30 Ekim 2009
Sayı: SİKB 2009/42

  Kızıl Bayrak'tan
  “Açılım süreci”nin
ölü doğma ihtimali güçleniyor…
  Hezeyana dönüşen “Kürt açılımı”
“Açılım” eşliğinde
devlet terörü sürüyor
25 Kasım uyarı grevine hazırlanalım!
25 Kasım’a doğru şube ve işyerlerinden yansıyanlar...
  Entes güncesinden...
  Kent AŞ işçileriyle dayanışma eylemlerinden...
  Sınıf hareketinden...
  Gençlik çalışmasının güncel sorunları
  Gençlikten...
  İşçilerle konuştuk...
  Honduras halkının cunta
karşıtı direnişi sürüyor!
  NATO Savunma Bakanları’nın Bratislava Toplantısı…
  Dünya işçi ve emekçi hareketinden
  Sermaye, meslek odalarını denetimi altına almak istiyor...
  EMO “Yetkin, Yetkili ve Uzman Mühendislik Kavram ve Uygulamaları Kurultayı” düzenledi
  “Demokratik Türkiye ulusu”
hakkında birkaç söz -I-
M. Can Yüce
  Hrant Dink davasında kontrgerilla hukuku
işlemeye devam ediyor…
  Hasta tutsaklara özgürlük!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Domuz gribi mi, ilaç tekellerinin kârı mı!

Meksika’da görülen domuz gribi, bir salgın olarak tüm dünyaya yayılmaya başladı. Türkiye’de de görülen domuz gribi salgınının ülkeyi “tehdit” etmesi, salgının yayılma ihtimali, Ankara, İstanbul, Diyarbakır ve Konya gibi birçok ilde domuz gribi vakasına rastlanması sermaye hükümetini harekete geçirdi. Burjuva medya da konuyu gündemine taşıdı. “Türkiye’de domuz gribi alarmı” ve hastalığın “ölümcül” oluşu günlerce sermaye medyasında işlendi. Kapatılan okullar, tespit edilen vakalarla toplumda bir infial havası yaratılmaya başlandı.

Domuz gribi 13 Nisan günü Meksika’da görülürken gribin salgın halinde dünyaya hızla yayıldığı ifade edildi, Dünya Sağlık Örgütü’nün ve diğer yetkili kuruluşların uyarılarına konu oldu. O dönemde hükümet sözcüleri “Türkiye’de vaka yok, telaşlanmayın” türü açıklamalarla halkı sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Ama domuz gribi virüsü durmuyordu, virüsün mutasyona uğradığı, kontrolünün artık çok zor olduğu, aynı salgının 1918’lerde milyonlarca insanı öldürdüğü haberleri medyaya yansıdıkça halkın tedirginliği yine yetkililer tarafından yatıştırılmaya çalışılıyordu. Hastalığın Türkiye’ye yurt dışından gelenlerde tespit edildiği, bunların da münferit olduğu ifade ediliyor, konu önemsizleştiriliyordu.

Ne olduysa 6 ay içinde oldu ve tam da ilaç tekellerinin domuz gribi aşısını piyasaya sürdüğü süreçte birden domuz gribi salgını Türkiye’yi tehdit etmeye başladı. Sağlık Bakanlığı, aşının 500 bin dozluk ilk partisinin 19 Ekim günü ülkeye geldiğini müjdeledi. Yani düğmeye basıldı, burjuva medya harekete geçirildi ve okullarda virüs bulunduğu, 2 binden fazla kişinin muayene edildiği, 500’ünde virüs teşhis edildiği öne çıkarıldı.

Toplumda panik havası yaratan Sağlık Bakanı Recep Akdağ, bir yandan 25 milyon doz domuz gribi aşısıyla ilgili sözleşmeyi bitirdiklerini ilan ederken diğer yandan da topluma korku salmaya devam ediyordu: “2010 domuz gribi yılı olacak, kitlesel ölümler olacak!”

