7 Aralık 2007 Sayı: SİKB 2007/47(47)

  Kızıl Bayrak'tan
   Sermayenin asgari ücret oyunu başladı…
  Kürt sorununu ABD de, işbirlikçi sermaye devleti de çözemez!..
PKK’nin Kürt sorununa ilişkin yeni “çözüm anahtarı”!..
Telekom grevinin öğrettikleri....
Oylanan ve seçilen senin geleceğindir;
geleceğine ve Türk–İş’e sahip çık!- Yüksel Akkaya
TİB 2. Tersane İşçileri Kurultayı’na hazırlanıyor!
  Dine, gericiliğe ve simgelerine karşı
tutumumuz üzerine
  İşçi partisinin din karşısında tutumu
V. İ. Lenin
  Sosyalizm ve Din
V. İ. Lenin
  “Yalanlarınızı da alın gidin!”
  BMİS Genel Kurulu’na doğ
  Putin AKKA’yı askıya alan parlamento kararını onayladı…
  Dünyadan...
  “Çözüm Deklarasyonu” ya da “Demokratik Özerklik” mi, yoksa teslimiyet platformunun tekrarı mı? - M. Can Yüce
  Kasım ayında tüm yayın dönemimizin
en yüksek rakamları...
  Yeni bir mevzi: Kartal İşçi Kültür Evi Derneği açıldı
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Dine, gericiliğe ve simgelerine karşı tutumumuz üzerine

30 Kasım tarihli Hürriyet gazetesinde çıkan bir fotoğrafla kısacık haberi (“Kızıl Bayrak satan türbanlı kız”), komünizm ve türban konusunu gündeme çekmiş ve gazetemizle birlikte Marksizmi, kimi ideolojik kimi magazin içerikli saldırıların hedefi haline getirmiş oldu. Hedef haline getirilen, küfür ve hakaretle karışık bir saldırı eşliğinde, hem bir kafa karışıklığının ifadesi olan, hem de -ve esasta- kafa karışıklığı yaratma aracı yapılmaya çalışılan bu yayınlar nedeniyle, din konusuna yaklaşımımızı bir kez daha açıklama ve ilan etme ihtiyacı doğmuş bulunuyor.

Bilir-bilmez/dost-düşman, önüne gelenin tekrarladığı, Marks’ın ünlü “din halkın afyonudur” sözü, Marks’tan bu yana marksistlerin din konusuna yaklaşımının özeti olagelmiştir.

Ancak bu özet, bu gelişme vesilesiyle yine öylesine lastik gibi sağa-sola esnetilmeye çalışıldı ki, daha geniş bir açılımını vermek elzem oldu. Bu aynı zamanda, kafaları ciddi ciddi karıştırmış görünen, “türbanlı komünist olur mu?” sorusuna da açık bir yanıt olmalıdır.

Marksizm’in temelini oluşturan diyalektik materyalizm, dünyayı ve olguları bilimle anlama ve açıklama yöntemidir. Ancak Marksizm’in ve marksistlerin bu anlama ve açıklama ile yetinmediği, daha da önemli olmak üzere, aslolarak dünyayı değiştirmek için bilimsel sosyalizm temelinde devrimci sınıf mücadelesi yürüttüğü de biliniyor.

Değiştirmeye çalıştığımız dünya, sınıfsal sömürü ve soygun üzerine kurulu kapitalist sistemin dünyasıdır. Değiştirecek olansa, bu azgın sömürünün muhatabı konumundaki işçi sınıfı ve emekçi kitlelerdir. Ama işçi sınıfı ve emekçi kitleler, bu sömürü imkanlarını kaybetmemek için her yolu deneyen egemen sınıf tarafından, binbir yol ve yöntemle, binbir araçla sersemletilmeye, düzene bağlanmaya, mücadeleden alıkonulmaya çalışılır. Bu araçlardan biri de dindir.

Dinciler ve din adamları, işçi ve emekçileri, tümüyle kapitalizmin -kesinlikle ilahi bir gücün değil- mahkum ettiği yoksulluk ve sefalete, sabır ve tevekkülle katlanmaya çağırır, bu tevekkülün ödülü olarak öteki dünyadaki bir cenneti işaret eder. Biz marksistlerse, yaşadıkları cehennemin ilahi hiçbir yönü olmadığını onlara göstermeye çalışır, hayal ettikleri cennete benzer bir dünya kurmalarının mümkün olduğunu gösteririz. Güncel bir örnek gerekirse; resmi rakamlara göre 13 milyon emekçiyi sefalet ücretine mahkum edecek kararı imzalayan Asgari Ücret Tespit Komisyonu’ndaki 15 sefil yaratık, ne tanrıdır ne de vekili. Onlar sadece kapitalistlerin ücretli uşaklığını veya vekilliğini yapan basit birer alettir. Dolayısıyla, kaleme aldıkları işçi ve emekçinin alınyazısı olmadığına göre, değiştirilmesi de kuvvetle muhtemeldir, değiştirilmek zorundadır. Değiştirme gücü ise sadece ve sadece bu sefalete mahkum edilen milyonlarca işçi ve emekçinin elindedir.

