8 Haziran 2007 Sayı: 2007/22(22)

  Kızıl Bayrk'tan
   Devrimci mücadele çağrısını gür sesle
yükseltmenin zamanıdır!
  Polis terörüne yol veren yasa meclisten geçti…
BDSP bağımsız devrimci sosyalist adaylarını açıkladı...
“Sınır ötesi operasyon” tartışmaları
Rant kavgası nedeniyle DYP-ANAP birleşmesinin sonu geldi!
Dinar’da ortaya saçılan pislik!
  Düzen partileri söylemde bile asgari ücretin adını anmıyorlar...
  ÖSS’ye ve geleceksizliğe karşı Liselilerin Sesi yükseliyor!
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Ne seçim, ne meclis, ne Amerikancı-İMF’ci kokuşmuş düzen partileri!.. Çözüm işçilerin ve emekçilerin devrimci ücadelesinde!..
  BDSP’nin seçim çalışmalarından.
  G8 protestolarından...
  G8 günlüğünden...
“Direniş verimlidir!”
  Artık örgütlenme zamanı / Mumia Abu-Jamal.
  Lübnan’da çatışmalar devam ediyor!
  Seçimler ve devrimci yurtsever tavır / III - M. Can Yüce
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Sosyal diyalog mu, katılımcı zorbalık mı, yoksa...

Yüksel Akkaya

Oktay Akbal’ın “Önce Ekmekler” bozuldu diye güzel bir öyküsü vardır. Aslında bu öyküyü, “Önce Sendikacılar” bozuldu diye okumak da mümkündür. Bu topraklarda 1940’lı yılların ikinci yarısına kadar sendikacılık yapanlar, ara sıra işbirliğine yönelseler de, bunu bugünkü kadar sistematize edip, kurumsallaştırmayı düşünmediler. Yaptıkları, geçici, üç beş kuruşa tenezzülün ötesine pek taşmadı. Zaten onlar, sosyal diyaloğu da, üçlü yapıları da, korporatizmi de bilmezlerdi! Ne olduysa 1947 yılında kabul edilen Sendikalar Kanunu’ndan sonra oldu. 1946 yılının cevval sendikacılarının çürük olan kısmı, Aralık ayındaki ilk asker sopası ile hizaya gelip, dersini iyi çalıştı. Ardından ICFTU ve CIA destekli AFL’in komünizm karşıtlığında cismanileşmiş “sendikacıların” müdahaleleri ile bu toprakların sendikacıları hızla kirlenmeye ve soysuzlaşmaya başladı. İhanet etme sanatını öğrenmede başarılı olan yeni sendikacı kuşak bugünkü sendikacı torunlarına baksa, sanırım ihanet ve işbirliğinde niye bu kadar becerikli olamadıkları için çok üzülürlerdi. Ama, bu bayrak yarışında yeni kuşağın onları geçmesinden daha doğal ne olabilirdi ki? Hele işçinin, emekçinin, halkın denetim sopası da sırtından eksik kalmışsa…

1940’lı yılların ikinci yarısındaki işçiler sendika yöneticisi olunca bir evrim yaşamaya başladılar. İşyerinde önce ustabaşı, sonra müdür ve en sonunda da patron tarafından zılgıt yemeye, azarlanmaya “alışmış” olan bu sendikacılar bir anda bakanlarla görüşmeye başlayınca ciddi bir kimlik ve kişilik krizi ile karşı karşıya kaldılar (Ne yazık ki emek tarihi bu süreci bize açıklayacak çalışmalardan yoksundur!). İki seçenekleri vardı: Ya ciddi bir mücadele sürdüreceklerdi ya da bu büyük “yükselişteki” baş dönmesi ile hükümetlere teslim olacaklardı. Ne yazık ki, mücadele yerine teslim olmayı seçti 1947 sendikacıları. Bugüne dünden kalan mirasın kaynağı biraz bu “işbirliği” isteğinde yatar. Bu devralınan miras o kadar köklü olarak yerleşmiştir ki, 1970’lerdeki ciddi mücadelelere rağmen yok edilememiştir. “Sırtında işçi sınıfının, emekçilerin sopasını” hissetmeyenler, hızla bu mirasın sahipleri olarak ortaya çıkmışlardır. Bu öyle bir “arsızlıktır ki”, zaman zaman bakanlar, işverenler, işveren sendikaları ve örgütlerinin yöneticileri bir övgü olarak “sendikacılarımızın gayet sorumlu” vatan evlatları olduklarını dile getirmekten kendilerini alıkoyamazlar. Arsız sendikacılarımız bundan garip bir sevinç duyarlar, ama bir o kadar olmasa da kaygılanırlar da. Ya devlet ve sermaye cephesi kendilerini taltif ederken, işçiler “hoop, ne oluyor?” diye sorarsa…

