ARSIVANA SAYFA
 
26 Ağustos '00
SAYI: 31
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Saldırı bir kez daha tüm sınıfadır
"Bu grev sokakta bitirilecek"
"Hakkımızı alıncaya kadar mücadele edeceğiz"
Kimya Teknik grevi üzerine
EXSA işçisi patronun ayak oyunlarını boşa çıkarıyor
Hacıbektaş Şenlikleri’ne yönelik saldırı ve direniş
Hacıbektaş Şenlikleri’nde başarılı çalışma
KESK yönetimi KHK saldırısı karşısında tam bir acz içinde
Tarımda yıkım sürüyor, tepkiler büyüyor!
Depremin yıldönümünde medyanın timsah gözyaşları
Hücre saldırısına karşı emekçilere sesleniş!
İstanbul Tabib Odası’nın F tipi üzerine...
Bu tutumlarla siz burjuva demokratları bile olamazsınız!
Esnek üretim saldırısı ve işçi sınıfının görevleri
F tipi (hücre) karşıtı mücadelemizin dayandığı eşik
Fehriye Erdal koşulsuz olarak serbest bırakılmalıdır!
Sermayenin kölelik zincirlerini ve hücre duvarlarını parçalayalım!
Katiller sürekli karşılarında yeni Habipler ve Ümitler görecekler
EXSA işçilerine mektup ve çağrı
Özünde gerici olan bir kampanya üzerine
Onu vururlarken insan soyunun yüreğini hedeflemişlerdi
Mücadele Postası
 



 
 
Onu vururlarken insan soyunun yüreğini hedeflemişlerdi...


19-20 Ağustos 1936, Franko faşizmi, yüzbinlerce Cumhuriyetçi ile beraber İspanyol ozan Federico Garcia Lorca’yı katletti. Yalnızca onu mu? Üç yıl süren iç savaş boyunca dünyanın dört bir yanından İspanyol halkının faşizme karşı mücadelesini desteklemek için gelen C. Caudwell gibi devrimci aydınları, anarşistleri, komünistleri ve Halk Cephesi saflarında çarpışan binlerce enternasyonalist militanı ve boyun eğmeyen İspanyol halklarını...

Aşağıdaki metin, Şilili ozan Pablo Neruda’nın, Lorca’nın katledilmesinin hemen ardından Paris’te yaptığı konuşmadan kısaltılarak aktarılmıştır. Neruda, bu konuşmada gerçekte, katledilen İspanya, İspanya’da katledilen bütün aydınlar, devrimci militanlar üzerine konuşmaktadır. Lorca, halka boyun eğdirmek üzere seçilmiş bir simge isimdir yalnızca, halkın acılı yüreğinin susmak bilmez bir ozanı.

Asla unutmayacağız ve asla bağışlamayacağız!

Pablo Neruda


Ölülerimizin koskoca ormanı ortasında tüm diğerleri arasından göze çarpan bir isim seçmeye çalışmak ne küstahlık! Anıdan daha eski düşmanlarca katledilen, Andalusia’nın alçakgönüllü çiftçileri, Asturias’taki ölü madenciler, doğramacılar, duvarcılar, köyde ve kentte çalışan ücretli işçiler, katledilen binlerce kadın ve kesilen çocukların her biri gibi, bu atılgan gölgelerin her biri, önümüzde görünmeye hak kazandı; büyük mutsuz bir ülkenin kanıtları olarak; ve her biri, inanıyorum ki, kalplerinizde yer eder, eğer insafsızlık ve kötülükten arınmışsanız. Bu müthiş gölgelerin anılarımızda isimleri vardır, ateşin ve sadakatin isimleri, alışılagelmiş gibi, eski ve soylu olanlar da toprakla, toprağın sonsuz ismiyle yeniden bir bütün oldular. Fedakarlıklar, acılar, İspanya insanının saflığı ve gücü, bu aklanan mücadelenin kalbindedir -diğer mücadelelerden daha fazla- ovalardaki bir kış panoramasında ve buğdayda ve karla kanın çekiştiği acımasız bir gezegenin gerisinde yücelen dağlarda.

Evet sessizliğe gömülmüş buncası arasından bir isim, yalnızca bir isim seçmeye nasıl cüret edilebilir? Böylesi bir ölümcül zenginliğin karanlık hecelerinde tuttuklarınız arasından söyleyeceğim isim öylesine hacimli ve öylesine anlam yüklü ki onun ismini söylemek, İspanya’nın gürleyen savunucu olduğu için, şiirlerinin asıl özünü savunarak, ölenlerin tümünün isimlerini söylemek demektir. Federico Garcia Lorca! O, insanlarının bir parçasıydı, bir gitar kadar mutlu ve hüzünlü, bir çocuk kadar, insanları kadar berrak ve derin. Biri çıkıp da, yılmadan, ülkenin her karış toprağını adım adım dolaşarak, bir kurban, sembolik bir kurban bulmak için araştırmalar yaptıysa, o kişi, İspanya’nın özü, onun canlılığı ve derinliği olarak seçilen bu adamın mertebesine erişen hiçbir kimse ve hiçbir şey bulamayacaktır.

