5 Mayıs'01
Sayı: 07


  Kızıl Bayrak'tan
  1 Mayıs'ın gösterdikleri
  1 Mayıs ve sendika bürokrasisi
  İstanbul'da coşkulu 1 Mayıs!
  Sınıf ve emekçi hareketine ayna, hücre karşıtı muhalefete moral
  Yurdun dört bir yanında 1 Mayıs!
  1 Mayıs ön hazırlık çalışmaları
  Dünyada ve Türkiye'de 1 Mayıs
  Dünyada 1 Mayıs'ın gösterdikleri
  Ölüm Orucu ile dayanışma etkinikleri
  Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmez!
  Zaferi biz kazanacağız!
  Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan...
  Ölüm Oruçlar'yla ilgili açıklamalar
  Mücadele Postası


Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 


Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan...

Devrim davası bu ülkede onlar gibi yiğit, fedakar ve adanmış devrimcilerin
omuzları üzerinde büyüdü, bugünlere ulaştı!..


Mare nostrum

En uzun koşuysa elbet
Türkiye’de de devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan
Fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Ama aşk olsun sana çocuk
Aşk olsun

Can Yücel


6 Mayıs 1972’de üç yiğit devrimci, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan, faşist rejim tarafından katledildiler. Burjuvazi son nefeslerinde bile davalarına olan inançlarını haykıran bu başeğmez devrimcilerin bedenlerini yokedebildi, ama onların darağaçlarından yükselttiği şiarların binlerce devrimcinin bilinçlerine kazınmasını engelleyemedi. Bugün F tipi zindanlarda yüzlerce devrimcinin 6 ayı aşan ölümüne direniş maratonu bile bunu kanıtlamaya yeter.

Bu üç kararlı devrimci, devrim mücadelesinin büyük ölçüde bir irade, inanç ve direnç sorunu olduğunu, bunun için yaşamın her saniyesinin bu dava uğruna sarfedilmesi gerektiğini pratikleriyle ortaya koydular.

Onlar ‘60’lı yılların kitle hareketi içinde gençlik hareketinin militanları olarak yetiştiler. Düzenin icazet alanında mücadelenin reddi olarak ortaya çıktılar, devrim yolunu seçtiler. Burjuva reformizminden kopuşun, düzene karşı militan ve ödünsüz bir başkaldırının temsilcisi oldular. Bu özellikleriyle, kendi kuşağının devrimcileriyle birlikte bir döneme damgalarını vurdular. Geleceğe silinmez bir mesaj bıraktılar.

Bugün beyinlerini ve ruhlarını burjuvaziye satarak geçinen kimi “68’liler”in bu yiğit devrimcilerin adlarına sahip çıkıp onlar adına vakıflar kurmaları bir samimiyetsizlik, dahası riyakarlık örneğidir. Bu, kokuşmuş düzenin geçmişin devrimci birikimini ve mücadele içinde yaratılmış değerlerini iğdiş etme çabasının bir parçasıdır. Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının hayatlarını ortaya koyarak gelecek kuşaklara miras bıraktıkları dava uğruna örnek davranışlarını siyasal içeriğinden soyutlayıp duygusal bir anıya dönüştürmekte, böylece ‘71’in devrimci direniş geleneğini ehlileştirme operasyonuna soldan destek vermektedirler.

Ama tüm bu çabalar boşunadır. Onlar dün olduğu gibi bugün de ölümüne direnişin, davaya adanmışlığın simgesi olarak anılmakta, bu özellikleriyle yeni kuşak devrimcilere yol göstermektedirler.

İnsanlık tarihi hep onlar gibi, davaları uğruna ölümü tereddütsüzce göğüsleyenler tarafından yazılmış, devrim ve sosyalizm davası sınırsız bir fedakarlıkla direniş bayrağını yere düşürmeyenlerin omuzlarında büyütülmüştür.

