31 Ağustos 2007 Sayı: 2007/34(34)

  Kızıl Bayrak'tan
   İşçi sınıfı saldırıları meşru-militan
mücadeleyle karşılamalıdır!
  Gül Cumhurbaşkanı oldu, düzenin krizi sürüyor...
Hak ve özgürlükler sınıf
mücadelesiyle kazanılabilir!
Grev hakkı sermaye medyasının
hedef tahtasında!
Liberal sol için bir pusula ya da islami
demokratik faşizmin işçi sınıfı ile imtihanı / II
Yüksel Akkaya
Toplu görüşme oyununda sona gelindi...
  Siyonizm destekçilerinin ikiyüzlülüğü!
  Sermayenin saldırılarına karşı taban inisiyatifini geliştirelim...
  Seçimler ve yeni dönem/3
Dinsel gericiliğin güçlenmesinde dış etkenler
  Anayasa değişikliğinin perde arkası
  Tersane İşçileri Birliği Derneği Başkanı Zeynel Nihadioğlu’yla iş cinayetleri üzerine konuştuk…
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Texim işçileri mücadeleyi yükseltiyor!
  Tarım işçilerinin sömürü ve baskıya karşı
örgütlenmekten başka yolu yok!
  4. Mamak Kültür-Sanat Festivali başarıyla gerçekleşti!
  Gerçek barış, sosyalizm uğruna
savaşılarak kazanılır!
  Kürdistan’da AKP’nin oyları
neden yükselişte?
M. Can Yüce
  İdeolojik ve ekonomik zorun konsantrasyonu: Özelleştirmeler
Volkan Yaraşır
  Dünyadan...
  Bir-Kar Gençliği temsilcisi ile konuştuk...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

İdeolojik ve ekonomik zorun konsantrasyonu: Özelleştirmeler

Volkan Yaraşır

“1985’ten sonra, Şili’de hızla bir özelleştirme dalgası başladı. Şili’nin en önemli ekonomik kaynakları uluslararası sermayeye peşkeş çekildi. Sosyal güvenlik sistemi, elektrik şirketleri, benzin istasyonları, demir yolları, telekomünikasyon sistemi özelleştirildi. Altın, gümüş, bakır madenleri, petrol, doğalgaz, lityum yatakları yabancı konsorsiyumlara devredildi. Ülkenin ormanları ABD’ye, Japonya’ya, Hollanda’ya satıldı. Deniz ürünleri, deniz ulaşımı ve ticareti Japon sermayedarlara açıldı. Devlet havayolları, barajlar, sigorta şirketleri özelleştirildi…

Şili’de 1990’lı yıllarda kurulan ‘demokratik hükümetler’, uluslararası sermayenin istemleri doğrultusunda diktatörlükten devraldığı politikaları büyük bir titizlikle uyguladı. 1989’dan sonra restorasyona uğrayan baskı rejimi, sınıf karşıtı politikalarını sürdürdü. Özelleştirmelere ara verilmeden devam edildi. Uluslararası tekeller, Şili ekonomisinin sinir merkezlerini ellerinde tutarak, yapılan anlaşmalarla ‘gasplarını’ garanti altına aldılar. Petrol üretiminin yüzde 70’i 2001 yılına kadar Japonya, Finlandiya ve Almanya’daki rafinerilere verilirken, ülkenin en önemli bakır madeni yatağı La Escondida, 1988 yılında 50 yıllığına çokuluslu konsorsiyuma satıldı. Şili’nin tüm sanayi sektörünün toplam satışı, dış borçlarını karşılamasa da, And’lar ülkesinin tüm yeraltı ve yerüstü kaynakları satışa çıkarılmış durumda…Ve bu politikalar bir dönem diktatörlüğe karşı muhalefet cephesi içinde yer alan bazı kesimlerce ya onaylanıyor ya da rasyonalize edilmeye çalışılıyor”*

Türkiye kapitalizmi neoliberal yeniden yapılanma sürecinde önemli adımlar atıyor.