TÜSİAD’dan daha saldırgan bir politika izleyen TİSK eski Başkanı Refik Baydur’un işçi sendika yöneticileri ile olan işbirliğinden memnuniyeti o kadar had safhaya ulaşmıştır ki, “Bizim Çete” diye kitap yazmaktan kendisini alıkoyamamıştır. Tabii, bizim çete dediği TİSK ve işçi sendikaları! Peki bu çete kime karşı? Hükümete, sermayeye, yedi düvele mi yoksa emekçilere karşı mı? Çıkan yasalar ve sonuçlarına bakıldığında, TİSK’in eski Başkanı R. Baydur’un çetesinin emekçilere karşı örgütlendiği, mücadele ettiği ve başarılı olduğu görülmektedir. Kuşkusuz, bu utanç da bu çetenin mensubu olan işçi sendikalarının yöneticileri kadar, bunlara tek bir “laf” edemeyen üye işçilere yakışır!.. Zira, bu çetenin mensupları hala genellikle sendika yöneticiliklerini sürdürüyor.

Peki bu çete ne yapmıştır? Çete’nin en iyi işlerinden biri yeni İş Yasası’dır! Yeni bir yüzyıla girerken yeni bir iş yasasına ihtiyaç duyulduğunu en çok dile getirenler işverenler oldu. Onlara göre işçilerin edindiği yasal haklar çok fazla idi. Aslolan işçinin değil işin, yani işverenin korunması idi. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Refik Baydur bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Günümüzde pek çok ülkede iş yasalarının temel hedef ve amaçlarında önemli değişiklikler olduğunu görüyoruz. Kapitalist gelişme sürecinin ilk aşamalarında işveren karşısında çok zayıf konuma düşen işçi kesimini korumak ve sosyal taraflar arasında menfaat dengesi sağlamak amacıyla çıkarılan yasalardan küresel rekabet çağı sayılan bugün ülke ve firma rekabet gücünü artırmak, işsizlik sorununu hafifletmek gibi işlevler bekleniyor. Ülkeler mevcut yasalarını bu doğrultuda değiştirme çabası veriyorlar”.*

Son yıllarda sermaye cephesi mevcut iş mevzuatının ekonomik, sosyal ve siyasal koşullara cevap vermediği gerekçesi ile değiştirilmesi gerektiğini ileri sürerken** emek cephesi de, cılız bir sesle de olsa, “küreselleşme” sürecinin dayattığı ağır rekabet koşullarında emekçilerin sosyal politikanın gereği olarak daha fazla korunması gerektiğini belirtiyorlardı. İşçi ve işverenlerin bu değişim isteğini yerine getirmek üzere korporatist bir yaklaşım çerçevesinde, işçi-işveren-devlet şeklindeki üçlü bir yaklaşımla, onları temsilen, iş mevzuatında değişiklik yapacak bir “bilim kurulu” oluşturuldu. “Bilim kurulu”nun ağırlıklı olarak iş hukuku profesörlerinden oluşması emek cephesi açısından bir avantaj oluşturabilirdi. Ne yazık ki, beklenenin tersine, yeni yasa, iş hukukunun felsefesine, özüne, temel ilkelerine aykırı önemli düzenlemeler içermekte, sosyal politikanın da sonu anlamına gelecek yaklaşımlara sahip bulunmaktadır. Zira, en sol işçi sendikasının temsilcisi bile bu yasayı hararetle savundu ve ne yazık ki en sol işçi sendikalarını temsil eden örgüt bu temsilciyi azletmek yerine ona tam yetki verdi!.. Zira önemli olan çetenin ortak hareket etmesi ve sosyal diyalog idi!