Bugün zindanlardan yükselen görkemli direniş, onların fedakarlıklarının boşa gitmediğinin en somut kanıtıdır. Onlar kendilerinden sonraki kuşaklara umutsuzluğu, teslimiyeti ve ihaneti değil, emekçilerin davası uğruna ölümüne direnmeyi miras bırakmışlardır.

Onlar Türkiye devrimi mücadelesinde bir kilometre taşıdırlar. Devrime ve sosyalizme aittirler; bıraktıkları direniş mirasıyla bugünkü mücadeleyi beslemekte, bu mücadele içinde yaşamaktadırlar. Onların izlediği mücadele çizgisinin ideolojik-politik açıdan kusurlu olan yönleri bu ülkede çoktan bilince çıkarıldı ve aşıldı. Onlardan bugüne kalıcı olarak yaşayan ve geleceğe aktarılacak olan, devrim davasına ölümüne bağlılıktır. Her yeni devrimci kuşak onları bu yanıyla tanıdı, bu yanıyla örnek aldı.

Devrimci yiğitlikleri, kararlılıkları ve adanmışlıklarıyla yeni kuşaklara örnek olan bu başeğmez devrimciler parti, devrim ve sosyalizm mücadelemizde yaşıyorlar, hep yaşayacaklar!...




İdam sehpasına inançlarını haykırarak
yiğitçe yürüdüler!..

 
İdamları izleyen iki avukattan biri olan Mükerrem Erdoğan, o sabahı şöyle anlatıyor:

Deniz bize döndü. ‘Cezaevinde bizi, yangından mal kaçırır gibi kaptılar, havalandırarak getirdiler. Ayakkabılarımızın bağlarını bile bağlamamıza fırsat vermediler. Postallarımın bağlarını bağlasınlar; asıldığımda ayağımdan düşmelerini istemem.’ dedi.

(...) Deniz gardiyanların yardımıyla masaya çıktı. (...) Bir gardiyan ilmiği açtı, genişletti, başından geçirip taktı Deniz’in boğazına. (...) İşte o anda Deniz son sözlerini söyledi: “Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın Marksizm-Leninizm. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği. Yaşasın işçiler, köylüler. Kahrolsun emperyalizm.”

(...) Deniz’in asılması sırasında Yusuf’u alıp oraya getirmişler. Bize dönerek ‘Duydum Deniz’in sesini’ dedi. (...) Darağacı hazırlanmış, tazelenmişti. (...) Masaya oradan da tabureye çıktı. Geçirdiler ilmiği boynuna. Yusuf da gür, yürekli bir sesle son sözlerini söyledi, taburenin üzerinde: “Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika’nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm.

(...) Bu arada Hüseyin’i getirdiler. Bildiğimiz Hüseyin’di. Her zamanki Hüseyin. Sigara içip içmeyeceğini sorduk. ‘İçmeyim’ dedi. Bize döndü. ‘Söyleyin babama,’ dedi; ayağındaki lastik ayakkabıları gösterdi, ‘Babam, yarın ayağımdaki bu lastik ayakkabıları görüp, doğru dürüst bir ayakkabısı bile yokmuş diye üzülmesin. Askeri Cezaevinde, ayakkabılarımızı giymemize bile fırsat vermediler. Ayakkabılarım cezaevinde kaldı. Onlara hediyem olsun.’ (...) Durdu. ‘Sehpaya çık’ diye bağırdı savcı. Hüseyin savcıya döndü masanın üzerinde, ‘Sabırlı ol, çıkacağım’ dedi. Ve tabureye çıkmadan, masanın üzerinde, yürekli bir sesle bağıra bağıra son sözlerini söyledi: “Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum. Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler. Kahrolsun Faşizm.”

(Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 7. cilt, s.2176, İletişim Yayınları)
Başlık SY Kızıl Bayrak tarafından konulmuştur...




Darağaçlarında Marksizm-Leninizme ve devrime
bağlılıklarını haykırdılar...

Devrimci yiğitlikleri ve adanmışlıklarıyla
yeni kuşaklara yol gösteriyorlar!..