Uluslararası sermayenin stratejik hedeflerini gösteren Washington Uzlaşısı, diğer birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’nin de neoliberal politikalarının yol haritasını çizmişti.

Türkiye’de yaşananlara bakıldığında Washington Uzlaşısı’nın üç önemli stratejik amacının gerçekleştiği görülür.

Finans ve banka sistemlerinin uluslararası piyasalaştırılması, telekomünikasyon şirketlerinin, haberleşme ve medya alanlarının uluslararası sermayeye devri ve ağır sanayi kabul edilen büyük devlet üretim işletmelerinin, özelleştirilerek uluslararası sermayeye aktarılması süreci Türkiye’de tamamlanmaktadır.

TMSF eliyle 2001 kriziyle finans ve banka sistemlerinin uluslararası piyasalaştırma sürecine başlandı. Bu yılki Basel II’yle bu süreç bütünüyle tamamlandı.

Telekomünikasyonda Telekom operasyonuyla hem özelleştirme hem uluslararası piyasalaştırma gerçekleşti.

Petkim ve Tüpraş’la ağır sanayide başlayan özelleştirme Erdemir’le tamamlandı. Erdemir etkilediği ve sürüklediği sektörler açısından son derece önemli bir işletme. Ayrıca geleneksel ve stratejik kontrol sanayiyi simgelemesi ve ulusal devletin ekonomik aktörlüğünün somut göstergesi olması açısından önem taşıyordu. Erdemir’in özelleştirilmesi büyük bir operasyon ve ulusal devletin verileri üzerinde tartışma götürür içerikler taşıyor.

Bugün Türkiye’de Kamu İktisadi Teşebbüsü adı verilen büyük devlet işletmelerinin satılması tamamlandı. Fakat bu süreç kamu işletmelerinin satışıyla sınırlı bir proje değil, kamusal alanın dönüşümünü, çöküşünü ve bir yaşam biçiminin sonlanmasını ifade ediyor.

Neoliberalizm sınıfa karşı sınıf politikasıdır!

II. Dünya Savaşı sonrası “yeni bir dünya düzeni’nin kuruluşu yönünde adımlar atıldı. Kapitalizm yeniden yapılanma dönemine girerek, sermaye birikim sürecinin dünya genelinde sorunsuz işlemesi için, farklı sermaye biçimlerinin hareketlerini kolaylaştıran ya da düzenleyen kurumlar oluşturdu.

Bu yönden para sermaye hareketleri için IMF, ticari sermaye hareketleri için GATT ve üretken sermaye hareketleri için Dünya Bankası kuruldu.

1929 Dünya Ekonomik Krizi’yle birlikte özünde kitlesel üretim-kitlesel tüketime dayanan Keynesyen politikalarının yükselişi, işçi sınıfının mücadele birikimleri, “soğuk savaş” gibi farklı dinamiklerin etkisiyle gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyal refah devleti uygulamalarına geçildi.

Geç kapitalistleşen ülkelerde ise kapitalist sistemle entegrasyonu hızlandıracak ithal ikameci ya da içe dönük birikim modelleri hayata geçirildi. Bu süreç siyasi, askeri, kültürel, hukuki boyutlarıyla birlikte yeni sömürgecilik olarak kendini dışa vurdu.

1945 sonrası gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyal devlet/refah toplumu uygulamaları ile yeni sömürge ülkelerde hayata geçirilen ithal ikameci/içe dönük birikim modelleri, 1970’e kadar dünya genelinde sermaye birikim sürecini hızlandıran kurumsallaşmalar olarak işlev gördü.

Fakat 1970’lerin başından itibaren kapitalist sistemin, kâr oranlarının düşme eğilimine bağlı olarak, içine girdiği uzun dalga krizi yeni sermaye birikim modellerinin devreye sokulmasına neden oldu.