Evet, iyi seçim yaptılar, onu vururlarken insan soyunun yüreğini hedeflemişlerdi. Onu, İspanya’ya boyun eğdirmek ve şehit etmek için seçtiler, onu en derin soluğunu tıkamak için seçtiler, onu özünü kurutmak için seçtiler, en solmaz kahkakasını susturmak için seçtiler. Bu ölümün yargılanmasında birbiriyle uzlaştırılamaz iki İspanya vardı; korkunç, melun, çatal tırnaklı yeraltı İspanya’sı, lanetli İspanya; büyük hanedanın ve kiliseye ait cinayetlerin çarmıha gerilesi, zehirli İspanya’sı; ve karşısındaki İspanya, yaşama onuruya ve ruhuyla gülen, sezginin, geleneğin ve keşfin parıltılı İspanya’sı, Federico Garcia Lorca’nın İspanya’sı!

O sunulan bir portakal çiçeği gibi, yabanıl bir gitar gibi hareketsiz yatıyor, yaralı bedenini tekmeleyen katillerin çirkefi altında; ama şiiri gibi akarken dimdik ve şarkılar söyleyerek insanoğlunun anısında sonsuzluğa dek yaşamak için..... Garcia Lorca, şiirini ve oyunlarını insan öyküleri ve kalp fırtınaları ile doldurduğu için bir anlamda estetiğe karşıydı, ama bu, şiirin gizeminin en eski sırlarını reddettiği anlamına gelmiyordu. İnsanlar olağanüstü sezgileriyle onun şiirin benimsediler ve bugün Andalusia’nın köylerinde halk şiiri olarak hala söyleniyor. Ama o, bu eğilimi nedeniyle ne kendini övdü, ne de onu kendi yararına kullandı; bundan kaçındı; o, hem iç dünyasını, hem de dış dünyayı hevesle araştırdı.

Garip ve ısrarlı bir raslantıyla, biri diğerini büyük ölçüde andıran İspanya’nın en tanınmış iki büyük genç şairi Alberti ve Lorca, çekişmenin kıyısındaydılar. İkisi de Dionyzian Andalusialısıydı, ahenkli, taşkın, gizemli ve insanlara dönük.

Yine ikisiydi, İspanyol şiirinin kaynağını, Andalusia ve Kastilya’nın bin yıllık folklorunu inceden inceye araştırıp yazılarını, dilin başlangıcındaki göksel ve pastoral incelikten, inceliğin üstünlüğüne azar azar döken ve İspanya’nın öykülerini sık çalılıklar içinde başlatan. Sonra ayrıldılar. Biri, Alberti, esirgemez bir cömertlikle kendini ezilenin davasına adar ve yalnızca o büyüleciyi devrimci kaderinin doğrultusunda yaşar; diğeri ise, şiirinde gittikçe artan bir eğilimle, ülkesine, Granada’ya doğru yönelir, tüm kalbiyle oraya geri dönmek ve orada ölmek için.

Onların arasındaki, gerçek bir çekişme değildi; onlar iyi ve parlak iki kardeştiler ve bunun örneğini son kez, Alberti, Rusya ve Meksika’dan döndükten sonra, onuruna Madrid’e verilen büyük kutlama töreninde, Federico’nun her birimiz adına onun hakkında söylediği o büyüleyici sözcüklerde gördük. Birkaç ay sonra, Garcia Lorca, Granada’ya doğru yola çıktı. Ve orada, kaderin garip cilvesi olarak ölüm bekliyordu onu, insanlık düşmanlarının Alberti için sakladıkları ölüm. Ölen büyük yazarımızı unutmaksızın, izin verin, şu anda Madrid’de Serrano Plaja, Miguel Hernandez, Emilio Pratos, Antonia Aparicio gibi diğer şairlerle birlikte, insanlarını ve şiirin davalarını savunan, yaşayan büyük yoldaşımız Alberti’yi ikinci kez anımsayalım. Ancak Federico’da başka biçimler alan sosyal sabırsızlık, onun mağribi ozan ruhuyla yakından ilintilidir....

O, can çekişmekte olan bu taşra köylerinin insanına bir ayrıcalık gibi sunulan o inanılmaz yoksulluğu gördü. Köylülerle birlikte açık alanlarda ve yeşili kurumuş tepelerde tam bir yıl dayandı ve bu facia onun güneyli yüreğinin büyük bir kederle titremesine neden oldu.