 
Deniz Gezmiş:
“Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun emperyalizm!”

Yusuf Aslan: “Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika’nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler! Kahrolsun faşizm!”

Hüseyin İnan: “Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum. Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler! Kahrolsun faşizm!”




Deniz Gezmiş’ten babasına son mektup...

Bu yola bilerek girdim,
en ufak bir pişmanlık duymuyorum!..

 
Baba,

Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne kadar üzülmeyin dersem yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum, insanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler, önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir. Bu nedenle ben erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve kaldı ki benden evvel giden arkadaşlarım hiç bir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de düşmeyeceğimden şüphen olmasın, oğlun, ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir, o bu yola bilerek girdi ve sonunun da bu olduğunu biliyordu. Seninle düşüncelerimiz ayrı ama beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, Türkiye’de yaşayan Kürt ve Türk halklarının da anlayacağına inanıyorum. Cenazem için avukatlma gerekli talimat verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim. Ankara’da 1969’da ölen arkadaşım Taylan Özgür’ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbul’a götürmeye kalkma, annemi teselli etmek sana düşüyor, kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et. Onun bilim adamı olmasını istiyorum, bilimle uğraşsın ve unutmasın ki bilimle uğraşmak da bir yerde nalığa hizmettir, son anda yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir seni, annemi, abimi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşi ile kucaklarım.

Oğlun Deniz Gezmiş
Merkez Cezaevi (6 Mayıs 1972, idamın hemen öncesinde ..)




Hüseyin İnan (1949-1972)

21 yaşında lider, 23 yaşında
idam sehpasında bir yiğit devrimci

 
1949’da Kayseri’nin Sarız ilçesine bağlı Bozhüyük köyünde doğdu. İlk ve orta okulu Sarız’da, liseyi Kayseri’de okudu. 1966’da ODTÜ İdari Bilimler Bölümü’ne kayıt oldu. Sosyalist Fikir Klubü (SFK) ve bu derneğin bağlı olduğu Dev-Genç’e üye oldu. Bu arada, TİP’e de katılarak, bu partinin de etkinliklerinde yer aldı. Aynı dönemde, gerek İstanbul ve Ankara, gerek İzmir ve diğer yörelerde anti-emperyalist eylemlere katıldı; ABD 6. Filosuna yönelik eylem ve mitinglerin içinde bulundu. Toprak işgalleri, kırsal yörelerdeki mitingler vb. etkinliklere katıldı. 1966-1967 öğretim yılında, gerçekleşen ODTÜ Hazırlık boykotunun örgütlenmesine önderlik etti.

Hüseyin İnan, 1968’de, TİP ve daha sonra MDD içindeki ayrılıklarda, giderek belirginleşen gizli ve dar örgütçülük fikri etrafında çekirdek bir grup oluşturup, kır gerillası yoluyla anti-emperyalist mücadele verme fikrini geliştirmeye çalıştı. Ankara’da özellikle ODTÜ kökenli olan ve temelini İnan’ın attığı bu grup, daha sonra THKO’nun çekirdek kadrosunu oluşturacaktı. Aynı yıl İdari İlimler Fakültesi’nden çıkarılan Hüseyin İnan, ODTÜ yurtlarında kalmaya devam etti.

14 Ekim 1969’da, grubun önemli bir kesimiyle birlikte Suriye üzerinden Ürdün’e, FKÖ’nün asıl gücünü oluşturan El Fetih kamplarına gitti. Burada FKÖ’nün yanında İsrail’e karşı savaştı. İsrail içlerindeki karakol baskınlarında bizzat yer aldı. Şubat 1970’de Türkiye’ye geri döndüğünde, Diyarbakır-Antep yolunda bir otobüste yakalandı. Diyarbakır’da devam eden yargılama sonunda, Ekim 1970’de tahliye oldu.