II. Dünya Savaşı sonrası oluşan kurumsallaşmalar, artık sermaye birikim sürecinin önündeki engeller haline gelmişti.

Neoliberal politikalar konsantre bir şekilde bu aşamada devreye sokuldu.

Artık hem metropollerde hem de yarı-sömürge ülkelerde krizden çıkış modeli neoliberalizmdi.

Özellikle sonuçları itibariyle tartışılan neoliberalizm aslında sınıfa karşı sınıf politikasını içermekteydi. Ve ideolojik, kültürel ve iktisadi olmak üzere üç ayaktan meydana gelmişti.

Önce ideolojik hegemonya kurularak toplumun refleksleri felç edildi. Kültürel bombardımanla toplumun tek tipleşmesi yaratılıp, her türlü operasyona hazır hale gelmesi sağlandı. Arkasından iktisadi ayağın mızrak ucu olarak devreye sokulan radikal özelleştirilmeler başladı.

Genellikle özelleştirmeler üzerine yürütülen tartışmalarda, ideolojik ve kültürel boyutlar es geçilerek yalnızca sonuçlar ya da sonuçların yarattığı tahribat ele alındı.

Böylesine bir algılayış, özelleştirme karşıtı oluşum ya da hareketlerin başından itibaren zaafiyete düşmesine neden oldu.

Neoliberalizmin ideolojik ayağı üç temel yönelimle kendini dışa vurdu. Bunların birincisi Püritanizm ya da Kalvinizm diye tanımlayabileceğimiz kâr ve hırsın insanın doğasına ait duygular olduğunu ileri süren; bu dünyada zenginin zaten günahsız olduğu için zengin olduğunu, fakirin ise günahlarının çok olduğundan dolayı fakir kaldığını savunan bir anlayıştı. Özal, boşuna “ben zenginleri severim” demedi. Bu sözler onun ideolojik yaklaşımının ifadesiydi ve her ne kadar Nakşibendi olsa da, onun sıkı bir Püriten olduğunu ortaya koymaktaydı. İkincisi ise, Ferdiyetçilikti. Her türlü toplumsal dayanışma ve paylaşma ilişkisinin reddedilmesi birey ve egonun önde tutulmasına dayanmaktaydı. Yine Özal’ın “Benim memurum işini bilir” veciz sözü ferdiyetçiliğin nasıl bir “ahlaki” kural haline getirildiğinin somut göstergesi oldu. Üçüncüsü ise, Sosyal Darwinizm’di. Yani büyük balık her zaman küçük balıkları yer mantığının doğanın kanunu olarak kabul edilmesi.

Neoliberalizm bu ideolojik bombardımanlarla önce beyinleri fethetti. Bu operasyonu kültürel manipülasyonlar izledi. Toplumun Mc Donald’s-laştırılması, tek tipleştirilmesi yönünde önemli adımlar atıldı. Tüketim körüklendi. Tüketmek, tüketebilmek ve bunun yarattığı haz insanın varoluşu olarak sunuldu. Kültürel manipülasyonlar, beyinleri felç olmuş toplumun suç ortağı haline getirilmesini sağladı.

Metropollerde Reagan ve Thacher’ın, yarı sömürgelerde Türkiye’de olduğu gibi Özal benzeri kimliklerin misyonları bunları başarmaktı.

İdeolojik ve kültürel hegemonyanın sağlanmasından sonra ekonomik operasyonların gelmesi kaçınılmazdı. Ve öyle de oldu. Radikal bir şekilde büyük devlet işletmelerinin satılması, özelleştirilmesi gündeme geldi. Başta eğitim ve sağlık sektörleri olmak üzere bütün hizmet alanları uluslararası piyasalaştırma operasyonlarına maruz kaldı. Kamusal alanın dönüşümü bir dizi ideolojik, politik, pratik etkiler yarattı. Metropollerde sınıfsal kutuplaşmayı artıran bu süreç, yarı sömürgelerde bağımlılık ilişkilerini derinleştiren, metropollerdeki gibi ekonomik dokuyu ve sınıf ilişki ve çelişkilerini yeniden biçimlendiren etkilerde bulundu. Yıkıcı, altüst edici sonuçlar doğurdu.

