31 Ağustos 2007 Sayı: 2007/34(34)

  Kızıl Bayrak'tan
   İşçi sınıfı saldırıları meşru-militan
mücadeleyle karşılamalıdır!
  Gül Cumhurbaşkanı oldu, düzenin krizi sürüyor...
Hak ve özgürlükler sınıf
mücadelesiyle kazanılabilir!
Grev hakkı sermaye medyasının
hedef tahtasında!
Liberal sol için bir pusula ya da islami
demokratik faşizmin işçi sınıfı ile imtihanı / II
Yüksel Akkaya
Toplu görüşme oyununda sona gelindi...
  Siyonizm destekçilerinin ikiyüzlülüğü!
  Sermayenin saldırılarına karşı taban inisiyatifini geliştirelim...
  Seçimler ve yeni dönem/3
Dinsel gericiliğin güçlenmesinde dış etkenler
  Anayasa değişikliğinin perde arkası
  Tersane İşçileri Birliği Derneği Başkanı Zeynel Nihadioğlu’yla iş cinayetleri üzerine konuştuk…
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Texim işçileri mücadeleyi yükseltiyor!
  Tarım işçilerinin sömürü ve baskıya karşı
örgütlenmekten başka yolu yok!
  4. Mamak Kültür-Sanat Festivali başarıyla gerçekleşti!
  Gerçek barış, sosyalizm uğruna
savaşılarak kazanılır!
  Kürdistan’da AKP’nin oyları
neden yükselişte?
M. Can Yüce
  İdeolojik ve ekonomik zorun konsantrasyonu: Özelleştirmeler
Volkan Yaraşır
  Dünyadan...
  Bir-Kar Gençliği temsilcisi ile konuştuk...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Liberal sol için bir pusula ya da islami demokratik faşizmin işçi sınıfı ile imtihanı / II

Yüksel Akkaya

Halk arasında sıkça kullanılan bir “veciz” söz vardır “Körün istediği bir göz, Allah’ın verdiği iki göz!”. “İslami demokratik faşizm” diye uydurduğumuz kavramın içini doldurmak için, yazımızın üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra, bu kesimin en iyi temsilcisi olan Zaman gazetesi bize “yardım” elini uzattı. Kendilerine teşekkür borcumuz var: Teşekkür ederiz. Bir de sağ olsun liberallerin yere göğe koyamadığı, “İslami demokratik faşistlerin” büyük hikmet atfettikleri, liberallerin has gazetesi Radikal’in “sosyalist parti lideri gibi konuştu” dediği Bakanlar Kurulu başkanı R.T. Erdoğan’ın Hizmet-İş’in 10. Genel Kurul’daki konuşmasına teşekkür borcumuz var (Bir sonraki yazıda R.T. Erdoğan’a fotoshop ile Che t-shirt’ü giydirip, onu “sosyalist parti lideri gibi konuştu” gibi olumlayan Radikal gazetesi üzerinden liberallerin bu süreçteki yerini tartışacağız). Bu iki olgu üzerinden İslami demokratik faşizmin emekçilere, işçi sınıfına bakışını görmek, sermaye cephesi ile ne kadar içiçe olduğunu, dolayısı ile faşizm kokan ilişkilerini göstermek mümkün. Önce bir hatırlatma.

Geçen hafta yazımızı şöyle bitirmiştik: “Liberal, islamcı demokrasinin nalıncı keseri olarak kendisine demokrasi, mağduriyet adına yarattığı ‘fırtına’ ne yazık ki THY grev oylamasında çökmüş, emek ile sermaye arasındaki mücadele saflarını çok net göstermiştir. Hayali darbelerden büyük teori üretenler emek cephesine yapılan büyük darbeyi görmezlikten gelmişlerdir. Körlüklerinden mi? Hayır, ruhlarına sızmış olan sermaye cephesi savunuculuğu ve bunun doğal uzantısı olan faşist eğilimlerden dolayı görmemişlerdir. Bu olgu bize bir başka şey gösteriyor, faşizmin temsili artık MHP’de değil, onun daha aşkın çocuğu olan İslami demokratlar ve liberal demokratlarda cismanileşmektedir. Sınıf mücadelesi açısından baktığımızda THY grevi bize bir de bu açıdan dersler vermektedir. İyi okumak ve anlamak için THY grev oylaması ve tutumları iyi tasnif edip bakmakta yarar var.”

