31 Ağustos 2007 Sayı: 2007/34(34)

  Kızıl Bayrak'tan
   İşçi sınıfı saldırıları meşru-militan
mücadeleyle karşılamalıdır!
  Gül Cumhurbaşkanı oldu, düzenin krizi sürüyor...
Hak ve özgürlükler sınıf
mücadelesiyle kazanılabilir!
Grev hakkı sermaye medyasının
hedef tahtasında!
Liberal sol için bir pusula ya da islami
demokratik faşizmin işçi sınıfı ile imtihanı / II
Yüksel Akkaya
Toplu görüşme oyununda sona gelindi...
  Siyonizm destekçilerinin ikiyüzlülüğü!
  Sermayenin saldırılarına karşı taban inisiyatifini geliştirelim...
  Seçimler ve yeni dönem/3
Dinsel gericiliğin güçlenmesinde dış etkenler
  Anayasa değişikliğinin perde arkası
  Tersane İşçileri Birliği Derneği Başkanı Zeynel Nihadioğlu’yla iş cinayetleri üzerine konuştuk…
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Texim işçileri mücadeleyi yükseltiyor!
  Tarım işçilerinin sömürü ve baskıya karşı
örgütlenmekten başka yolu yok!
  4. Mamak Kültür-Sanat Festivali başarıyla gerçekleşti!
  Gerçek barış, sosyalizm uğruna
savaşılarak kazanılır!
  Kürdistan’da AKP’nin oyları
neden yükselişte?
M. Can Yüce
  İdeolojik ve ekonomik zorun konsantrasyonu: Özelleştirmeler
Volkan Yaraşır
  Dünyadan...
  Bir-Kar Gençliği temsilcisi ile konuştuk...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Üniversiteler sermayenin arka bahçesi!

Tayyip Erdoğan’ın kurulacağını açıkladığı Bilim ve Teknoloji Bakanlığı çeşitli çevrelerde heyecanla karşılandı. Türkiye Bilişim Vakfı (TVB) Başkanı Faruk Eczacıbaşı, Türkiye Bilişim Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜBİSAD) Başkanı Tuğrul Tekbulut gibi burjuvazinin temsilcileri birbiri ardına açıklamalar yaparak memnuniyetlerini dile getirdiler. Teknoloji Bakanlığı’nın kurulmasının, bilgi toplumu olma yolundaki Türkiye’ye güç katacağı belirtildi.

Bakanlığın kurulacak olmasına üniversite rektörlerinden de destek geldi.

ODTÜ Rektörü Akbulut, Teknoloji Bakanlığı’nı olumlu bulduğunu ve Ar-Ge faaliyetine ayrılan payın %2 olması gerektiğini söyledi.

Ankara Üniversitesi Rektörü Aras, Bilim ve Teknoloji Bakanlığı’nın birçok Avrupa ülkesinde olduğunu belirterek, Türkiye açısından da bunun bir ihtiyaç olduğunu vurguladı.

Hacettepe Rektörü Özgen, bakanlığın, üniversite ve özel sektör işbirliğinin sağlanacağı yer olması gerektiğini, bazı özel sektör kuruluşlarıyla işbirliği içinde ortak Ar-Ge çalışmalarının yapılmasının ve teknoparkların koordinasyonunun sağlamasının önemli olduğunu söyledi.

Gazi Üniversitesi Rektörü ise “Uluslararası patent işbirliklerinin geliştirilmesi, bilim ve teknoloji alanındaki yeniliklerin yayılması konusunda, ulusal ve uluslararası düzeyde daha etkin çalışmaların gerçekleştirilmesi, etkileşimin sağlanması açısından böyle bir bakanlığın kurulması oldukça yararlı olacaktır” dedi.

Bilim ve Teknoloji Bakanlığı’nın temeli halihazırda süren üniversite-sermaye işbirliğini güçlendirmeye dayanıyor. Daha fazla kaynak artırımı, şirketlerle teknolojik gelişmeler üzerine protokoller imzalamak, üniversitelerle sermaye kuruluşları arasında arabuluculuk rolü oynamak! Yani, teknokentler etkin birer yatırım aracı haline getirilmek isteniyor.

Üniversiteleri toplumsal sistemden, sınıf ilişkilerinden bağımsız düşünemeyiz. Kapitalizmde üniversiteler hiçbir zaman özgür biçimde, toplumsal fayda için bilim üreten kurumlar olmadı. Fakat özellikle kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle birlikte bir bütün olarak eğitim sistemi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden örgütleniyor, üniversiteler sermayenin arka bahçesi haline getiriliyor.