Biz işçi ve emekçilere yaşadıklarının kader olmadığını, değiştirmenin mümkün olduğunu ve mutlaka değiştirilmesi gerektiğini gösteriyoruz. Din ise tam tersine onları bunun kader olduğuna, dolayısıyla boyun eğmeleri ve sabretmeleri gerektiğine iknaya, bir başka ifadeyle, onları kapitalizme ve sömürüye karşı mücadeleden alıkoymaya çalışarak burjuvaziye engin bir hizmet sunuyor.

Bilinçli bir işçinin -bir marksistin- dine karşı ve düşman olması için bu kadarı yeterlidir, ayrıca bir sebep aramak gerekmiyor. Düşmanımın dostu düşmanımdır, hizmetkarı daha fazla düşmanımdır. Bu sefil düzeni değiştireceğiz, bu değiştirme mücadelesi esnasında sistem yolumuza her neyi veya kimi çıkarırsa onunla mücadele içinde, onu yenip geçerek yapacağız bunu.

Ancak bunu yaparken burjuvazinin oyunlarına da gelmeyeceğiz. Türkiye’de düzenin son yıllarda çokça oynadığı oyunların başında, işçi ve emekçi kitleleri bir ulusal bir de dinsel ve mezhepsel temelde bölmek, birbirine karşı çıkarmak geliyor. Ulusalın yeri bu yazı değil. Dinsel temelde olan bölme parçalama, her iki kanadının başını da devletlilerin tuttuğu, dinci-laik, alevi-sünni ayrımıdır. Bizler, işçilerin böyle ‘sahte’ ayrımlarla bölünüp, birbirinin karşısına dikilmesine, dolayısıyla sınıf ideolojisinin bozulmasına, mücadelesinin zayıflatılmasına göz yummak niyetinde değiliz. Üzerinde, ‘işçilerin birliği...’ yazılı sosyalizm bayrağını dalgalandırmaya devam ediyoruz, edeceğiz.

Bu birlik çağrısı ve mücadelesi, son süreçte Hürriyet’te yayınlanan “Kızıl Bayrak satan türbanlı kız” fotoğrafında da görüldüğü gibi, sınıfın, sistemin dini propagandasının etkisinde kalan kesimlerini de etkilediği görülmektedir. Kimi düzen kalemlerinin asıl korkusu, o artık sonunun geldiğini propaganda ettikleri (ama sadece propaganda ettikleri, kendilerinin ise bir nebze dahi inanmadığı) komünizm ideolojisinin sınıfın en geri kesimlerine dahi nüfuz etmeye başladığını görmeleriyle ilgilidir. Bu, bugün dinin etkisi altında olduğunu siyasal islamın simgesiyle gösteren kimi işçilerin, sınıf mücadelesi içinde geliştikçe, sosyalizmi öğrendikçe bu etkiden -dolayısıyla, düzenin denetiminden- çıkacakları korkusudur.

Türbanı kullanma, dine karşı olduğunu gizleme yönlü kara çalmalara, yine, kendilerinin de inanmadığı açıktır.

Marksistler oldukça geride kalmış bir süreçte, Batıdaki burjuva devrimleri döneminde, devrimci burjuvazinin din ve kilise karşıtı mücadelesi ile, kendi mücadeleleri arasındaki ayrımı net biçimde ortaya koymuşlardı. Ayrıca, din karşısında oportünist bir tutumla kıvıran küçük-burjuva demokratlarıyla olan ayrımlarını da... Bu ayrımlar aynen bugün de geçerlidir. Ama bugün ve Türkiye burjuvazisi sözkonusu olduğunda, sorunun, artık dine karşıtlıkla hiçbir ilgisinin bulunmadığı ortadadır. Bu ülkede, kitleleri bölme dışında bir amacı ve anlamı bulunmayan laik-dinci çatışmasında laik kesimin başını, politika cephesinde CHP tutuyor. Bu aynı CHP, savunduğu laikliğin dinsizlikle karıştırılmasına şiddetle karşı çıkıyor. Çok haklıdır, CHP’nin dine karşı bir tutumu olmadığı gibi, onu bir afyon olarak kullanmada en usta düzen partilerinin başında gelmektedir. Sermaye düzeninin laikliği, artık, sadece bir sahtekarlıktan ibarettir.