24 Ağustos 2007 tarihli Zaman gazetesinin manşet haberi ile bize İslamcılar’ın gerçek yüzünü gösteriyor. Bir ülkenin demokrasiye ne kadar saygı gösterdiği, yasal düzenlemeler ile verilen haklar kadar, verilen haklara verilen saygı ile değerlendirilmelidir. Bu nedenle çalışma yaşamının demokratikleştirilmesine yasalar kadar, medya gibi bazı farklı aktörler de katkıda bulunmak zorundadır. Ancak, kapitalist bir toplumda bu mümkün olmaz. Zira, medya da sınıflı bir toplumun parçası olarak bir sınıftan yana olmak zorundadır. Bugün haberleri ve yorumları ile medyaya bakıldığında, sınıflı toplumun tüm özelliklerini görmek mümkündür. Biz sadece emekçilerin uluslararası sözleşmeler ile, yasal düzenlemeler ile tanınmış olan bazı kısıtlı haklarına karşı medyanın tutumunu ortaya koyarak sınıfsal çıkarlar karşısındaki yerlerini göstermeye çalışacağız. Yoksuldan, haktan, hukuktan, zalimden sözeden İslami basının bu zorlu sınavda ne kadar faşizan bir özellik taşıdığını ortaya koyacağız. Şimdi Zaman gazetesi üzerinden buna başlayabiliriz.

Önce haber: “Türk Hava Yolları’yla gündeme gelen grev tartışmaları bir anda bütün sektörlere sıçradı. Sendikalar; deniz taşımacılığı, tekstil, şeker, petro-kimya ve telefon hizmeti sektörlerinde işletmelerin kapısına kilit vurmak üzere (...) Türkiye için hayati öneme sahip birçok sektörde aynı anda grev kararı alınmasının çeşitli şüpheleri de beraberinde getirdiğine dikkat çekilirken, grev kartının ‘istikrarsızlık pimi’ olarak mı kullanılmak istendiği sorusu akla geliyor. Bu durumun, toplumsal muhalefet oluşturulup hem hükümet hem de iş dünyasının sıkıştırılmak istendiği görüntüsü verdiğini söyleyen uzmanlar, grev uygulamalarının Türk ekonomisi için en az 5 milyar dolarlık kayıp anlamına geleceğinin altını çiziyor.”

Sanırım işveren ve “uzman” destekli uzunca haberden bu kısa alıntı meramımızı dile getirmek için yeterlidir. Ancak, bu haber Zaman gazetesi için yeterli olmamış ki, bir de “haber-yorum” yapma gereği duymuşlar: “Cumhuriyet mitingi tutmadı, sendika verelim”. İ. Öztürk imzasını taşıyan bu haber-yorum oldukça anlamlı: “Türkiye ekonomisi zor bir dönüşümden geçiyor. Küresel sarsıntı ne olacak, belirsiz. Bazı sektörler ayakta kalmaya, bazıları marka olmaya, bazıları da sektirdiği devirleri geri getirmeye çalışırken, sendikalar adeta ekonominin altına grev döşüyor. (…) Şimdi de memurlar ile çetin bir görüşme başlıyor. Önümüzdeki dönem bu sendika lafına iyice hazır olun. İstikrarsızlık pimi, belli ki oligarşinin bu feodal adacıklarından çekilecek”. Buram buram faşizm kokan, açıkça sendika, emek düşmanlığı yapıp, sermayeden yana tavrını koyan İslamcı demokrat/faşist İ. Öztürk hızını alamıyor, şu uyarıyı da yapma gereği duyuyor: “Hükümete sesleniyorum; merkeze yerleşmek çoğu kez statükonun parçası haline gelmektir. ‘Uzlaşı odalarının’ kurulduğu yer yani. Büyüme, merkeze gelene kadar devam eder. İktidar, mağlubiyetin başladığı yerdir. Reform, denetim, şeffaflık ve sivil anayasadan vazgeçmek, ertelemek mi, asla!”

