27 Nisan 2007 Sayı: 2007/16(16)

  Kızıl Bayrak'tan
   Emperyalist saldırganlığa ve savaşa, kapitalist sömürüye ve köleliğe, faşist baskı ve teröre karşı,
1 Mayıs’ta mücadele alanlarına!
  Kontrgerilladan hesap sormak için 1 Mayıs’ta Taksim’e!
“Taksim’i kazanmak zincirleri kırmaktır!”
Sermaye patronlarının dikensiz “Gül”ü!
Abdullah Gül tercihi “uygar Batı”nın gerçek yüzünü ortaya seriyor!
 İşçiler 1 Mayıs pikniğinde buluştu!
  Coşkulu 1 Mayıs etkinliği
  “1 Mayıs’ta 1 Mayıs alanına, Taksim’e!”
  Neden 1977 1 Mayıs’ının 30. yılında Taksim?
Yüksel Akkaya
  Eğitim emekçilerinin eylemlerinden...
  NATO: Bir saldırı, savaş ve iç savaş örgütü/3 - H. Fırat
  Hatice Yürekli anmaları...
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Tecrit duvarları Bağdat’ta!!
  Siyonist rejimin savaş makinesi
yine ölüm saçıyor..
  Dünyadan...
  Irak merkezli Ortadoğu kaynıyor - Abu Şehmuz Demir…
  Yaşasın 1 Mayıs!
  Tümtis Genel Sekreteri Gürel Yılmaz’la 1 Mayıs üzerine konuştuk...
  Güvencesiz çalışmaya, geleceksiz yaşamaya karşı 1 Mayıs’ta iş bırakarak alanlara çıkalım!
  Bültenlerden...
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

NATO: Bir saldırı, savaş ve iç savaş örgütü/3

H. Fırat

(Nato’nun Riga Zirvesi vesilesiyle Aralık 2006’da

verilmiş bir konferansın kayıtlarıdır...)

NATO temelde uluslararası bir savaş ve iç savaş örgütüdür, onun en temel özelliği, temel varlık koşulu budur. Bunun yanısıra o, aynı zamanda, batılı emperyalistler arasındaki ilişkileri düzenlemenin, çelişkileri kontrol altında tutmanın ve çıkarları uzlaştırmanın bir aracıdır, özellikle de örgütün patronu Amerikan emperyalizmi payına, bu onun ikinci temel özelliğidir. NATO’nun bu iki temel özelliği üzerinde durmuş bulunuyoruz. Şimdi de özellikle gelinen yerde kendini gösteren bir başka özelliği ya da işlevi üzerinde durmamız gerekiyor.

NATO ABD emperyalizminin elinde, kendi denetimindeki emperyalist ittifak dışında kalan ülkelere karşı da önemli bir güç, araç ve mevzi durumunda. Kuşkusuz bu özelliği bir bakıma NATO’nun çıkışında var; sonuçta NATO, devrimci sınıf ve halk hareketelerinin yanısıra temelde Sovyetler Birliği liderliğindeki sosyalist kampa karşı kurulmuş karşı-devrimci bir örgüt. Fakat yine de burada sistem karşıtı olan ya da hiç değilse başlangıçta bu niteliği taşıyan ülkeler sözkonusu. Oysa bugünün dünyasında bu konum ve nitelikte ülkeler yok artık.

Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku dağıldığından ve devrimci sınıf ve kitle hareketleri geri plana düştüğünden beri NATO kendine yeni bir işlev tanımlamakta ve bunu da denetim dışı her türlü devletin ya da hareketin üstesinde gelmek olarak somutlamaktadır. Aslında sorunun bu yanı, dünya polisliği olarak saptanan bu yeni rol üzerinde de yeterince durmuş bulunuyoruz. Fakat bu aynı misyonunun bugünkü ilişkiler ve güç dengeleri içinde biraz geri planda kalan bir önemli yönü daha var ki, bunun üzerinde de ayrıca durmamız gerekiyor.