Bu çerçevede, Türkiye’nin en tutarlı laikleri -laisizmin yaratıcısı burjuva aydınlardan daha az ateist olmayan- marksistlerdir.

Bizler dinin devletten tümüyle ayrılmasını istiyoruz. Devletin dine, kişisel vicdan ve inanç özgürlüğü bağlamında yaklaşmasını, mezheplerin, tarikatların, camilerin, tekkelerin örgütlenmesinden elini çekmesini, dini eğitimi kaldırmasını istiyoruz. Hele, mezheplerden birini -Sünniliği- tutup, Aleviliği aşağılamasına ve Alevi emekçileri iki kat ezmesine karşıyız. Laiklik adı altında kılık-kıyafet gibi tümüyle bireysel özgürlük alanındaki işlere karışmamasını istiyoruz. Türban meselesinin, hem laik hem de dinci kesim tarafından sahtekarca, ikiyüzlü ve rezil biçimde kullanıldığını ilan ediyoruz.

Bu açık ilana rağmen türbanı kullanma suçlamasına verilecek tek yanıtımız, devletin karışmasına ne kadar karşıysak, türban takılmasına da o kadar karşı olduğumuz, hiç de hoşgörüyle karşılamadığımız, ancak, bir kişinin başından türbanı çekip almanın onu beynindeki türbandan da soyamayacağını bildiğimiz, bu nedenle, işi, bireyin gelişim ve bilinçlenme sürecine bıraktığımızdır.

Tıpkı, işçi ve emekçi kitleler açısından olduğu gibi, bireyler açısından da sorun, bir aydınlanma ve bilinçlenme, bunu da özellikle sermaye köleliğine karşı mücadele pratiği içinde edinme sorunudur. Biz soruna böyle bakarız, dinsel önyargıların etkisi altındaki işçi ve emekçilere bu doğrultuda yardımcı ve destek oluruz.

Yanlış anlamaya meydan kalmaması için altının önemle çizilmesi gerekiyor; “din ve vicdan özgürlüğü” savunumuz sadece devlet karşısında bireyin savunulmasıdır. Asla dinin savunulması değil. Bu, hem sermaye devletinin konuyu sınıf ve kitlelere karşı kullanmasını engelleme amacı taşır, hem de yarının devrimci işçi sınıfı iktidarının sivri, sert, aceleci, anarşizan uygulamalarının önünü keser. Kitleler bu afyondan ancak bilgiyle, bilinçle ve asıl olarak da devrimci mücadele pratiği ile kurtulabilecektir. Bugün sermaye köleliğine karşı mücadeleye katılarak ve yarın, devrimci işçi sınıfı iktidarı koşullarında, yeni bir toplumun inşasının her alanında aktif, inisiyatifli ve örgütlü görev ve sorumluluklar üstlenerek... Bugün işçi sınıfının komünist işçi partisi ve yarın devrimci sınıf iktidarı, bu amaçla ve bu doğrultuda aydınlatma, bilinçlendirme ve devrimci sınıf mücadelesi pratiği içinde eğitme ve dönüştürme çabasına öncelik verir.

İşçi sınıfı, sermaye düzenini yıkma-kendi sosyalist düzenini kurma mücadelesi içinde -ve bu mücadele okulunda- bilinçlenecektir. Dolayısıyla, dine karşı mücadelemiz, burjuva aydınlanmacılarınınki gibi soyut ve genel değil, salt ideolojik çerçevede hiç değil, sınıf mücadelesi pratiğine bağlı, ona tabi ve onun somut ihtiyaçları çerçevesindedir.

Bütün bunlardan, marksist bir partinin, örgüt içinde dinciliğe ve dini faaliyetlere “özgürlük” tanımayacağı çıkar. Tıpkı, başka burjuva ideolojik ve politik akımlara da özgürlük tanınmadığı, tanınamayacağı gibi. Tıpkı, herhangi bir düzen partisinin içinde marksist bir klik kurup, komünizm propagandası yapılamayacağı gibi, marksist bir parti içinde de, din dahil, herhangi bir burjuva ideolojisi barınamaz, barındırılmaz.