İnan Ankara’ya döndüğünde, kafasındaki kır gerillası fikri iyice berraklaşmıştı. Benzeri düşünceler taşıyan ve aynı eylem çizgisini benimseyen, başlarında Deniz Gezmiş’in yer aldığı İstanbul grubuyla biraraya gelerek THKO’yu kurdu. İnan, kitle hareketleri içinde hemen hiç tanınmayan biri olmakla birlikte, örgütleyici niteliği, insanlarla ilişki kurma becerisi ve kararlılığıyla grup içinde sivrilmişti. O dönemlerde önemli ölçüde karizması olan Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve Cihan Alptekin’in de yer aldığı THKO’nun tartışmasız önderi haline geldi.

Daha sonra, yaygınlaşan silahlı eylemlere önderlik etmekle kalmadı, bütün eylemlerin bizzat içersinde oldu: 29 Aralık 1970’de, Dev-Genç üyelerinden İlker Mansuroğlu’nun öldürülmesi üzerine, THKO’nun örgüt olarak kendini ortaya koyduğu Kavaklıdere Polis Karakolu’nun kurşunlanması, 1 Ocak 1971’de Türkiye İş Bankası Emek Şubesi soygunu, Amerikan askeri tesislerinin basılarak bir Amerikalı’nın kaçırılması ve daha sonra 4 Amerikalı’nın kaçırılması eylemlerinde gösterdiği gözüpek tavrı ve kararlılığıyla THKO’nun varlığında büyük etken oldu.

24 Mart 1971’de Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde yakalanarak, Deniz Gezmiş ve Yusuf Arslan’la birlikte Ankara 1 No’lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi tarafından 9 Kasım 1971’de idama mahkum oldu. İdamlarının önlenmesi için gerek Meclis’te, gerek kamuoyunda ve gerekse örgüt arkadaşları tarafından çeşitli girişimlerde bulunulmasına rağmen Deniz Gezmiş ve Yusuf Arslan’la birlikte 6 Mayıs 1972’de idam edildi.

(Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 7. cilt, s.2168, İletişim yayınları)
Başlık SY Kızıl Bayrak tarafından konulmuştur...




Yusuf Arslan’dan babasına ve akrabalarına son mektuplar...

“Biz halkımızın kurtuluşu ve Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi uğruna şerefimizle öleceğiz...”

 
Bugüne kadar davama olan
inancım sarsılmamıştır. Sehpaya gidene
kadar da en ufak bir sarsılma olmayacaktır...”

Sevgili Babacığım,

Bu mektubu aldığın zaman ben ebediyen bu dünyadan göç etmiş olacağım. Ne kadar sarsılacağını tahmin ediyorum. Bir-buçuk seneden beri benim yüzümden nasıl üzüntü içinde olduğunuz malûm. Bu son olayı da metanetle karşılamanızı sadece dileyebiliyorum.

Babacığım bu olaydan da annemin ve Yücel’in senin tesellilerine ve desteklerine ihtiyaçları çok. Bunun için ne kadar metin olursan, hem senin sağlığın için hem de onlar için o kadar iyi olur. Elbette ki, yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir oğlun, bir günde öldürülmesi kolay göğüslenecek bir olay değildir. Fakat siz benim ne için, kimlere karşı mücadele verdiğimi biliyorsunuz. Ben bu açıdan rahat ve vicdan huzuru içinde gidiyorum. Sizlerin de bu bakımdan rahat ve huzur içinde olduğunuzu ve olacağınızı biliyorum.

Babacığım, annemin ve Yücel’in senin desteklerine muhtaç olduklarını yukarıda söylemiştim. Onları rahat ettirmek için bütün gücünü kullanacağından zaten eminim. Babacığım, burada şunu ilave edeyim ki, Yücel’in hastalığından kendini sorumlu hissediyorum. Yücel için her şeyinizi ortaya koyacağınız konusunda da kuşkum yok. Ablamlar için söyleyeceğim; fazla üzülmesinler, olayın sarsıntıları geçtikten sonra normal hayatlarını devam ettirsinler. Mehtap’a ne diyeyim... Benim için her zaman bol bol öpün.