İşçi sendikalarını temsil eden bu mümtaz yöneticiler işbirliğinde, sosyal diyalogda o kadar başarılı idiler ki Sakıp Sabancı onların bu tutumunu övmekten kendisini alamadı.***

Sabancı, bu yasanın işverenlerin değil, akademisyenlerin, çok uzun süreçte uzlaşıcı tavır ve anlayışlarını sürdürüp uyuşmazlığı asgari düzeye indiren işçi ve işveren sendikaları konfederasyonlarının değerli başkanlarının ve TBMM’de milletvekillerinin çıkardığı bir yasa olarak değerlendirmektedir. Oysa yasaları teknokratlar, “bilim” kurulları değil, zamanın, toplumun güçlü olan tarafı yapar. Bu yasa da göstermektedir ki, zamanın güçlü kesimi işverenlerdir, istedikleri yasayı çıkarmışlardır. Üstelik işçi kesiminden de önemli sayılabilecek bir tepki ile bile karşılaşmadan. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur. Kendine güvenini yitirmiş, sürekli yarın kaygısı ile yaşayan, işini korumak için herşeye razı olma isteği taşıyan işçilerden başka bir şey de beklenemez. Bu işçiler R. Baydur, S. Sabancı kadar işçi sendikalarının yöneticilerinin de istediği işçilerdir. Bu neden bu hain ve zalim yasalara onay vermekte ortak hareket edip bir çete kurmuşlardır. Dün S. Sabancı ve R. Baydur gibi bugün de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın bundan övgü ile söz etmesinde şaşılacak bir yan yoktur. Şaşırmak en çok çocuklara özgüdür. Zira büyük bir merakla öğrenmek isterler, anlayamadıklarını ya da kendilerine ters gelen şeyleri hızla sorgulayıp, şaşırırlar. Ne yazık ki bizim sendikacılarımız gibi onları hala sendika yönetiminde tutan işçilerimiz de bu çocuk merakı ve şaşırma yeteneğini kaybetmiş durumdalar. Böyle olduğu içinde işyerlerini birer kışlaya ve hapishaneye dönüştüren yasa değişiklikleri karşısında hiçbir şaşkınlık göstermezken, bugün Bakan’ın açıklamalarının ne anlama geldiğini de merak edip, sonucunu öğrenip şaşırmazlar.

Böyle olduğu için de Çalışma Bakanı Murat Başesgioğlu ile konfederasyon yöneticilerinin katıldığı Üçlü Danışma Kurulu toplantısında Bakan Başesgioğlu’nun adeta alay edercesine

konfederasyon yöneticilerine katkılarından dolayı teşekkürlerini sunması kimseyi rahatsız etmez!..

Başesgioğlu’nun şu sözleri sosyal diyalogun nasıl bir katılımcı zorbalık olduğunu göstermesi açısında çok önemlidir: “Çok önemli yasalar çıkardık. Örneğin, İş Kanunu gibi ana bir kanunu birlikte çalışarak mevzuatımıza kazandırdık. Sosyal Güvenlik Reformu’nu yine katılımcı bir anlayışla parlamentodan geçirme imkanı bulduk. Bu konuda değerli kurul üyelerimizi, sosyal taraflarımızı kutlamak istiyorum”.

Kuşkusuz, bu sosyal diyalog adı altındaki ihanetin bir de işçi sınıfınca kutlanması gerekiyor. Tabii, çocuk merakı ve şaşkınlığını yitirmemiş olanlarca…

* R. Baydur, “Yeni İş Kanunu: Ciddî Bir Başlangıç”, İşveren, Cilt: 41, Sayı: 9, Haziran 2003, s.4.

** Bu istekler için bakınız: TİSK, XIX. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu, 16-17 Aralık 1995, Ankara, 1995; TİSK, XX. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu, 5-6 Aralık 1998, Ankara, 1998; TİSK, XXI. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu, 22-23 Aralık 2001, Ankara, 2001.

*** S. Sabancı, “Yeni İş Kanunu’nun Çalışma Hayatı ve Ekonomimize Etkileri”, İşveren, Cilt: 41, Sayı: 9, Haziran 2003, s.5.