkıma karşı mücadeleyi yükseltelim

  Yeni kıyımlar, hak gaspları ve "esnek çalışma" kapıda

  Ankara Öncü İşçi Platformu'nun kampanya faaliyetleri

  ABD emperyalizminin taşeronu Türk generallerinin Bakü'de gövde gösterisi
  "Toplumsal patlama" "Sivil itaatsizlik" var!
  Sümerbank direnişinin deneyim ve dersleri
  Exsa grevinin ardından

  Türk dış politikası üzerine/4

  Zindan çatışmasının güncel görevleri
  "Kazanmaya mahkumuz"
  Zaferi direniş kazanacak
  Küresel ısınma/3
  Filistin halkının bağımsızlık ve özgürlük iradesi teslim alınamaz!
  ICE-Werk Süd işçisi direnişi kazanacak!
  Kürtler açısından barışın anlamı
  Ölüm Orucu Direnişi 317. gününde
  Mücadele Postasi

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Emperyalizm ve tekelci sermayenin
safında `demokrasi mücadelesi´

Mesut Yılmaz'ın açtığı `ulusal güvenlik´ tartışması karşısında en büyük heyecanı PKK eksenli teslimiyetçi Kürt cephesi gösterdi. Bu gelişme tarihi değerde görüldü, Yılmaz'a tam destek verildi ve Kürt basını `Saf tutma zamanı´ başlığı altında herkesi `zorlu demokrasi mücadelesinde saf tutma´ya çağırdı. Bu vesileyle Özal dönemine ve politikalarına özlem dile getirildi, `Yılmaz ikinci Özal dönemini başlatabilecek mi?´ soruları buna yönelik temenniler eşliğinde soruldu.

Teslimiyetçi Kürt cephesinin emperyalizmden ve başta TÜSİAD oligarkları olmak üzere işbirlikçi tekelci sermayeden demokrasi beklemesi, Kürt sorununun çözümünü de bu gericilik odaklarından gelecek sözde demokrasiye endekslemesi herhangi bir yenilik taşımamaktadır. Kürt hareketi `siyasal çözüm´ çizgisine kaydığından beri bu böyledir. Şu farkla ki, İmralı teslimiyeti ile birlikte artık tüm umutlar buna bağlanmış, tüm çabalar buna endekslenmiştir. `Kopenhag Kriterleri´ teslimiyetçi Kürt hareketinin biricik demokrasi referansı ve programıdır. Bu Kürt sorununa düşünülen sözde çözümün çerçevesini de vermektedir. Bu konuma düşmüş bir Kürt hareketi her türlü gerçek sol ve demokratik değerden kopmuş sayılmalıdır. Bu konumuyla bu hareket, Perinçekçi İP'in yaşadığı türden bir ideolojik çürümeyi ve politik dejenerasyonu kendi cephesinden yaşamaktadır.

İdeolojik çürümenin ortak temeli

Bu iki akım son `ulusal güvenlik´ tartışmalarında birbirlerine karşıt konumda yer aldılar. İP `Cumhuriyet´ savunuculuğu üzerinden ordunun arkasında saf tutarken, teslimiyetçi Kürt cephesi `demokrasi´ savunuculuğu üzerinden TÜSİAD'ın arkasında saf tuttu. Çürüme içindeki reformist solda özellikle 28 Şubat'tan beri kendini daha belirgin bir biçimde gösteren bu sahte Cumhuriyet ve demokrasi kutuplaşması, bu konumdaki akımları; düzenin tüm temel iktisadi ve siyasi tercihlerde anlaşan, fakat yalnızca izlenen politikanın biçiminde ya da tonunda farklılaşan işbirlikçi düzen cephesinin uzantıları konumuna düşürmüştür. Burada artık tarafların kendilerine göre önemser göründüğü `bağımsızlık´ ya da `demokrasi´ mücadelesinden eser yoktur. Yapılan şey, düzen cephesinin gerici iç çelişki ve çatışmalarında taraf olmaktan ibarettir.