***

Yiten büyük yoldaşımızın anısını huzurlarınıza getirmeye çabaladım. Çok kişi benden toprak ve savaştan uzak, oturaklı, şairce sözcükler bekliyor olabilirdi. Kimilerine göre en uygun söz, İspanya’nın ağırbaşlı bir umutla karışan inanılmaz elemlere dayanaklı olduğudur. Ben bu elemi çoğaltmayı ya da umutlarınızı yıkmayı arzu etmedim. Ama daha geçenlerde İspanya’dan gelen ben, bir Latin Amerikalı, kökte ve dilde İspanyol olan ben, onların uğradıkları felaketler dışında herhangi bir şeyden sözedecek gücü bulamıyorum kendimde.

Ben ne bir politikacıyım, ne de isteyerek politik çekişmelere girdim. Ama çoğu kişinin yansızlık taşımasını istediği sözlerim elemle, öfkeyle boyanmıştır. Anlamalısınız, anlamalısınız ki, biz İspanyol Amerikası şairleri ve İspanya şairleri, dilimizde şu anın anlamına ışık tutan, içimizde en büyük bildiğimiz birinin katlini asla unutamayız ve asla bağışlamayız. Size yalnızca bir şairin yaşamını ve ölümünü anımsattığım İspanya’nın tüm acıları içinde bağışlananlar olsa da, bu cinayeti asla unutamayız. Bunu asla unutmayacağız ve asla bağışlamayacağız. Asla!

Çeviren: A. Aras





Son nefesine kadar
komünist mücadele militan direniş!
Alman proletaryasının komünist önderi Ernst Thaelmann’ın
Nazilerce katledilişinin 56. yılı


1886’da bir işçi ailesinin çocuğu olarak doğan Ernst Thaelmann, genç yaştan itibaren çalışmaya ve sınıf mücadelesinde yer almaya başladı. Genç bir nakliyeci ve dok işçisi olarak marksist dünya görüşüyle tanışan Ernst Thaelmann önemli direnişlere önderlik etmiş, sınıfın içinden militan ve komünist bir işçi lideri olarak sivrilmiştir.

1903’de Alman Sosyal Demokrat Partisine (SPD) katılan Thaelmann, 1920’de Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht'in kurduğu Almanya Komünist Partisi'ne (KPD) geçti. Kısa sürede, ve özellikle de Hamburg Tersanesi grevini örgütleme ve yönetmedeki başarısıyla tanındı. Ardından Hamburg parti yöneticiliğine getirildi. Bir işçi önderi ve KPD adayı olarak tekrar tekrar milletvekili seçildi. 1932'de komünistlerin adayı olarak katıldığı cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 6,5 milyon oy aldı. 1924-1933’e kadar Reichstag’da komünist milletvekilleri grubunun başkanlığını yaptı. 1924 parti kongresinde KPD’nin yönetimine getirildi.
Hitler’in önlenemeyen zaferinin komünistler ve kendisi için ne anlama geleceğini iyi bilen Ernst Thaelmann, buna rağmen sürgünü-kaçışı değil, ülkesinde kalıp direnişi ve mücadeleyi seçmiştir. Hitler'in iktidarı almasıdan bir ay sonra, Reichstag yangın provokasyonuyla Nazi köpeklerinin başlattığı anti-komünist sürek avı sonucunda sayısız komünistle birlikte Ernst Thaelmann da tutuklandı.

Düşmanın eline geçişinin ilk anından başlayarak komünist direncinden, bilincinden ve kavgasından bir milim dahi geri adım atmadı. Tarihin gördüğü en azılı faşist rejimin akıl almaz zulmüne, işkencelerine boyun eğmedi. Moabit hapishanelerinde ve çeşitli Temerküz kamplarında geçen on yılı aşkın zindanlık hayatında hep başı dik, hep onurlu bir komünist olarak davrandı. Katledilmeden kısa bir süre önce, 1944 Ocak'nda, hapishane arkadaşına yazdığı mektubunda şöyle diyordu:

"Ben sapına kadar Alman işçi sınıfına bağlıyım ... devrimin bir neferi olmak demek, davaya sonua dek sadık kalmak demektir. Öyle bir sadakat ki, yaşantıya ve ölüm tecrübesine direnen bir şeydir bu."

Sosyalizme olan olağanüstü bağlılığı ve ölümüne direnişi ile Ernst Thaelmann düşmanın korkusunu öylesine uyandırdı ki tam 8 kere gün verdikleri halde onu SS mahkemesine dahi çıkartmaya cesaret edemiyorlardı. İnfaz 18 Ağustos 1944'de sorgusuz sualsiz gerçekleştirildi. Ancak Ernst Thaelmann Buchenwald Temerküz kampında kurşuna dizilirken, gerçekte komünist bir önder, bir irade ve direniş abidesi olarak ölümsüzleşiyordu. Uluslararası devrimci proletaryanın yürüttüğü “Thaelmann’a özgürlük” kampanyası başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ama komünist önder Thaelmann'ın onurlu direnişi ve başı dik ölümüyle dünya proletaryası mücadelesine ışık tutacak bir meşaleye kavuşmuştu.