İ. Öztürk, sermayenin bir türlü sınır koyamadığı “büyüme” sağlanıncaya kadar emek cephesi ile uzlaşılmamasını istiyor. Mağlup olmamak için iktidarın “demir yumruğunun” sendikaların tepesinde, yani emekçilerin tepesinde patlatılmasını istiyor. Evet, çalışma yaşamının demokrasinin önemli ölçütü olarak kabul edilmesi halinde, Zaman gazetesi ve felsefesinin ve yorumcusu İ. Öztürk gibilerinin de ne kadar demokrat olduğu, çalışma hakkının en temel bir parçası olan grev hakkına karşı ne kadar tahammülsüz oldukları, faşist çözümler önerdikleri görülmektedir.

Peki, bu cenahın iktidardaki icracısı, Radikal’in sosyalist lider gibi konuşan Bakanlar Kurulu başkanı R. T. Erdoğan ne diyor? Bir de ona bakalım. Ancak, tarihe kayıt düşmek babından bu liberal gazetenin haberinden uzun bir alıntı yapmak gerekiyor:

“Erdoğan, katıldığı Hizmet-İş Sendikası Genel Kurulu’nda, propaganda ve örgütlenme çalışmalarını ‘emek ekseni’ üzerine kuran sosyalistlerden rol çaldı. ‘Sendikal hareketin önündeki tüm engelleri aşmak, emek hareketini hak ettiği konuma ulaştırmak boynumuzun borcudur’ diyen Erdoğan işçi temsilcilerinin önünde özetle şunları söyledi:

Sendika ve grev ‘öcü’ gibi görüldü: Çalışma hayatımız, uzun yıllar, tıpkı siyasi hayatımız gibi ayrışma temalarına sahne olmuş. Geçmişte sendika, emek, örgüt, eylem, grev gibi hukuki kavramlar toplumun geniş bir kesimi tarafından adeta bir ‘öcü’ gibi görülmüş, yaşanan acı tecrübelerin de etkisiyle, emek hareketi hakettiği noktaya bir türlü ulaşamamıştır.

Emekçileri hiçe sayanlar var: Bunda geçmiş iktidarların da büyük payı olduğunu biliyorsunuz. Emek hareketine, işçi hakkına sahip çıkıyormuş gibi yapan, ancak birkaç yasal düzenlemeyle işi geçiştiren, sonrasında da bunun rantını on yıllarca kullanan iktidarları sizler de, bizler de gayet iyi biliyoruz. Sadece büyük patronları ya da küresel aktörleri muhatap alan, işçi haklarına tenezzül etmeyen iktidarların bu ülkeye kaybettirdiği yılları da gayet iyi biliyoruz. Kalkınmada en büyük pay işçilerin: Emek hareketi, bize göre Türkiye’nin kalkınma hareketidir. Bugün üretimde, kalkınmada aldığımız mesafeyle övünüyorsak, yarınki Türkiye’ye umut ve güvenle bakıyorsak, bu başarıdaki en büyük pay sizlere, işçilerimize aittir. Sendikal hareketin önündeki tüm engelleri toplumun önündeki diğer tüm engeller gibi aşmak, emek hareketini hakettiği konuma ulaştırmak bizim boynumuzun borcudur. Daha çok kazanmalısınız: Ben Başbakan olarak, 70 milyonun hesabını omuzunda hisseden bir insan olarak sizlerin mutlaka daha çok kazanmanızı istiyorum ama ikimiz de gerçekçi olmak zorundayız. Bu kardeşiniz, tüm işçi kardeşlerimin, vatandaşlarımın aynı zamanda emanetçisi durumunda. Eylem demokratik bir haktır: Sorun çözülemiyorsa elbette eylem en demokratik haktır. Fakat daha müzakereyi açmadan masayı terk etmek veya Türkiye’nin imkânlarını göz ardı edip olmayacakları istemek tribünlere oynamak olur.” Ne kadar güzel değil mi?

R. T. Erdoğan, Zaman gazetesinin haberinden bir gün sonra 25 Ağustos’ta söylüyor bunları. Muhtemelen salonda oturanların büyük çoğunluğu da bir gün önce Zaman Gazetesi’nin bu haberini okumuştur. Bu durumda kafaları karışmış olabilir mi? Zaman, çalışma yaşamının en önemli düzenlemesi olan grev hakkını ekonomiye tehdit olarak algılarken, aynı alemin iktidardaki icracısı “Geçmişte sendika, emek, örgüt, eylem, grev gibi hukuki kavramlar toplumun geniş bir kesimi tarafından adeta bir ‘öcü’ gibi görülmüş” diyor!.. Ve, bizim de kafamızı karıştırıyor.