Ne liberal, ne de devletçi/kalkınmacı yaklaşım

Özelleştirmelere yaklaşım ağırlıkta iki temel görüşte biçimlendi.

Bunlardan birincisi neoliberal görüştü. Devletin müdahalesinin, hantal ve siyasallaşmış içeriğinden dolayı, verimsiz olduğunu ileri süren bu anlayış, pazar ekonomisi ve piyasanın o görülmez eliyle sorunların çözülebileceği, piyasanın işleyiş kurallarıyla yaşanan işsizlik, yoksulluk, büyüme ve gelir dağılımındaki uçurumun doğal olarak aşılabileceğini ileri sürmekteydi.

Bu görüşe göre KİT’ler etkin değildi. Yöneticilerinin maaşlı memur olmalarından kaynaklanan zaaflar baş göstermekteydi. İşletmeler verimli ve kârlı çalıştırılamıyordu. KİT’lerin ekonomideki rolünün büyümesine paralel, ekonominin dinamik kılınmasının şartlarının ortadan kalktığı ve ancak piyasa kurullarına açılmasıyla ve özel girişimciliğin dinamizmiyle ekonomideki durgunluğun aşılabileceği söyleniyordu.

KİT’lerin ekonomideki tekel konumunun kırılmasıyla ya da özelleştirilmesiyle rekabet ortamının oluşacağı, ekonominin dışa açılabileceği ve dünya ekonomisiyle entegrasyon sağlanabileceği savunuluyordu. Aynı şekilde KİT’ler bir israf kaynağı olarak gösterilip, bütçe açıklarının ve enflasyonun düşürülmesi için özelleştirmelerin gerekliliği vurgulanıyordu. Sağlık, eğitim ve ulaşım gibi kamu hizmetlerinin devletin tekelinde olmasının bu alanlarda rekabeti ve kaliteli hizmet alımını önlediği ileri sürülüyordu.

Özelleştirmelere yönelik diğer bir yaklaşım ise kendisini neoliberalizm karşısında konumlandıran, geniş muhalif kesimlerde de etkili olan devletçi, kalkınmacı ve ulusalcı çizgide dışa vurdu.

Bu görüşe göre neoliberalizm IMF ve Dünya Bankası ya da AB’nin dayatmaları olarak biçimlendi. Ve neoliberal politikaların bir yansıması olan özelleştirmelerin ulusal sanayinin “dış güçlere” peşkeş çekilmesi ve “yabancılaştırılması” operasyonu olduğu ileri sürüldü. Özelleştirmelerin devletin kalkınma paradigmasını felç ettiği gibi, ulusal kaynakların kaybedilmesine de neden olduğu açıklandı.

Bu görüşün ileri sürdüğü savlar geniş çevrelerde etki yarattı. Ama bu savların kapitalizmle bir hesaplaşmayı içermediği ve yaşadığımız toplumda eşitsizlik ve sömürüyü değişmez bir veri olarak kabul ettiği, devletin sınıfsal içeriğini es geçtiği görülmedi. Bu temel ve ayrıştırıcı nirengi noktalarının kavranamamasından dolayı devletçi-kalkınmacı ve ulusalcı görüş sistem içi bir revizyon ve defansif argümanlardan başka bir şey ileri süremedi. Hatta işçi sınıfının bağımsız politikalar geliştirmesini engelleyen, egemen blok içinde çatışkı ve kutuplaşmaların bir tarafı olarak kendi politik pozisyonunu aldı.

Esas olan antikapitalist mücadeledir!