Bugün Rusya ve Çin gibi emperyalist dünya rekabetinde belli bir yeri bulunan ülkeler, batı emperyalizmiyle ilişkilerini görünürde işbirliği içinde götürüyor görünseler bile, gerçekte özellikle ABD emperyalizmi ile ciddi sorunlar yaşamaktadırlar ve bu sorunlar gün geçtikçe kendini daha açık biçimde dışa da vurmaktadır. NATO kendini dünya polisi olarak ögütlerken, İran türü olaylara müdahale hakkını kendisi için sözde hukuki bir zemin haline getirirken, bunu aynı zamanda Çin’e ve Rusya’ya karşı da bir tavır olarak da geliştiriyor, bunu önemle akılda tutmak gerekir. Yani NATO’nun gerçek patronu durumundakı ABD emperyalizmi, Batılı müttefiklerini bu örgüt üzerinden kontrol altına almakla kalmıyor, buradan oluşmuş birliği ve yaklaşımı öteki emperyalist mihrakların karşısına da çıkarıyor.

Bunun hedefi durumundaki büyük devletler de bunun farkında. NATO’nun kendini batı emperyalizimininn dünya polisi olarak yeniden yapılandırmasına paralel olarak, Rusya ve Çin’in de kendi aralarında sıkı biçimde yakınlaşmaları ve Asya üzerinden kendi karşı ittifaklarını kurumlaştırma yoluna gitmeleri boşuna değil. Sonuçta Rusya-Çin eksenli Şangay İşbirliği Örgütü bu amaca dayalı bir çıkış. Emperyalist batı ittifakına Asya üzerinde verilmiş bir yanıt bu.

NATO’nun Rusya ile ilişkilerinin somut seyri ve bugünkü biçimi de bu gerçeği doğruluyor. ABD emperyalizmi bir taraftan NATO genişlemesi üzerinden Rusya’yı kuşatıp kıskaca alırken, öte yandan onu özel bir statü ile NATO’ya yakınlaştırmaya ve böylece yatıştırmaya çalışıyor. Geçmişteki 19 + 1, son genişlemeden sonraki 26 + 1 formülleri buna hizmet ediyor. Fakat bunlar geçici ve aldatıcı çözümler. Taraflar biribirlerinin konumunu ve niyetlerini gerçekte çok iyi biliyor. Rusya’nın NATO’yla 26 + 1 formülü üzerinden, güya bir tür 27. üye olarak sürdürdüğü ilişkiler, halklara karşı emperyalistler arası karşı devrimci bir işbirliğine hizmet ediyor, fakat NATO ile Rusya arasındaki sorunlara kalıcı bir çözüm getiremiyor. Rusya, NATO genişlemesiyle adım adım kuşatılıyor ve Rusya’nın bugünkü yöneticileri de bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyor. 26 + 1 formülü ya da özel statülü üyelik türünden sözde çözümlerle taraflar biribirini oyalıyor, ama olup bitenin gerçek anlamını da çok iyi bilerek yarına hazırlanıyor.

İran sorununun bugün aynı zamanda Amerikan emperyalizm ile Çin ve Rusya arasında bir çekişme konusu olması, bu çerçevede çok şey anlatıyor. İran, emperyalistlerin gözünde herşeyden önce petrol ve doğalgaz demektir, aynı zamanda petrol ve doğalgaz yollarının kesiştiği ya da ekonomik olabildiği bir coğrafi konum demektir. Çin ekonomisi bugün dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisidir ve giderek kendini gösteren temel önemde sorunu enerji, yani somut olarak petroldür. Bu çerçevede Çin, geleceğin enerji ihtiyacını bugünden güvence altına alabilmek için, dünyanın dört bir tarafında etkin bir çaba içerisindedir. Afrika ülkeleri ile kurduğu çok yakın ilişkilerin gerisinde herşeyden önce bu var. Nijerya’ya, bir takım başka ülkelere milyarlarca doları bulan yatırımlar yapılıyor ve bunun gerisinde, yineliyorum, büyüyen ekonomisinin enerji ihtiyacını şimdiden güvenceye almak var. İran köklü bir devlet geleneğine, dolayısıyla diplomasi yeteneğine sahip bir ülke olarak, buradaki ihtiyacı, dolayısıyla buradaki çelişkiyi görüyor ve bunu kendi manevra alanını genişletmek için kullanıyor. Çok önemli bir rafinerisinin %50 hissesini çok yakın bir zamanda Çin’e satması bu politikanın bir ürünü. Bunu bilerek yapıyor, bu yolla petrol silahını Amerikan emperyalizminin hoyratça tehditlerine karşı kullanarak kendi manevra alanını genişletiyor. Çin’in, Rusya’nın iştahını kabartarak, onların kendisine yönelebilecek bir müdahaleye bir biçimde karşı çıkmasını kolaylaştırmaya çalışıyor.