R. T. Erdoğan’a inanmak gerekir mi? İcraatına bakmak lazım. Hani kişi başı milli gelir 5 bin dolar olmuştu ya, hani ihracat artmıştı ya, hani ekonomi büyümüştü ya, hani verimlilik artmıştı ya… Peki bu süreçte işçilerin, kır ve kent yoksullarının durumu düzelmiş miydi? İşsizlik azalmış mıydı? Avrupa Birliği deyip deyip de onaylanan sözleşmelerdeki emekçiler lehine tüm düzenlemelere çekince konmadan “evet” denmiş miydi?

“Hayır” mı dediniz? O zaman bir sorun var. Zira, tüm gelişmeler sermaye cephesinin lehine olmuştur. Çünkü, İslami faşizm ve yönetimi emeğin sömürüsünü artırmıştır. Şimdi emekçiler, kır ve kent yoksulları daha yoksuldur, daha borçludur. Büyümeden, artan ihracat ve verimlilikten kendilerine düşen payı alamamışlardır. İslami faşizmin iktidarda olduğu dönem en az grevin yaşandığı dönemdir; işyerlerinde grev dışı en sert çatışmaların bölük pörçük yaşandığı yerlerdir; az sayıdaki grevin, direnişin en uzun yaşandığı dönemdir.

Bütün bu veriler, R. T. Erdoğan’ın Hizmet-İş’in 10. Genel Kurul’unda emekçilerin hak ve hukuku açısından söylediklerinin tek kelimesine inanmayarak söylediğini göstermektedir. Nasıl mı? Radikal’in haberindeki son paragrafı hatırlamakta yarar var: “Sorun çözülemiyorsa elbette eylem en demokratik haktır. Fakat daha müzakereyi açmadan masayı terketmek veya Türkiye’nin imkânlarını gözardı edip olmayacakları istemek tribünlere oynamak olur”. Evet, bu kadar basit! Demokrat, emekçiden yana bir söylem tutturan R. T. Erdoğan, KESK’in eyleme başvurmasından çok rahatsız olmuştur. Böylece, bize demokrasisinin sınırını çizmiştir: Ben izin verdikçe, ben uygun gördükçe! İşte bu da İslami faşizmin ta kendisidir.

Haa, bir de yeni hükümetin bakanların hiç kimsenin bilmemesi garip değil mi? İnsan bir arkadaşlarına danışmaz mı, bir uzlaşma turu atmaz mı? Öyle, “ben şunu bakan tayin ettim” demek ne kadar demokratik olabilir ki? Peki, son güne kadar neden Cumhurbaşkanı’na demokrat AKP’den kimse adaylığını koyamadı? Kimden korktu? Neden, adayı demokrat R. T. Erdoğan son anda tayin edip, oylattırdı. Peki, tayin edilen Cumhurbaşkanı adayı A. Gül’ün KESK ile yapılan görüşmenin ardından yapılan basın toplantısında KESK Başkanı İ. H. Tombul’un konuşması sırasında yüzüne yansıyan müstehzi gülümse ne anlama gelir? Bütün bunların demokrasi ile ilgisi olmasa gerek. İlgisi olan tek şey İslami faşizm ve otoriter yönetimidir.

Evet, haftaya da liberallerin demokrasi ve İslami faşizm ile olan sınavını yine çalışma yaşamı üzerinden tartışarak bu tefrikaya son vereceğiz.


Musa Çam grev hakkına kimin çıkarları üzerinden bakıyor?

Sınıf mücadelesinin araçlarıyla ilgili tüm yazılı eserlerde grev konusu önemli bir yer tutar. Grevler genellikle sınıf mücadelesinin önemli araçlarından biri olarak tanımlanır. Türkiye’de grev hakkı son derece kısıtlıdır. Örneğin siyasal amaçlı grev ya da genel grev yasalara göre suçtur. Buna rağmen halen yürürlükte olan ve bu hakkın kullanımını son derece zorlaştıran hükümlerle dolu olan 2822 sayılı yasada dahi grev “işçilerin  iktisadi ve sosyal durumlarıyla çalışma şartlarını korumak veya düzeltmek amacıyla” kullandıkları bir mücadele aracı olarak tarif edilir. Tarihsel pratik de bunun böyle olduğunu, işçi sınıfının farklı alanlardaki taleplerini sermayeye kabul ettirebilmek için pek çok kez bu mücadele aracına başvurduğunu, sınıflar mücadelesinin önemli köşe taşlarının birçoğunun grevlerle anıldığını gösterir.

