Günümüzde dengeler korkunç şekilde değişti. Anlamsız ve kasıtlı olarak maddeye o kadar önem verildi ki. İnsan, insan olmaktan çıkmış, tamamıyla ekonomi hayatı ve yaşamını belirlemiş durumdadır. Buna da, herkesin ağzında dolaşan demokrasi, çağdaş yaşam veya globalleşme deniyor. Peki bu gibi söylemler bizlerden ne aldı veya yaşamımıza ne verdi? Bunu değerlendirmeye kalkarsak meselenin özünde iki amacın varolduğunu; her zaman emek ve sermayenin çeliştiğini, devamlı emeğin üzerinde çeşitli yalanlarla, cilalı laflarla zihinleri karıştırmayı hedeflediğini görürüz.
Sermaye, insanlar üstündeki sosyo-ekonomik baskıyı korumak için, her taraftan saldırıyor. Kapitalizm hayatın bütün alanlarında etkili olduğundan, düşünce sistemimizi kalıplaştırıyor. Devamlı başkaları gibi düşünmek, başkaları gibi davranmak zorunda bırakıyor. Beynimizi, düşünmeyi, yaratıcılığı, karşı çıkmayı tamamıyla yokettiler. Bunun adına da demokrasi, globalleşme dediler.
Çünkü sermaye uluslararası düzeyde örgütlenirken, biz emekçiler hala geçmişteki değerleri bırakalım korumayı, o değerlere sahip çıkamama sancıları içindeyiz. Biraz kasıtlı olarak, biraz da anlamadan, bilmeden sistemin devamlılığını sağlayarak, ekmeğine yağ sürüyoruz. Görevimizmiş gibi, onlar gibi davranıp, onların uyguladığı kararnameleri benimsiyor ve tepkisiz kalıyoruz.
Bu da tabii ki, kendi aramızda bölünmeler, parçalanmalar, birbirimizi karalayıp yoketmeler gibi hiç olmaması gereken olaylara neden oluyor. Kendim ettim kendim buldum şarkısını koro halinde söylemeye başlamış bulunmaktayız. Bu gibi olaylar bizleri güçlendirmez. Aksine gücümüzden güç kaybetmeye, değerlerimizden ödün vermeye yolaçar. Bunu da yeni dünya düzeni veya çoğulcu, özgürlükçü sol adına iyi bir iş yapmış gibi, yeni bir icat bulmuş gibi yaparız. Bunun bir tuzak olduğunu, ham maddesini düşmanın işleyip biçimlendirip bize sunduğunu aklımıza getirmiyoruz.
Aslında emekçilerin düşmanı sadece sermaye sınıfı, onun kapitalist düzeni değildir. Gerçeği söylersek, düşmanın kim olduğunu da bilmiyoruz aslında. Gerçek anlamda düşmanı bir tanıyabilsek veya bir tanımlayabilsek. Bize dayatılan korku tapularını, o dayatmaları bir yenebilsek....
Bunlara bariz örnekler vermek mümkün. Örnek, örf ve ananeler, bilimsel verileri olmayan kalıplaşmış, geçmişten kalan ve günümüz dünyasında içeriği boş adetleri bizlere yutturulmaya çalışılması. Ayıptır, günahtır terimleri.
Yeni doğan bebeğe, ezan sesinin kulağına okunması, insanın anne-babasından ve çevresinden tepki toplamamak için yapay davranması... İkiyüzlülük içinde güçlüden yana tavır alması... Kaderdir, nasiptir deyip olayları geçiştirmesi... Sana allah böyle nasip etmiş, senin kısmetin buraya kadar imiş... Allah buraya kadar ömür vermiş... Vadesi buraya kadarmış... vs. gibi deyimlerle bizleri köleleştirmek, itaatkar kılmak içindir.
Biz bu mantıkla hareket edersek, bırakın sınıf savaşını, bugün yediğimiz bir tayın ekmeği bile bulamayacağımız günleri göreceğiz. Hala bu kafa, hala bu düşünce biz de ise, biz emekçiler güdülmeye, köleleşmeye, daha çok geriye gitmeye mahkumuz. Çevremizdeki demokrasi havarisi kesilen sosyal-demokrat denilen düzenin uşaklarına inanırsak eğer.