Burjuvazi sanayiye yönelik teknolojik gelişme sayesinde ekonomik rekabet gücünü artırmak amacıyla, Ar-Ge çalışmalarını üretim sürecine ekledi. Fakat Ar-Ge’nin riskli bir yatırım alanı olması, araştırmaların uzun sürmesi, sonuç alınabilme garantisinin olmaması, pahalı bir yatırım olması, gerekli teknik donanımların sağlanması vb. bir dizi neden burjuvaziyi, birçok olanağa sahip üniversitelerin kaynaklarından faydalanmaya yöneltti.

Türkiye bu sürece hızla uyum sağlamakta gecikmedi. Teknokentler ve Teknoloji Geliştirme Merkezleri (Tekmer) üniversite-sermaye işbirliğinin gerçekleştirilebilmesinin temel araçları oldular.

ODTÜ, bu yapılanmanın en iyi örneğidir. Öncelikle bilinçli olarak lisans öğrencileri azaltılıp, lisansüstü öğretimde yüksek rakamlara ulaşıldı. Böylece sermayenin ihtiyacı olan ucuz işgücü karşılandı. Teknokent ve altyapının zenginleştirilmesi ile üniversite adeta teknokentin bir parçası haline geldi.

Burada gözden kaçan ayrıntı ise bilimin kimin için yapıldığı. Bir avuç asalak kapitalistin yararına teknoloji geliştirmek mi, yoksa insanlık için bilim üretmek mi? Üniversitelere aktarılan kaynakların hangi projelere verildiği düşünüldüğünde, bu soruyu yanıtlamak gereksiz kalıyor.


Anayasa değişikliğinin perde arkası

Akademisyenler tarafından hazırlanan Anayasa taslağının Tayyip Erdoğan’a sunulduğu günden bu yana tartışmalar sürüyor. Bir yandan Anayasa taslağı, “sivil, AB ile uyumlu, insan haklarını gözeten ve ideolojik olmayan” bir metin olarak kamuoyuna sunulup cilalanırken, diğer yandan taslakla kaldırılması öngörülen kimi kurumlar, yeniden bölüştürülen yetkiler, değiştirilen kimi tanımlar tartışmanın merkezine oturtuluyor. Bu haliyle Anayasa tartışmalarının geldiği boyut da açıklık kazanmış oluyor. Burjuvazi Anayasası’nı kendi ihtiyaçlarına uygun bir biçimde yenilemek noktasında çoktan bir mutabakata varmış durumda. Tartışılan ayrıntılar yalnızca yetki çatışmasının ve rant kavgasının bir ifadesi.

Tablo bu olduğu yerde henüz son hali verilmemiş olan taslak metnin öncelikle tartışılması gereken kısmını, eskisinden ne götürdüğü, yeniye ne getirdiği oluşturmuyor. Zaten taslak metin resmileşene kadar bu kısımlar burjuvazinin kendi iç dengesine uygun olarak onlarca defa değişikliğe uğrayacak. Tartışmanın esas yanını taslak metnin hangi ihtiyacın ürünü olduğu oluşturacak. Zira bu zeminde yürütülecek bir tartışma hem içinden geçtiğimiz süreci, hem de önümüzdeki dönemi kavrayabilmek açısından önemlidir.

Onlar sosyal yıkım saldırılarına
el kitabı hazırlıyorlar!

Türkiye’de bugüne kadar gerçekleşen Anayasa değişiklikleri incelendiğinde, hemen hemen tüm kapitalist devletlerde olduğu gibi bu değişikliklerin iktisadi dönüşüm süreçleri ile paralel gerçekleştiği görülecektir. Bir darbe anayasası olan ‘82 Anayasası’nın toplumsal muhalefeti dizginleyen, rejimi aşırı savunan maddeleri tırpanlandığında da ulaşılacak sonuç bu olacaktır. Sözkonusu hükümler dışarı atıldığında elde kalan hükümlerin, 24 Ocak kararlarının gerektirdiği ortama göre toplumun yeniden şekillendirilmesinin zeminini sağlamaya dönük olduğu rahatlıkla söylenebilir. 24 Ocak kararları ile beraber yaşamın her alanında etkisini gösteren neo-liberal dönüşümler uygulamaya sokulmuştur. Bu dönemde öngörülen iktisadi adımların herbirinde Anayasa; uygulamaları mümkün kılan yapısının yanısıra koruyucu bir kalkan misyonu da görmüştür.