Babacığım, cezaevinde kalan arkadaşları arasıra yoklarsan, hallerini hatırlarını sorarsan çok memnun olurum. Herbirisi oğlun sayılır. Dışarda bizler için uğraşan dostlarımı ve dostlarını unutmayacağını biliyorum.

Mektubum burada biterken sizi, annemi, Yücel’i, ablamı, Aziz abiyi, Mehtap’ı hasretle kucaklarım babacığım... Sağlıcakla kalın.

Hoşçakalın
T. Yusuf Arslan
2 Mayıs 1972

Not: Akrabalara da bir mektup yazdım. Fakat belki vermeyebilirler.

***

Bütün Akrabalara,

Bu mektubumu okuduğunuz zaman artık aranızda olmayacağım. Mektubumu Senatonun idamlarımızı tasdik ettiğini öğrendiğim anda yazıyorum. Şundan emin olmalısınız ki, bugüne kadar davama olan inancım sarsılmamıştır. Sehpaya gidene kadar da en ufak bir sarsılma olmayacaktır.
Ben, halkımın kurtuluşu, Türkiye’nin tam bağımsızlığı için savaştım. Sizler beni tanıyorsunuz. Bir yıldan beri bu bir avuç sömürücüler, vatan satıcıları, işbirlikçiler ellerindeki bütün imkanlarla bizi dışardan yardım gören, beyinleri yıkanmış, vatan haini, dışardan emir alan, bölücü, anarşist diye tanıtmaya ve halkımızdan bizi koparmaya çalıştılar. Bu bir avuç azınlığa göre vatanseverlik; vatan satmak, yabancılarla işbirliği yapmak, NATO’yu, Amerika’yı savunmak, 6. Filoyu ağırlamak, milyonlarca köylünün geçimi olan haşhaş ekimini elinden almak, işçinin grev hakkını engellemek, Amerika’ya ve emperyalizme hizmet etmektir.

Biz bunlara karşı çıktık. Bunun için biz vatan haini, onlar vatansever oldular.

Bizi bu mücadelemizden dolayı, güya adil mahkemelerinde yargılayan ve yine adil kurumları eli ile asacak olanlar bilmelidirler ki; biz halkımızın kurtuluşu ve Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi uğruna şerefimizle bir defa öleceğiz. Bizi asanlar, ...

Son sözüm; Yaşasın İşçiler, Köylüler! Yaşasın Devrimciler! Yaşasın Halkımın Kurtuluşu ve Bağımsızlığı İçin Savaşanlar! Yaşasın Tam Demokratik Türkiye’nin Kurulmasından Yana Olanlar!
Kahrolsun Emperyalizm! Kahrosun ... Faşist Koalisyonu!

T. Yusuf Arslan
2 Mayıs 1972
Mamak-Askeri Cezaevi




Hüseyin İnan’dan yakınlarına son mektup...

“İleride durumumu çok daha iyi
anlayacağınız inancındayım”


Babama, anneme, kardeşlerime ve yakın akrabalarıma,
Söyleyecek fazla söz bulamıyorum.
Bir insanın sonunda karşılaşacağı tabii sonuç, bildiğiniz sebeplerden dolayı erken karşıma çıktı.
Üzüntü ve acınızı tahmin ediyorum.
İleride durumumu çok daha iyi anlayacağınız inancındayım.
Metin olunuz.
Üzüntü ve acılarınızı unutmaya çalışınız.
Bütün varlığımla hepinize kucak dolusu selamlar, sevgiler!...
Yazılacak çok şey var, fakat hem mümkün değil, hem de sırası değil...

Candan selamlar...

Hüseyin İnan




İdamın öncesinde Ölüm Orucu...

Faşizme, katliamlara, işkenceye, zulme ve zamlara karşı,
emekçiler ve devrimci yoldaşlar için!..