Bunlar bu derece açıkken, tarih de orta yerde duruyorken, burjuva ideologların ve onların papağanlığını yapanların uydurduğu, “Stalin’in papazları kestiği” hikayeleri, tıpkı, dincilerin “M. Kemal’in hocaları kestiği” hikayeleri kadar absürttür. Kendi korkularını anlatmaktan ziyade, kitleleri korkutmaya yöneliktir. Bu ikinciler, AKP örneğinde de görüldüğü gibi, gidegide, düzenin en ateşli kemalistleri haline gelmiştir. Bu, elbette birincilerin de zamanla en hızlı marksistler haline geleceğini göstermiyor. Bu tümüyle ihtimal dışıdır, örnek sadece tutundukları dalın çürüklüğünü ifade etmek içindir.

Diğer yandan, tümüyle somut bir gerçeklik olarak, yakın tarihimizin arşivinde ve elbette belleklerimizde, sistemin dinci gericiliği nasıl hunhar bir katliamcılığa dönüştürdüğünün örnekleri de tüm canlılığıyla durmaktadır. Sivas’ı, Maraş’ı, Çorum’u kana ve ateşe boğanlar; Hizbullah’ı örgütleyip, silahlandırıp ortalığa salanlar, komünistlerin din karşıtlığını “dinci katliamı” şekline döndürüp diline dolayamaz. Katliam nedir, katil kimdir, Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitleler gayet iyi öğrenmiş bulunuyor.

Türkiye özgülünde, dine karşı mücadele açısından unutulmaması ve unutturulmaması gereken bir başka önemli konu da, dinin en etkin kullanımının, emperyalizmle ilişki ve dayanışma içinde, ordu eliyle gerçekleştirilmiş olmasıdır. Amerikan emperyalizminin “yeşil kuşak projesi” ve onun içe uyarlanmış biçimi olarak “Türk-İslam sentezi”, 12 Eylül faşist generallerinin, onların liderliğindeki düzen ordusunun politika ve uygulamaları oldular. Generaller yalnızca bununla değil, fakat aynı zamanda faşist cunta rejimiyle bekçiliğini yaptıkları ekonomik ve sosyal yıkım programlarıyla da, yani emekçileri fiziki ve moral yıkıma sürükleyerek ve öte yandan emekçinin özgüven kazanmasının ve hurafelerin etkisinden kurtulabilmesinin en temel yolu olan mücadele olanaklarını en aza indirirerek de, dinsel gericilik için son derece elverişli bir toplumsal-kültürel ortam yarattılar. 1960’lı ve 70’li yıllarda devrimci işçi-emekçi hareketinin temiz havasını soluyan Türkiye’nin ‘90’lı yıllardan itibaren yine Amerikan emperyalizminin bir yeni projesi olan “ılımlı islam”a hazır hale getirilmesi işte böyle gerçekleşti. İlerici-devrimci hareket ezildi, kitleler ağır bir yoksulluk eşliğinde çaresizlik koşullarına mahkum edildi ve böylece dinsel gericiliğin toplumu kuşatmasının tüm koşulları yaratıldı. Şimdi de, emekçileri bölmeye ve yedeklemeye dayalı tüm sahte laik-şeriatçı kutuplaşmasına rağmen, gerçekte bu yeni amerikancı proje, “ılımlı islam projesi”, amerikancı generallerin denetimi ve gözetimi altında AKP eliyle uygulanmaktadır. Başta ordu olmak üzere tüm düzen bu “ılımlı islam”ı, onun taşıyıcı olarak AKP’yi, şimdilerde Kürt halkı üzerinde yitirilen denetimi yeniden kurmanın da en önemli olanağı olarak görebilmektedir.

Dolayısıyla, laikliğin en sahtekar ve en iki yüzlü savunucuları, bizzat emperyalizmin tetikçisi ve sermaye düzenin bekçisi ordu kurmaylarıdır.

Bu alçakça tutum, kitlelerin laiklik savunusu adı altında düzen saflarına çağrıldığı her gelişmede karşılarına çıkarılacak, herkes kendi bayrağı altına ve elbette işçi sınıfı da sosyalizmin kızıl bayrağı altına çağrılacaktır.

Bu çağrımız, burjuvaların ve uşaklarının korktukları başlarına gelene, yani işçi sınıfı bu soygun ve sömürü düzenini yıkana dek sürecektir.

 

Ertuğrul Özkök’ün nefreti, nefretin Ertuğrul Özkök’ü…

Ayşe Aydın

Hürriyet’te yayımlanan ‘türbanlı komünist’ haber ve fotoğrafının ardından başka bazı düzen kalemleriyle birlikte, yine Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök haberi fırsat bilip korkusunu ve ‘nefretini’ ortaya döktü.

Konumuz din olduğuna göre yaradılış felsefesine girmekte bir mahzur yok. Bu felsefeye göre diyebiliriz ki, Özkök’ün nefreti burjuvaziyi yaratma gücüne sahip değilse de, burjuvazinin nefreti Özkök ve benzerlerini yaratmıştır. Ertuğrul Özkök’e bakın, burjuvazinin proletaryaya nefretini okuyun, ne bir eksik, ne fazla!