Fakat son günlerde grevin ne olduğu, ne işe yaradığı konusunda farklı ve orijinal fikirler ortalığı sarmış bulunuyor. Yaygın grev ilanlarının gündeme gelmesiyle birlikte sermaye sınıfı harekete geçti ve özellikle de grev hakkına karşı topyekûn bir saldırı başlattı. Sermaye cephesinin sözcüleri grev süreci içinde olan işçilere her türlü sıfatı yakıştırmakla kalmadılar, grevi de hem işyerine hem de bizzat greve çıkan işçiye zarar veren “modası geçmiş” bir mücadele aracı ilan ettiler. Bunu yapan sermaye sözcülerinden biri, artık böyle “tahrip edici” grevler yapmadıkları, “demode” mücadele yöntemlerinden uzak durdukları için DİSK yöneticilerinden övgüyle söz etti. Böylelikle, DİSK yönetiminin mücadele yöntemleri konusunda modayı dikkatlice takip ettiğini ve bu sayede sermayenin takdirlerini kazandığını bir kez daha anımsatmış oldu.

Bu sermaye uşağının boş konuşmadığını birkaç gün sonra DİSK Genel Sekreteri Musa Çam da ispatladı. Bianet muhabirlerinin grev hakkına dönük saldırılarla ilgili sorularını yanıtlarken dile getirdiği görüşlerin bazıları, Musa Çam’ın ve temsil ettiği DİSK yönetiminin kafa karışıklığını gözler önüne koymaktaydı.

Musa Çam “Grev (…) daha iyi bir toplu sözleşmeye ve daha iyi sosyal haklara ulaşmak için araçtır ve durumun iyileştirilmesi için bu aracın kullanılması kaçınılmazdır” diyor. Fakat sermaye cephesinin “grevler ekonomiyi sarsar, krizi tetikler” yaygarasının etkisinde kalmış olmalı ki, bir taraftan bunu derken, bir taraftan da grevlerin ekonomiye zarar vermeyeceğini, hatta ekonomi için çok yararlı bir şey olduğunu ispat etmeye çalışıyor. Grevlerin ülke ekonomisine zararı olmayacağını anlatmaya çalışan Çam, “Ücretlerin bastırılması ekonomik anlamda tehlikeli, eğer emekçiler ve memurlar insanca yaşayacakları bir gelire sahip olmazlarsa iç tüketim donma noktasına gelebilir, grevden sonra yaşamlarını iyi bir şekilde idame ettirecekleri bir ücrete ve sosyal haklara sahip olurlarsa bu iç tüketimi de canlandıracaktır, grevlerin sonucu olumlu olacaktır” diye konuşuyor.

Neymiş “emekçiler ve memurlar insanca yaşayacakları bir gelire sahip olmazlarsa iç tüketim donma noktasına gelebilir”miş. Neymiş (emekçiler) “grevden sonra yaşamlarını iyi bir şekilde idame ettirecekleri bir ücrete ve sosyal haklara sahip olurlarsa bu iç tüketimi de canlandıracak”mış.

Bir sendikacı düşünün ki, düşük ücretlere açlık ve sefaletten dolayı değil “iç tüketimin donması” tehlikesi ortaya çıktığı için karşı çıkıyor. Bir sendikacı düşünün ki, şayet ücretler yükselecek olursa, buna emekçilerin yaşam koşulları düzeldiği için değil “iç tüketim” canlanacağı için sevinecek. Bir sendikacı düşünün ki, onun derdi işçinin ve emekçinin açlığı tokluğu değil, sermaye sınıfına özgü dertler olan “tüketim daralması” ya da tüketim canlanması”!