İnfazlar yaklaşıyor. Ölüm cezasına hükümlü Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan bunu biliyor ve infazların hiç bir yolla önlenemeyeceğine inanıyorlar. Mamak Cezaevinde yaptığımız görüşmelerde bu inançlarını ve infazlar hakkındaki düşüncelerini açıkça söylüyorlar. Buna rağmen yaşamlarını, cezaevi koşulları içinde ve inançları doğrultusunda sürdürmekten geri durmuyorlar.

18. 4. 1972 gününde Mamak 1 numaralı Askeri Cezaevinde 12 gün süren bir ölüm orucuna başlıyorlar.

1972 yılının ilk aylarında kontr-gerilla denilen ve artık gizliliği kalmayan gizli örgütlerde yapılagelen işkenceler yoğunlaşmıştır. Cezaevlerinde bulunan tutuklular, “mahkemeye götürüyoruz, savcıya götürüyoruz” gibi bahanelerle cezaevinden alınıyor, kontr-gerillanın işkencehanelerine götürülerek onlara ağır işkenceler uygulanıyor. Siyasi cinayetler yoğunlaşıyor.

Yusuf Arslan, Deniz Gezmiş ve Hüseyin İnan, bu işkenceleri, yasa-dışı uygulamaları, basına konulan sansürü, yapılan Anayasa değişikliklerini ve zamları protesto için ölüm orucuna başlıyorlar ve bunun nedenlerini şöyle açıklıyorlar.

“1- Son getirilen zamlar ve hayat pahalılığı fakir emekçi halkımızın, zaten son derece güç olan hayat şartlarını, çıkarcıların menfaatı uğruna daha da dayanılmaz hale getirmiştir.

“2- Halka dönük olan 1961 Anayasası, elbise değiştirir gibi değiştirilmiş, bununla da yetinilmeyerek, halkımıza anayasamızca tanınan hakları tamamen ortadan kaldırmak için yeni Anayasa değişikliğine gidilmek istenmektedir.

“3- Sıkıyönetim mahkemelerinde, MİT ajanlarına mahkemelerin temsilcileri görüntüsü verilmek istenmiş ve (ANARŞİST) deyimi ile devrimcilerin katline gidilmiş ve aynı nedenle siyasi cinayetler işlenmiştir.

“4- Bizim bugün hücrelerinde kaldığımız Mamak Askeri Cezaevinde bulunan diğer tutuklu arkadaşlarımızdan bir veya birkaçı her gün “mahkemeye götürüyoruz” denilerek MİT’in işkence odalarına götürülüp çağ ve insanlık-dışı işkenceye tabi tutularak yapılan işkencenin bütün belirtileri üstlerinde olarak geri getirilmektedir.

“5- Bütün bu yasa-dışı, çağ-dışı ve insanlık-dışı uygulamaların halkımız ve ilerici aydınlar tarafından bilinmemesi ve duyulmaması için basına sansür konulmuş, basın ancak sıkıyönetimin izin verdiği haberleri verebilecek duruma getirilmiştir.

“Bütün bu nedenlerle 18. 4. 1972 tarihinden itibaren (ÖLÜM ORUCUNA) başladık, bu davranışımızın, kötülükleri sona erdirmeyeceğini biliyoruz. Ancak, halkımıza ve onun haklarına cezaevi hücrelerinde sahip çıkıp onu savunacak tek hareketimiz (ÖLÜM ORUCU)nu sürdürmek olacaktır.”

Ölüm orucu başladığı günlerde İstanbul’da Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerinde görülmekte olan ve gün-aşırı devam eden duruşmalarda bulunuyorum. Ankara’ya döndüğüm zaman ölüm orucu 11. gününü doldurmuştur. Avukat arkadaşlarım, ölüm orucunun sürdürülmekte olduğunu ve bütün çabalara rağmen Gezmiş, Arslan ve İnan’ın açlık grevinden vazgeçmediklerini söyleyerek bir kez de benim görüşmemi ve onları vazgeçirmeye çalışmamı öneriyorlar.