Neoliberal politikalar ve özelleştirme uygulamaları kapitalizmin yeniden yapılanmasına bağlı olarak yeni sermaye birikimi rejiminin ihtiyaçlarına uygun bir şekilde hayata geçirildi. Bu anlamda sermayenin, krizden çıkış stratejisi olarak devreye sokuldu.

Özelleştirmeler, metropollerde sosyal refah devleti uygulamalarının terki biçiminde uygulandı. Sosyal devlet modeli, yaratılan artı-değerden devletin aldığı payla kendini finanse ediyordu. Sermayenin yeni süreçteki ilk refleksi de bu finansmanda kullanılan vergilerin düşürülmesi talebi oldu. Ayrıca refah devletinin sorumluluğundaki eğitim, sağlık, konut ve ulaşım gibi sosyal hizmet alanlarının özel sektöre devredilmesini istedi. Sermaye böylece bir taraftan devleti finanse etmekte kullanılan artı-değeri koruyacak, diğer taraftan özelleşen temel sosyal hizmet sektörlerinden yeni artı-değer elde etme imkanı bulacaktı.

Yeni sömürge ülkelerde ise, bağımlılık ilişkilerini derinleştiren güncel sömürgecilik politikaları doğrultusunda organizasyonlara gidildi. Bu ülkelerde özelleştirme uygulamaları temel olarak sermayenin değersizleşmesini önlemek ve yeni değerlendirme alanlarına ulaşmak için hayata geçirildi. Büyük sermayenin uluslararası rekabette ayakta kalma taleplerine uygun biçim aldı. Bu grupların uluslararası sermayeyle entegrasyonu ya da yeni entegrasyon ihtiyacı özelleştirmelerin yönünü belirledi. Süreç bir anlamda yoğun bir tekelleşme süreci olarak işledi. Büyük sermayenin uluslararası sermayenin bir parçası ya da taşeronu olduğu düşünülürse, özelleştirmelerin küresel sömürgecilik politikalarındaki işlevi daha iyi görülür. Ve emperyalizm içsel olgu olma kavramının derinliği ortaya çıkar.

Kısaca sorun kâr oranlarını artırma ve sermaye biriminin gereksinmelerini karşılamaktır.

Bu bağlamda özelleştirmelere karşı mücadele ancak kapitalizme karşı yürütülecek sınıf mücadelesi içinde gerçek mahiyetine kavuşacaktır.

Her çaba ve direniş antikapitalist mücadelenin mecrasında birleşmelidir.

Dün lokal düzeyde Paşabahçe, Seka ve Seydişehir’de gerçekleşen eylemler, bugün içinde bazı olumsuz yönelimleri taşısa da Petkim işçilerinin direnişleri manalıdır ve bir birikimdir. İşçi sınıfının tüm katmanlarının ve geniş toplum kesimlerinin ortak mücadele zemininin ne derece yakıcı bir ihtiyaç olduğunu ortaya koymaktadır.

Antikapitalist bilincin inşasında ve bütünlüklü antikapitalist mücadelenin geliştirilmesinde her biri son derece önemli deneyimlerdir.

Özelleştirmelere karşı yürütülen mücadele devletten, sermayeden bağımsız ve varolan sınıfsal güç dengelerini sarsıcı ve dönüştürücü bir içerikte gerçekleşmelidir.

Sınıfın bağımsız örgütlenmesi ve mücadelesi esas alınmalıdır. En küçük direniş ve karşı durma sınıf kimliğinin inşasına hizmet etmeli ve antikapitalist bilincin geliştirilmesinin zemini olmalıdır.

Özelleştirmelere karşı gerçekleşen direnişlerin bozkırda yanan bir kıvılcım olması, bozkırın tutuşmayacağı anlamına gelmemelidir.

Bozkırın tutuşması rüzgara ve ateşin gücüne bağlıdır.

Sınıflar mücadelesinin bir biriktirme süreci olduğu ve bu kavrandığı ölçüde, her deneyimin önemi ortaya çıkar.