İster istemez insanın aklı karışıyor. Eğer Musa Çam’ın dedikleri doğruysa, yani grevler ekonomi için bu kadar yararlıysa, donmaları önlüyor, tıkanmaları açıyorsa, sermaye niye korkuyor? Niye grevlerin hayata geçmemesi için canını dişine takıyor, her türlü yol ve yöntemi kullanıp engel olmaya çalışıyor? Bırakalım engel olmayı, sermayenin düzenli aralıklarla grev yaptırması gerekmez mi?

İnsanın ister istemez aklı karışıyor. Eğer Musa Çam’ın dedikleri doğruysa, grevler sermayenin bu kadar işine yarıyorsa, işçi ve emekçilere üç kuruş kazandırırken kapitalist ekonominin en onulmaz dertlerine deva oluyorsa, işçi sınıfı neden hala bu aracı kullanmakta ısrar ediyor? İşçi sınıfı sabredip 5-10 yıl hiç grev yapmasa kapitalist ekonomi zaten donacak, tıkanacak, yere serilecek.

Grev hakkına sermayenin diliyle konuşarak sahip çıkılamaz. Musa Çam’ın yaptığı budur. Musa Çam’ın sözleri DİSK yönetiminin yaşanan süreçlere işçi sınıfının değil de sermayenin çıkarları üzerinden baktığını yeniden hatırlatmaktadır.


Hava-İş: “Onurumuzla mücadele ettik, kazandık!”

Hava-İş Sendikası ile THY A.O 21. Dönem, THY Teknik A.Ş. 1. Dönem toplu iş sözleşmesinde yaşanan anlaşmazlık, 27 Ağustos tarihinde tarafların anlaşması ile sonuçlandı.

Hava-İş Sendikası imzalanan toplu iş sözleşmesi ile ilgili bilgi vermek amacıyla 28 Ağustos günü saat 11.00’de Hava-İş Genel Merkezi’nde konuyla ilgili açıklama yaptı. Açıklamayı Genel Başkan Atilay Ayçin okudu. Açıklamada, tüm Türkiye’de sendika diye bir kurum olduğunu, grev diye anayasal bir hak olduğunu yıllar sonra herkesin durup düşüneceği biçimde ortaya koyduklarını, aynı zamanda sabırla mücadele ederken uzlaşma zeminini hiç kaybetmediklerini, maceraya atılmadan saldırı altındayken bile başarı kazanabileceğini gösterdiklerini ifade etti.

Sözleşmede, “kısmi süreli çalışanlar haftalık çalışma süresi 30 saati ve bir takvim yılında 6 ayı geçmemek koşuluyla ve toplam personelin %5’ini aşmayacak şekilde istihdam edilecek, bu şekilde iki dönem çalışan kısmi süreli çalışanların iş sözleşmeleri belirsiz süreliye dönüşecektir” şeklinde düzenleme yapıldığı belirtildi.

Sözleşmede, ücret gibi artışlar dışında yemek, evlenme, sosyal, kreş, ölüm yardımı ile yolluk adı altındaki sosyal haklarda önceki sözleşmede olmayan ek kazanım sağlayan düzenlemeler ile oranlarda büyük artış yapıldığı vurgulandı.

Önceki TİS’lerde olmayan “yemek verilmediği zaman, yemek ihale bedelinin KDV’siz kısmının 2.5 katı tutarında her çalışılan gün için bedel ödenmesi” şeklinde düzenleme yapıldığı ifade edildi.

57 YTL olan evlenme yardımı 400 YTL’ye, 61 YTL olan sosyal yardımın 1. yıl 120 YTL/Ay, 2. yıl 130 YTL/Ay olacağı, kreş yardımının 450 YTL/Ay olarak belirlendiği, 57 YTL olan emzirme yardımının 250 YTL’ye çıkarıldığı, 143 YTL olan ölüm yardımının 500 YTL’ye yükseltildiği dile getirildi.

İmzalanan sözleşmede, disiplin cezalarından uyarma ve kınama cezasının personelin terfisini etkilemeyeceği, kadro pozisyonunda çalıştırma maddesinde iş tanımları değişikliğinde sendikanın görüşünün alınacağı ve “personelin yönetmeliklerle belirlenmiş özlük haklarında aleyhte düzenleme yapılmaması esastır” şeklinde düzenleme yapıldığı ifade edildi.

Kızıl Bayrak/İstanbul