Ama halkın paniklemesi için bir neden bulunmuyordu. Zira bir yandan topluma panik pompalayan Recep Akdağ, diğer yandan olaya el koyduğunu iddia ediyordu. Tedbirler alınmış, 3 ayrı ilaç tekeline aşı siparişi verilmişti. Bu nedenle halk sakin olmalıydı, çünkü domuz gribi salgınını dünyada en az hasarla atlatacak ülkelerden birisi de Türkiye idi!

Felaket tellalı Akdağ, 3 ayrı firmadan aşı aldıklarını, bu firmalardan biriyle anlaşmanın bittiğini, 25 milyon doz aşıyla ilgili sözleşmeyi tamamladıklarını, 18 milyon doz aşıyla ilgili olarak da anlaşmalarını bu ay içinde bitirebileceklerini, 6 ay içerisinde bu aşıların Türkiye’ye geleceğini duyuruyordu.

İlaç tekelleri salgın hastalıkları kârlarını artırmanın bir imkanına çevirmekte gecikmemişti. Salgın tehlikesi karşısında ilaç tekellerinin mesailerini artırdığı, tamiflu ilacını üreten İsviçreli ilaç devi Roche’un şu ana kadar 658 milyon Euro’luk üretim gerçekleştirdiği, yıl sonuna kadar da yaklaşık 650 milyon Euro değerinde ilaç üretip piyasaya sunmayı hedeflediği, A/H1N1’e karşı etkili olan bir diğer ilaç relenzayı üreten GlaxoSmithKline şirketinin bu yıl üretimini 3 katına çıkaracağı ve 190 milyon hastanın ihtiyacını karşılayacak üretim yapacağı, 60 milyon doz domuz gribi aşısı siparişi alan Glaxo ilaç şirketinin, 1 sterline mal ettiği aşı için 6 sterlin fiyat belirlediği bilgileri basında yer alırken Akdağ, Türkiye’nin ilaç tekelleri için en uygun istismar alanı olduğunu kanıtlıyordu.

İlaç tekelleri sadece Türkiye’de değil tüm dünyada pazar paylarını artırmak için harekete geçmişti. Örneğin ABD yönetiminin, 195 milyon doz için 2 milyar dolar ayırdığı ve bu rakamın 5 milyar dolara çıkacağı söylenenler arasındaydı. Sadece aşı kampanyası için 4.8 milyon dolar harcandığı, insanlık tarihinin en büyük sağlık kampanyasının bütün dünyada yürütüldüğü dile getiriliyordu. Ülkeler, daha kampanya başlatmamışken, ilaç sektörüne akacak dev bütçeler hazırlamakla meşguldü. Tamiflu ve Relenza gibi ilaçları üreten ilaç şirketlerinin hisselerindeki hareketlilik dikkat çekiyordu, olağanüstü kazanıyorlardı. Domuz gribi on milyarlarca dolarlık bir piyasa yaratıyordu! Zira şirketlerin şimdiden on milyar dolar civarında bağlantı yaptıkları yansıyanlar arasındaydı. Sadece İngiliz GlaxoSmithKline şirketinin 16 ülkeyle anlaşma yaptığı, bu sayının yakında 50 ülkeye çıkacağı söyleniyordu!

İlaç tekelleri domuz gribi salgını üzerinden kendilerine yeni ve kârlı bir alan açmaya çalışırken, Türk sermaye devletinin de buna çanak tutması, salgınla bir yandan panik yaratılmaya çalışılması ama diğer yandan da “salgın varsa çaresi de var” argümanının geliştirilmesi boşuna değildir.

Ancak kendisini sermayeye satmamış işin uzmanları çarpıcı başka gerçeklere de dikkat çekiyorlar. TTB’nin bir toplantısında konuşan HÜ İç Hastalıklar Uzmanı Prof. Dr. Murat Akova, ABD’de yapılan aşılarda yan etkileri için adjuvan adlı maddenin yasak olduğunu ama Türkiye ve Avrupa için hazırlanan aşılarda bu maddenin kullanıldığını ifade ediyor.