24 Ocak kararları ile Türkiye’ye ihraç edilen neo-liberal dönüşümler, GATS ile beraber farklı ve daha gelişkin bir boyut kazanmıştır. Özel olarak hizmet sektörünü hedef alan GATS, Türkiye’de adım adım uygulamaya sokulmaya çalışılmıştır. GATS henüz imzalanırken, taraf devletlere belirli sektörlerle ilgili istisnalar koymak, belirli konularda muaf olmak hakkı da tanınmıştır. Ancak bu hakkın yasal sınırı 10 yıldır. Yani GATS imzalandıktan 10 yıl sonra bütün ülkeler GATS’da geçerli olan tüm yükümlülüklerini yerine getirmek zorundadır. Zaten sözkonusu 10 yıl devletlere bahşedilirken, bunun nedenleri de onlara ayrıntılı bir tarzda açıklanmıştır. Devletler bu süre zarfında toplumsal atmosferi GATS hükümlerinin uygulanabileceği bir düzleme çekmek ve sözkonusu hükümlerin hukuki altyapılarını oluşturmakla yükümlüdürler. Gelinen yerde sözkonusu 10 yıllık süre dolmuştur. Türkiye’de özelleştirmeler başta olmak üzere, hizmet sektörünü hedef alan saldırıların geçen yılları aşan kapsamı da işte bu yüzdendir.

Kısacası GATS hükümleri uygulamaya konulmuş, kamu, kamu hizmeti vb. tanımlamalar baştan aşağı değişmiş, ancak Anayasa aynen korunmuştur. İşte şimdilerde tartışılan sivil-demokratik Anayasa taslağı yeni kurumsal yapısıyla Türkiye’nin bugüne kadarki örgüt modeli arasındaki açığı ve uyumsuzluğu kapatmanın bir aracıdır. Daha anlaşılır bir dille söyleyecek olursak, süregelen ve bundan sonra da sertleşerek sürecek olan sosyal yıkım saldırılarına anayasal güvence getirilmek istenmektedir.

Zafer Üskül’ün ideolojisiz Anayasa söylemi ile Kemalizmi Anayasa’dan çıkartalım tartışmaları ortalığı birbirine katarken, Özbudun’un Anayasa taslağını sunduğu günden beri her fırsatta tekrarladığı “devletçilik ilkesi kesinlikle Anayasa’dan çıkartılmalıdır” tekerlemesinin tepkisiz kabullenilmesi de bundandır. Zira serbest piyasa ekonomisini benimsemiş kapitalist devletin, devletçilik ile iş yürütebilme şansı bulunmamaktadır. Bugüne kadar fiilen uygulamadan kaldırılmış olsa da, devletçilik ilkesi kimi zaman yabancı yatırımın önünde bir engele dönüşebildiği gibi, özelleştirme süreçlerini de zora sokabilmektedir. İşte sermaye düzeni artık bu küçük pürüzlerle uğraşmayı istememektedir. Özbudun’un devletçiliğin Anayasa’nın dışında bırakılmasını gerekçelendirirken kurduğu “…bugün, devletçiliğin makbul bir ekonomi prensibi olduğu da çok kuşkuludur. Böyle bir anlayışla özelleştirmeler bile imkânsız hale gelebilir” cümlesi konuyu özetler niteliktedir. Bu haliyle Anayasa değişikliği sonucunda hangi kurum, hangi yetki ile donatılırsa donatılsın, hangi kurumun elindeki yetki tırpanlanırsa tırpanlansın yeni Anayasa, son yıllarda dizginlerinden boşalan sosyal yıkım saldırılarının el kitabı olacaktır!

Anayasa değişikliği emperyalist bağımlılığı
güçlendirmenin bir aracıdır!

AKP’nin seçimlerden birinci parti olarak çıkmasının ertesi günü sermaye çevrelerinden gelen açıklamaların bütünü, AKP’nin Avrupa Birliği’ne üyelik sorununu aşmasına ilişkindi. Yine aynı günlerde Avrupa basınına yansıyanlar da AKP’nin seçilmesinin AB ilişkileri açısından nasıl da hayırlı olduğuna ilişkindi. Bunlar kuşkusuz rastlantı değildi; zira AKP 4,5 yıllık ilk hükümeti döneminde, irili ufaklı bir takım hatalar dışta bırakılırsa, gerek ulusal sermaye odaklarını, gerekse emperyalist odakları hiç yarı yolda bırakmadı. Aksine özelleştirme politikaları geçmişte olmadığı kadar hızlı ve pürüzsüz bir biçimde hayata geçirildi, kamunun tasfiyesinde büyük mesafeler alındı.