Günümüzde hala düzen içinde, düzenin korkunç savunuculuğunu yapan, özgürlükçü sol adı altında davasına ihanet etmiş, baştan beri inanmamış, emekçileri kandırmış, tasfiyeci, oportünist ya da revizyonist olan ve kitleleri arkasından sürüklemeyip tehlikeler esnasında kaçıp sinmiş sendikacılar varoldukça ve biz hala onlardan medet umduğumuz sürece, bizler her zaman ihanete uğramaya mahkumuz.
Bizler hala kendi korku tabularımızı kırmamışsak, bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın felsefesine inanırsak... Biz hala bana ne demekten kurtulamamış isek, varolan işimizi kaybetme korkusuyla yaşıyorsak... Ölülerimize sahip çıkmıyorsak... Onlar büyüklerimizdir, karşı çıkılmaz diyorsak... Bizler yüz asır değil, bin asır da yaşasak, hiçbir şeye sahip olamayız. Çünkü bizler kendi kendimize inanmıyoruz. Bizler umudumuzun yıkılmasına, çaresiz, çürümüş bir toplum olmaya ses çıkarmıyoruz.
Sermaye, bir toplumu yönetebilmek için, öncelikle o toplumun umudunu, direncini ve yaşam şevkini kırmayı hedefler. Bunu da başardılar. Bizler de onlara ayak uydurup uygun adım da yürüyoruz. Ama nereye kadar?
Çalıştığım fabrikada, Düşük ücret barikatını yıkalım başlıklı ve Öncü metal işçileri imzalı özel sayının dağıtımı yapıldı. Özel sayının içeriği sermaye devletinin düşük ücret politikasını, patronların ve sermaye hükümetinin İMF-TÜSİAD programlarını nasıl uygulamaya çalıştıklarını teşhir ediyor ve fabrikanın sorunlarını yansıtıyordu.
Neden tek fabrikaya yönelik bir özel sayıya ihtiyaç duyuldu?
Özel sektörde, sendikasız-sigortasız işçi çalıştıran fabrikalarda altı ayda bir belirlenen ücret artışları doğal olarak bir tepki doğurur. Bu durum bize fabrikadaki çalışmaları hızlandırmayı dayatıyordu. Daha önceki dağıttığımız materyallerde (işsizlik sigortası, asgari ücret vb.) içerik aynı olsa da, salt imzasından (Kızıl Bayrak) kaynaklanan bir tepki oluşabiliyordu. Komünistler yine bildiri dağıtmışlar diye geçiştirebiliyorlardı. Halbuki okumuş olsalardı, kendi sorunlarının anlattığını ve yanıt verildiğini göreceklerdi. İşçilerin bu olumsuz önyargılarını kırmak için böyle bir özel sayıya ihtiyaç duyuldu.
Bu özel sayı (Öncü metal işçileri imzalı bildiri) öncekilerden bir farklılık içermediği halde ilgi gördü. Özel sayıda kendi çalıştığı fabrikanın adı ve bizzat yaşadığımız sorunların işlenmesi bunu sağladı. Bildiri dağıtımından bir gün sonra işçiler arasında: Dün fabrikada bir bildiri dağıtıldı, okudun mu, kim bu öncü işçiler, bunlar bizim fabrikadan birileri mi? Yazılanlar hep doğru, ama bu fabrikada gerçekleşmesi güç vb. içerikli sohbetler yapılıyordu.
Bildiri ve broşürlerin (en azından bu fabrikada) tepkiyle karşılanması, onun içeriğinden değil sırf imzasından kaynaklanmaktadır. Bu tepkiye devlet terörünü ve birkaç işçinin gerici tutumunu eklemek gerekiyor. Dolayısıyla, çalışmalarımıza cevap alamadığımız fabrikalarda, başlangıçta, kendi politik görüşlerimizi ortaya koyan, ama daha esnek bir imza kullanan materyaller kullanma yoluna gidebilmeliyiz. Önyargıları kırabilmek açısından gerekli bu.