Akova, toplantıda konuyla ilgili görüşlerini şu şekilde ifade etti, “Aşılar içerisinde üç önemli madde var. Bunlardan birisi, antijen denilen vücutta esas bağışıklığı sağlayacak olan virüsün parçasını içeren kısım. İkinci madde ise ABD’de olmayan ve Avrupa’da olan adjuvan denilen ve aşının bağışıklık yapma gücünü artıran maddedir. Çok uzun yıllar aşılarda alüminyum bu amaçla kullanılmıştı. ABD, buna izin vermiyor. Çünkü, bazı iddialar var, ancak bunlar bilimsel olarak kanıtlanmış değil. Çok nadir olarak alerjik reaksiyonlara yol açtığı, bazı romatolojik hastalıklar gibi istenmeyen bazı yan etkilere yol açtığı öne sürülüyor. Bu nedenle de ABD’de hukuki olarak sorumlu tutulan çok sayıda dava olduğu için bu maddenin aşılara konulmasına izin verilmiyor. Üçüncü madde ise cıvalı bir bileşik. Aşının, başka mikroplarla kontamine olmasını, bulaşmasını engelleyen koruyucu bir madde. ABD’deki aşıların içerisinde bu da yok. Arka arkaya çok dozda aşı yaptığınız takdirde, vücutta birikip özellikle çocuklarda bir takım rahatsızlıklara yol açabiliyor, ancak tek doz yapımında bir sorun yok.”

Görüldüğü üzere sermaye hükümeti ve devlet yetkilileri aşı üzerine yürütülen tartışmaları hiç önemsemedi. Almanya’da ve ABD’de tepkiler yükseliyor ama Türkiye’nin umrunda bile değil. Alman sağlık uzmanları aşının kanser yaptığını söylerken ABD’de avukatlar kampanyanın durdurulması için dava açıyorlar. Aşının özellikle beyin üzerindeki etkilerine değiniliyor, felce ve muhtemel ölümlere işaret ediliyor, çocuklarda ciddi nörolojik sonuçlara yol açacağı, astım hastası edeceği, aşılarda kanserli hücreler kullanıldığı, katkı maddelerinin ölümlere bile yol açabileceği, yeterli testlerin yapılmadığı gibi itirazlar yükseltiliyor ama halkının kanını sudan ucuz gören Türk devleti tüm bunları ciddiye bile almıyor. Hatta bazı uzmanların aşının domuz giribinden daha ölümcül olduğu uyarısı dikkate dahi alınmıyor.

Tüm bunlar aşının doğrudan etkileri. Ancak aşının teslim alma ve saklama koşullarının vahameti en az aşının etkileri kadar korkunç. Mesela Sağlık Bakanlığı Hıfzıssıhha Başkanlığı’nda başta domuz gribi ve AIDS gibi riskli numunelerin muhafaza edildiği biyo-güvenlik kabininin uygunluk belgesi yok. Buz akülerde gelmesi gereken domuz gribi ve AIDS numuneleri kargoyla geliyor. Numuneler ise yerlerde. Türkiye’nin en riskli merkezinde, doktor ve ziyaretçilerin koruyucu maskeleri dahi yok.

Bu, riskli numunelerin virüsleri dışarıya sızmış olabileceği gibi, numunelerin kimyasal yapıları da çözülmüş olabilir anlamına gelmektedir. Bu durumda, kimin domuz gribi olup olmadığının sağlıklı olarak tespit edilebilmesi mümkün değil. Ama zaten bu kimin umurunda. Sermaye devleti için önemli olan salgın hastalıklar ve tedavisi falan hiç değil. Onların tek derdi ilaç tekellerinin sefil kârı.