Özelleştirmelere karşı işçi sınıfının yaklaşımlarından biri de özelleştirilecek alanlarda “işçi denetimi” şiarını yükseltmek olmalıdır.

İşçi denetimi şiarı antikapitalist bir mücadelenin içinde anlamlıdır. Antikapitalist bir çizginin dışına düşen “işçi denetimi” pratiklerinin kapitalist sisteme rektifiye etme riski bulunmaktadır.

İşçi denetimi işçi sınıfının yönetme yeteneklerini besleyeceği gibi, toplumun değişik katmanlarıyla organik bağ kurmasının zeminlerini de yaratacaktır.

Bugün Arjantin’de ve Venezüella’da bütün eksiklerine rağmen kendi özgünlüğünde oluşturulan işçi denetimi pratikleri, örnek alınacak deneyimler olabilir.

Şu unutulmasın; işçi sınıfı yaparak öğrenir, öğrenerek yapar.

İşçi denetimi gibi ezber bozucu pratiklerin ve direniş biçimlerinin sınıfın bağımsız örgütlenme ve mücadelesine inanılmaz katkıları olacaktır.

Türkiye Şili’leşiyor

Bugün özelleştirmeler, Kamu İktisadi Teşebbüsü adı verilen büyük devlet işletmelerinin satılmasıyla farklı bir evreye girdi. Kamusal alanın dönüşümü ve çöküşü yönünde önemli adımlar atılıyor.

Avrupa Birliği uyum yasaları paralelinde çıkarılan 4857 sayılı yasa, sosyal reform adı altında tamamlanamayan Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası (SSGSSS), Kamu Yönetimi Reformu ve yabancı sermayeye sağlanan kolaylıklar bunlardan birkaçıdır.

Bu karşı reform operasyonlarını bir dizi yeni özelleştirme ve başta doğal kaynakların (akarsuların) satılması izleyecek. Ardından ormanların, deniz ürünlerinin satılmasının gündeme gelmesine şaşırmamak gerekiyor. Türkiye Şili’leşiyor. Pinochet diktatörlüğünün neoliberal politikalarının militan savunucusu ve uygulayıcısı olan Pinera’nın yerli versiyonunu AKP ve Tayyip Erdoğan oluşturuyor.

AKP hükümeti, dört buçuk yıllık icraatıyla işçi sınıfına sistematik olarak saldırdı. Radikal özelleştirme politikalarıyla Tüpraş, Erdemir, Pektim, TCDD İzmir Limanı, Mersin Limanı, Sümerbank, Seydişehir Eti Alüminyum, Başak Sigorta özelleştirildi.

II. dönem AKP iktidarı, kamusal alanın radikal dönüşümünü, çöküşünü ve bir yaşam biçiminin değişimini hedefleyecek. AKP yeni iktidar döneminde işçi sınıfına açık saldırılarıyla birlikte bir zihniyet dünyası yaratmayı hedefliyor. 22 Temmuz seçimlerindeki başarısı bu yönde atılmış bir adım olarak düşünülebilir. AKP’nin yoksullardan aldığı oy, yoksulların kolektif halüsinasyonu olarak okunabilir. Bundan dolayı özelleştirmelere karşı mücadele artık kompleks bir nitelik taşımaktadır. İş, ekmek, özgürlük mücadelesinin diyalektiğini kurmak şimdi daha yakıcı hale gelmiştir. Kolektif halüsinasyon ancak böyle aşılabilir. Rıza ve riayet üreten zihniyet dünyası ancak böyle parçalanabilir. Kapitalizmin modern barbarlığına ancak böyle direnilebilir.

Rüzgarın patlaması ve kıvılcımın ateşe dönüşmesinin işçi sınıfının yarattığı birikimlerle doğru orantılı olduğu unutulmamalıdır. Özelleştirmelere karşı her direniş, her eylem, her tepki bu manada muhteşem önem taşıyacaktır.

* Volkan Yaraşır, Sokakta Politika/Gendaş Yay., 2002, s.212