Düşünüyorum. Başlatılan ölüm orucu, nedenleri yönünden haklıdır. Ancak ölüm cezasına hükümlü olanlar açısından zamansız ve sakıncalı. Adalet Partili parlamenterlerin, kin ve intikam duyguları ile tam kadro halinde katıldıkları oylamalar sonunda idam kararları TBMM tarafından onanmış. İnönü’nün yönetimindeki CHP, 17.3.1972 günlü bu onama kararının iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmuşsa da, yüksek mahkemenin usul yönünden iptal kararı üzerine TBMM tarafından verilen ikinci onama kararı için yeniden Anayasa Mahkemesine başvurmamıştır. Anayasa Mahkemesine böyle bir davanın açılabilmesi için yasama meclislerinde gerekli 1/6 üye imzası bütün çabalara rağmen tamamlanamamıştır. Parlamento-dışı çalışmalar ve dış etkenler sonuç vermemektedir. Yasal yollar tıkanmıştır. Bu ve benzeri nedenlerle infazlar yaklaşmış ve artıkr gün beklenir duruma gelmiştir.

Açlığın fiziksel çöküntü doğurucu etkisi korkunçtur. Bu etkinin genç ve yaşlı her insan üzerinde kendini göstereceği kuşkusuzdur. Bu tür çöküntüye uğramış bir insanın infaza dayanabilme gücünün son derece azalacağı da ortadadır. Moral güç ne kadar yerinde ve sağlam olursa olsun, fiziksel çöküntünün infaza olumsuz bir görüntü vereceği ve bunun maksatlı çevrelerce kullanılabileceği ve giderek yersiz ve olumsuz propagandalara neden olacağı da açıktır.

O halde ölüm orucu bırakılmalıdır.

Ölüm orucunun 12. günü Askeri Cezaevine gidiyorum.

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’la görüşüyorum. Gözler çökmüş, yüzler sararmış, sarı-yeşil bir görüntü almıştır. Deniz ayakta duramıyor, karşımda diz çökerek benimle konuşuyor, İnan bitkin gönünüyor, 12 gün süren açlığın doğurduğu fiziksel çöküntü yüzlerde okunuyor. Yusuf Arslan ayakta durabiliyor ve daha dayanıklı görünüyor.

Ölüm orucunun nedenlerini anlatıyorlar. Cezaevinden alınarak gizli merkezlere götürülen tutuklulara işkence yapıldığını, şikayet yollarının kapandığını, basına sansür konularak bu yasa-dışı, insanlık-dışı uygulamaların kamuoyundan gizlendiğini, zamların fakir emekçi halkın yaşantısını dayanılmaz hale getirdiğini, bu baskıları, bu zulümleri protesto etmek için ölüm orucuna başladıklarını söylüyorular.

Ölüm orucunun bu 12. gününde bütün gücümü toplayarak onlara şunları söylüyorum:

“Açlık her insan üzerinde olumsuz, fiziksel etkiler yaratır. Bu etkilerin sizlerde de kendini göstereceği kuşkusuzdur. Dışarda infazların önlenmesi için her türlü çalışmalar yapılmakta ve sürdürülmektedir. Bu çabalar başarılı olabilir ya da olmayabilir. Çalışmalar olumlu sonuç vermediği taktirde infazların yapılması kaçınılmaz olacaktır. Bu takdirde sizlerin, idam sehpası altına, sağlam ve zinde olarak gitmeniz gerekir. Açlıktan bitkin ve çöküntü içinde sehpa altına gitmeniz sakıncalıdır. Bu takdirde açlığın doğurduğu bitkinlik ve çöküntü, maksatlı çevrelerce kullanılacak, kamuoyuna korku olarak gösterilecek ve aleyhinize propagandalar yapılacaktır. Böyle bir propagandaya olanak vermeye hakkınız yoktur. Bunları düşünerek ölüm orucuna son vermeniz gerekir.”