Özkök’ün, ‘Türban nefreti, nefret türbanı’ başlığı kullandığı yazısı, 4 Aralık tarihli Hürriyet’te yayımlandı. Yazı başlığından da anlaşılacağı gibi, Özkök, nefreti ele alıyor, güya ezilenlerin nefretini. Ancak ortaya dökülen, ezilenlere duyulan nefrettir. Bu nefrettir ki Özkök’ü bir Kızıl Bayrak taraftarı işçiyi, yeterince bilinçli olmadığı için (türban taktığı) aşağılamaya, yine, ‘yeteri kadar bilinçli olmadığı için’ devrimin mollaları tarafından ezilen İranlı komünistler örneğiyle, aklı sıra Türkiyeli komünistlere akıl verme ahmaklığına düşürüyor.

Oysa konu, Türkiye’de komünistlerin dinci siyaset ve veya örgütleriyle ittifakı değil, dincilerin etkilediği bir işçiyi devrimci sınıf mücadelesine ve sosyalizme kazanma çabasıdır. Bizim bu çaba dışında dinle ve dincilikle tek ilişkimiz, ona karşı mücadele olmuştur ve böyle olmaya da devam edecektir. Dolayısıyla, Özkök’ün bizim adımıza ‘kaygı’ duymasına, ‘Ah! Şu bizim mollalar da şu bizim komünistleri doğrasa da biz de kurtulsak” duasına çıkmasına gerek yok.

Bu olayda Özkök’ü, komünizm ve siyasal islam gibi iki ‘radikal’ simgenin aynı kişide görünmesinden ‘daha da fazla rahatsız eden’, ‘Kızın yüzündeki nefret ifadesi...’ imiş. Ama siz, rahatsızlık sözcüğünü korkuyla değiştirin, burjuvazinin ve ideologlarının asıl derdini anlayacaksınız.

Gerçi Özkök, bu kadim korkuyu gizlemek için başkalarını korkutmaya çalışmayı tercih etmiş, fakat bu çaba bile yeterli değil. Onun çabası olsa olsa mezarlıktan geçerken ıslık çalmaya benziyor.

Türbanlı sayısının dörde katlandığı sonucunu çıkaran Milliyet’in anketi örneğini vererek ve ‘nefret’ konusunu türbana yamayıp yeniden yeniden kullanarak, kimleri ve nasıl korkutabileceği biraz muamma tabii. Burjuvazi neden, kimden ve hangi nedenlerle korkması gerektiğini bilecek kadar ‘bilinçli’ bir sınıf. Ve, AKP hükümetinin de kanıtladığı gibi, türbanı ve türbancıları nasıl kullanacağını bilecek kadar da deneyimli. Geriye, her fırsatta burjuvazinin kuyruğuna eklemlenmeye çalışılan laik/demokrat kesimler kalıyor. Bir de, ‘yoksul tabanınızı komünizme kaptırıyorsunuz ha, sakın anayasa değişikliğine türban serbestisini eklemeyin’le uyardığı AKP. Sanki, türban yasak olduğu sürece, dindar yoksulların kadınları sadece türban mücadelesiyle ilgilenecek, ekmek davasını ve sosyal sorunları sonsuza kadar unutacaklardır.

Ey korku, sen nelere kadirsin!..

Düzenin en uyanık kalemşörlerini bile ahmaklaştırmak ancak senin harcın olabilirdi.

Özkök’ün de gayet iyi bileceği gibi, işçi sınıfı mücadelesini başlatan marksistler değildir. Kapitalizme karşı mücadelenin anası kapitalist sömürünün kendisidir. Marksistler zaten başlamış olan bu mücadelenin nasıl sonuca ulaştırılabileceğini bulmuş, göstermiş ve uygulamıştır sadece.

Türkiye’de de kapitalist sömürü ve soygun düzeni devam ettiği sürece, bundan kurtulma düşüncesi, umudu ve mücadelesi de devam edecektir. Üstelik, Özkök’e ‘gençlik yıllarından beri çok tanıdık’ olmayan biçimleriyle. O’nun gençliğinde Türkiye’de gördüğü komünizmin gençliği bile değil, çocukluğuydu. O’nu bu derece korkutmaya aslında komünizm olmayan bir komünizm bile yeterli olduysa, şimdi, gençliğini çoktan geride bıraktığı bir evrede, yetişkin, bilinçli ve örgütlü komünizm karşısında paniğe kapılması normaldir.