Politik tercihleri ve tutumları yönünden karşı karşıya konumlanmış gibi görünen bu akımların, Perinçekçi İP ile PKK eksenli teslimiyetçi Kürt cephesinin, ideolojik açıdan aynı burjuva idealist varsayımlardan hareket etmeleri de dikkate değer bir durumdur. Her iki taraf da bugünün Türkiye'sine egemen toplumsal sınıf ile onun egemenlik aracı olan devleti, bu devletin en temel unsuru olan orduyu birbirinden ayırmakta, bundan da öte karşı karşıya koymaktadırlar. Düzenin egemen sınıfı ile ordusunu bağımsızlık ya da demokrasi mücadelesinin özneleri olarak karşı karşıya koyan bu idealist şarlatanlık, birbirine karşıt gibi görünen bu iki akımın ortak hareket noktası, onları birleştiren ideolojik zeminidir. Bu aynı olgu hala sol olmak iddiasındaki bu akımların yaşamakta olduğu ideolojik çürümenin de ortak göstergesidir.

Gerçekte her ikisi de Türkiye'nin egemen sınıflarından medet umuyor, izledikleri politikada onların yedeği olarak hareket ediyorlar. Teslimiyetçi Kürt hareketi bunu dosdoğru tekelci burjuvazi üzerinden ifade ederken, Perinçekçi İP aynı şeyi `sanayicimiz ve tüccarımız´ olarak formüle ederek böylece bir parça `milli´ kılıf içinde sunuyor. (Son `Türk lirası´ kampanyasında bu artık `sanayi ve ticaret odalarımız´ adını almıştır ve bunun bir adım ötesinde aynı zamanda bu odaların da mensupları olan TÜSİAD'cılar kalmıştır).

Emperyalizm ve tekelci burjuvazi
çağdaş gericiliğin ana kaynağıdır

Bilimsel sosyalizm, çağdaş emperyalizmi ve bağımlı ülkelerde onun işbirlikçisi konumundaki tekelci sermayeyi çağdaş gericiliğin kaynağı ve dolayısıyla gerçek demokrasinin ve demokrasi mücadelesinin en büyük düşmanı, en temel engeli sayar. Bu teorik bakış 20. yüzyılın tüm tarihi deneyimi tarafından olduğu gibi doğrulanmıştır. Türkiye'nin yakın dönem tarihi de bu doğrulanmanın bir alanıdır. 12 Martlar ve 12 Eylüller bunun bir kanıtıdır; her ikisinin de gerisinde emperyalizm ve başını TÜSİAD'ın çektiği tekelci burjuvazi vardır. Türkiye'nin yakın tarihindeki bu iki faşist karşı-devrim hareketi, aynı zamanda düzenin egemen sınıfı olarak tekelci burjuvazi ile düzenin egemen siyasal kuvveti olarak ordunun birbirleri ile etle tırnak gibi olan ilişkilerini de göstermektedir. Her ikisinin de emperyalizmin tam denetiminde bulunması, faşist karşı-devrim hareketlerini de onun destek ve yönlendirmeleriyle gündeme getirmesi olgusu, tabloyu tamamlamaktadır. Türk burjuva milliyetçileri ile Kürt burjuva milliyetçilerinin karşıt gibi görünen konumlardan demokrasi ya da bağımsızlık misyonu yükledikleri bu toplumsal ve siyasal güçlerin toplumsal mücadele içinde ve karşısındaki gerçek konumu işte budur.