AKP’nin emperyalist-kapitalist dünyanın efendileri ile kucaklaşma isteğine ve kirli ittifakların bir parçası olmak için attığı taklalara rağmen AB kapıları Türkiye’ye bir türlü açılmadı. Bunun gerisinde Türkiye’nin iktisadi alt yapısının ve sosyal durumun bu açılım için hazır olmaması yatıyordu elbette. Ancak öte yandan Türkiye AB uyum yasalarının hemen hepsini hayata geçirecek bir mekanizmaya da sahip değildi. Sermaye içinde yaşanan bir takım çatışmalar yasal boşluklarla da birleşince, atılması beklenen belirli adımların önünü tıkamaktaydı. İşte yeni Anayasa ile çözülmek istenen noktalardan biri de budur. Özbudun’un “AİHS’ne ve AB standartlarına tümüyle uyumlu bir Anayasa taslağı hazırladık” sözleri boşa söylenmemiştir. AB ve benzeri emperyalist çıkar örgütlerinin bir takım taleplerinin karşılanması sürecinde engele dönüşen kurumların yetkilerinin sınırlandırılması, bir takım kurumların yeniden yapılandırılması hep bununla ilişkilidir.

Bu Anayasa’nın taslağı elbette belirli demokratik hükümler de içerecektir. Zira bu da emperyalist çevrelerin talepleri arasındadır. Ancak dikkat edilirse gerek AB, gerekse ABD hiçbir dönemde Türkiye’den uygulamalı demokrasi istememiştir. Onların beklentisi salt böyle bir görüntü oluşturulabilmesidir.

Anayasa taslağı baştan aşağıya ideolojiktir!

Bugüne kadar hazırlanan bütün Anayasalar gibi taslağı sunulan Anayasa da ideolojiktir ve doğal olarak bugün bunun aksini iddia eden akademisyenler ve bürokratlar da bilerek ve isteyerek yalan söylemektedir. Türkiye’nin emperyalist-kapitalist dünyadaki gelişmelere entegre olma sürecinde ihtiyaç duyduğu araçlardan yalnızca biri olan bu metin, egemen sınıfın işçi ve emekçiler üzerindeki tahakkümünün güvencesi, Türkiye’nin bir süredir içinde bulunduğu iktisadi dönüşüm sürecinin bir özetidir. Bu haliyle bu Anayasa’yı Özbudun’un yaptığı gibi ‘nötr’ diye tanımlamak gülünçtür. Anayasa salt burjuvazi içerisindeki farklı siyasal eğilimlere nötr yaklaşabilir. Bunun koşulu da sözkonusu siyasal eğilimlerin, iktisadi dönüşüm süreci ile uyumlu bir konumlanış içerisinde olmalarıdır.

Anayasa henüz hazırlanmakta olduğu için toplumsal yaşamda karşımıza çıkartacağı bir takım yenilikleri tartışmak için erken. Ancak iktisadi açıdan bugünkü gelişmelerin güvence altına aldığını söylemek için metnin son halini görmek gerekmiyor.

Son söz yeni Anayasa açısından tartışılan demokratik açılımlara ilişkin. Din dersleri zorunlu olmaktan çıkarılacak ve din-vicdan özgürlüğü korunacakmış. Düşünce ve ifade özgürlüğü korunmadan bu mümkün müdür? Kadınlara pozitif ayrımcılık uygulanacakmış. Kadın üzerindeki çok yönlü azgın baskı ve sömürü koşulları sürerken kadının toplumsal yaşamdaki ikincil konumu ortadan kalkabilir mi? Kürtçe’nin seçmeli ders olarak okutulmasına açık kapı bırakılıyormuş. Kürt halkının inkar ve imhası sürerken bu gelişme ne ifade edebilir ki? Elbette bunların herbiri hangi nedenden kaynaklanırsa kaynaklansın birer gelişmedir, ancak bu sözde demokratik açılımların sınırları da görülmek zorundadır.

Bu açılımları demokratik kazanıma dönüştürecek olansa Anayasal metinler değil, hak alıcı bir mücadele hattıdır!