Dinliyorlar. Bakışlarından sözlerimi yerinde bulduklarını anlıyorum.

Gezmiş, kendilerini on dakika kadar beklememi, koğuşta arkadaşlarıyla görüşeceklerini ve verecekleri kararı bana bildireceklerini söylüyor.

Müdür yardımcısı binbaşının odasında bekliyorum. Onbeş dakika kadar sonra bir görevli görüşmenin bittiğini ve benimle konuşmak istediklerini söylüyor. Cezaevi müdür yardımcısı, hükümlülerin odaya getirilmelerini emrediyor. Geliyorlar. Ölüm orucuna son verdiklerini söylüyorlar.
(...)

Beş gün sonra bir geceyarısı, elleri arkalarından kelepçelenerek, ayaklarına prangalar takılarak, Gezmiş, Arslan ve İnan, infaz için apar-topar Merkez Cezaevine götürülüyorlar.

(Halit Çelenk, İdam Gecesi Anıları, Onur Yayınları, s.71-75)




Deniz Gezmiş’ten Avukatı Halit Çelenk’e...

“Bizler ölüme, hiç korkmadan,
en küçük bir endişe duymadan, seve seve gidiyoruz...”


(...)
- Biz gelişmeleri bekliyoruz. Mesele hukuk ve yasa meselesi değildir. Mesele tamamen siyasi bir meseledir. İnfazlar yapılacaktır. Bizler ölüme, hiç korkmadan, en küçük bir endişe duymadan, seve seve gidiyoruz. Ancak sizden bazı isteklerimiz vardır. Siz bugün gelmeseydiniz biz, sizi zaten haber göndererek çağıracaktık. İsteklerimiz şunlardır;

1- Taylan Özgür’ün babası Cebeci Mezarlığında kendi ailesi için üç mezar satın almıştı. Bunu öğrenmiştik. Taylan’ın babasına haber gönderin, babalarımıza da söyleyin, o mezarları bize versinler, üçümüzü bu mezarlara yanyana gömsünler.

2- İnfazlarda en azından bir avukatımız ve olanak varsa, özellikle siz bulunun. İnfazlar hakkında ileride maksatlı çevreler tarafından spekülasyonlar yapılabilir. İnfazda bulunacak avukatlarımız ya da avukatımız tanık olsunlar, durumu görsünler, bu tür olası yayınlar hakkında açıklama yapsınlar.

3- Başbakan dün bir konuşma yaptı, dinledik ve gazetelerde okuduk. (Konuşmayı yapan Nihat Erim’dir.) Bu konuşmayla “bizlerin kendilerinden af dilememiz, eylemlerimizden pişmanlak duyduğumuzu açıklamamız” istenmektedir. Bizler böyle bir şey düşünmüyoruz. Af dilemeyi hatırımızdan geçirmiyoruz, ölüme seve seve gideceğiz. Yurdumuzun ve halkımızın yararına olduğuna inandığımız bir eyleme girdik. Af isteme sözkonusu değildir. Böyle bir şey yapmayacağız. Sizden rica ediyoruz, annelerimize ve babalarımıza söyleyin, bizler için kimseden af dilemesinler, bu küçüklüktür. Bunu yapmasınlar. Bizi küçük düşürmesinler.

4- Emniyette alınan ifademize, söylemediğimiz ve düşünmediğimiz şeyler eklenmiştir. Bunun sonradan farkına vardık. Ne maksatla yapıldığını bilmiyoruz. İfademize eklenen bu cümlerlere göre güya biz Sovyetler Birliği Büyükelçisini de kaçırmak istediğimizi ve bunu planladığımızı söylemişiz. Biz kardeş sosyalist bir ülkenin elçisini kaçırmayız. Bunu reddediyoruz. Bu yalan sözler bizi bağlamaz, bunu da biliniz ve gerektiği zaman açıklayınız.
(...)

(Halit Çelenk, İdam Gecesi Anıları, Onur Yayınları, s.61)