Sosyal yıkım ve sosyal krizin
siyasal ihtiyaçları

Bugün Türkiye Cumhuriyet'i tarihinin en ağır ekonomik ve sosyal krizi içindedir. Emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin krize yönelik müdahalesi kendini sosyal yıkım programları olarak göstermektedir. Bunun başarıyla uygulanması ise demokrasi ya da yumuşama değil, tam tersine, siyasal gericiliğin yoğunlaştırılmasını, baskı ve terörün kurumlaştırılmasını gerektirmektedir. Her türlü demagojik ve spekülatif iddia ve söylemin ötesinde, gerçek yaşamda olan da zaten budur. Burada bir kez daha aynı tabloyu bütünleyen aynı sonuçla karşılaşıyoruz. Emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin sosyal yıkım programlarının yolaçtığı gerçek ya da muhtemel sosyal hareketlere karşı gerekli tüm önlemleri tam da düzen bekçileri, yani Perinçekçiler'in tapındığı generaller hazırlayıp uygulamaktadırlar.

Günümüz Türkiye'sinde demokrasinin baş engeli emperyalizm ve tekelci sermayedir. Siyasal gericiliğin toplumsal kaynağı ve dayanağı bu güçlerdir. Ortaçağ gericiliği bunlardan bağımsız değil, tersine bunların koruması altında ve emrindedir. Ortaçağ kalıntısı düşünce ve kurumlar, bunlardan bağımsız olarak değil, fakat bunların desteği ve denetimi altında, bunların ihtiyaçları çerçevesinde varolmakta, rollerini oynamaktadırlar. Ô60'lardan itibaren ve 28 Şubat'ta gündeme gelen zorunlu `balans ayarı´na kadar, dinsel gericiliğin tam da ordu tarafından sol akımlara ve toplumsal muhalefet hareketlerine karşı hazırlanması ve kullanılması olgusu, tabloyu bir kez daha tamamlamaktadır. Haziran sonundaki MGK toplantısında ve tam da `sosyal patlama´ gündemi çerçevesinde ordunun `tarikat liderleri ve mezhep önderleri´yle girdiği ilişkiler ve sağladığı mutabakatın ortaya çıkması, 28 Şubat'taki zorunlu `balans ayarı´nın anlamına ve sınırlarına da yeni açıklıklar getirmiştir.

`Siyasal çözüm´ eğik düzleminden varılan batak

Türkiye'nin yakın tarihinden ve içinden geçmekte olduğumuz dönemi üzerinden yeterli açıklıkla görülebilecek tüm bu temel gerçekler, Perinçekçi safsataları olduğu kadar teslimiyetçi Kürt hareketinin gerici hayallerini de ortaya sermektedir. Teslimiyetçi Kürt hareketinin tutumunu salt bir gerici hayal saymak, gelinen yerde bu hareketin düştüğü durumu hafifsemek olur bir bakıma. Sorun hayalcilikten de öteyedir. Dün haklı ve meşru temellere dayalı görkemli bir mücadeleyle çözüm gündemine getirilen Kürt sorununu `siyasal çözüm´ eğik düzlemi üzerinden emperyalizme havale edenler ve sonunda da bunu İmralı batağında boğanlar, şimdilerde denize düşen yılana sarılır misali, çözüm adına sorunun kaynağını oluşturan güçlerden medet umuyorlar. Bu her türlü ilkesizliği, oportünizme ve utanç verici davranışlara da kapıyı sonuna kadar aralamaktadır.

Bu konuma düşenler, emperyalizmin Türkiye ekonomisinin başına atadığı ve İMF'nin sosyal acımasızlığının temsilcisi konumundaki bir Dünya Bankası memurunu bile bir umut kaynağı olarak görebilmekte, hararetle destekleyebilmektedirler. Bu gerici tutumun gerisinde, başta ABD olmak üzere emperyalistler Türkiye'nin iç işlerine ne kadar çok karışır ve yönetimine ne denli dolaysız olarak el koyarlarsa, bizim de işimiz o kadar kolaylaşır, Kürt halkına bazı kırıntılar sağlamak o ölçüde olanaklı hale gelir rezil pragmatizmi vardır. Tüm umutlarını emperyalistlere ve tekelci sermayeye bağlayanlar, tüm gerçek demokratik ve anti-emperyalist değerlerden de böylece kopmaktadırlar.