Kuşkusuz ABD’nin de buna karşı çok yönlü hamlelerle, kendi Batılı müttefiklerini farklı platformlar üzerinden ve bu kapsamda aynı zamanda NATO üzerinden İran’ın, İran üzerinden Rusya ve Çin’in karşısına çıkarıyor, daha doğrusu çıkarmaya çalışıyor. Son Riga Zirvesi’nde yayınlanan yeni belgede nükleer silah edinme çabalarının dolaysız tehdit ilan edilmesi ve NATO’nun dünya jandarmalığını öteki bazı tehditler yanında aynı zamanda bunun üzerinden tanımlaması bunu anlatıyor. NATO’nun bugünkü işlevi değerlendirilirken, giderek ön plana çıkan bu rolünü de gözönünde bulundurmak gerekir. NATO’nun adeta Rusya’yı dört koldan kuşatmak olarak ilerleyen Avrupa’daki genişleme sürecine, yanısıra bu genişlemeyi dünyanın öteki bölgelerine, Kuzay Afrika şeridinden uzak Asya’ya ve Avusturalya’ya kadar yayma çabasına aynı zamanda buradan bakmak gerekir. Bundan 5-6 yıl önce, Rusya’nın NATO’ya üyeliği üzerine yapılan tartışmalar sırasında, Henry Kissenger’ın, ama bu NATO’nun işlevinin boşa çıkarılması, böylece örgütün bitişi olur, derken anlatmaya çalıştığı da buydu. NATO ABD emeperyalizminin elinde aynı zamanda öteki emperyalist güçlere karşı önemli bir ittifak gücü olamayacaksa onun ne anlamı kalır ki demek istiyordu Kissinger.

NATO bugünkü genişlemiş haliyle 26 ülkeyi içeriyor. Bunlar ABD ve Kanada dışında henüz yalnızca Avrupa ülkeleri. Doğu Avrupa ülkelerinin önemli bir bölümü alındı, ötekiler ise sırada. Hırvatistan, Arnavutluk ve Makedonya sıradakiler, 2008 yılında üye olarak alınacaklar ve buna bugünden kesin gözüyle bakılıyor. Ardından sırada Balkanlar’ın geriye kalan son 3 ülkesi, Sırbistan, Karadağ ve Bosna-Hersek var, onlar da alınacaktır, alınmamaları için ortada bir neden bulunmuyor.

Öte yandan Ukrayna ile Gürcistan var. ABD’nin tam denetimindeki Gürcistan zaten başvurmuş bulunuyor. NATO’nun kendisine kalsa Ukrayna’yı da ittifak bünyesine hemen alacak, nitekim bu doğrultuda belirgin bir yönelim de var. Fakat bir yandan Rusya’nın sert muhalefeti, öte yandan Ukrayna’ın bir bölümünün karşıtlığı, bu süreci sancılı hale getirmiş durumda. Sonuçta NATO, NATO üzerinden de daha çok ABD emperyalizmi, Rusya’yı işte böyle çemberin içine almış bulunuyor. Ukrayna’da halen bir zorlanma var, ama süreç de ilerliyor. Acele etmiyor NATO şefleri ama hedefte Ukrayna ve Gürcistan’ı almak var kesinlikle. Sırada Azerbeycan da var; Azeri işbirlikçiler buna dünden hevesli, üyelik için başvurmuş da bulunuyorlar. Rusya’nın sert muhalefetine yatıştırıcı bir çare bulunabilirse onun da önü açılacak. Halen fiili işbirliği Gürcistan’ın yanısıra bu ülkeyle de hayli ilerlemiş durumda. Böylece Rusya tam bir kuşatmanın içine alınmaya çalışılıyor ve Rusya da bunu bütün açıklığıyla görüyor, biliyor ve karşı önlemler geliştiriyor.

Ama mesele bundan da ibaret değil, daha bir de Kuzey Afrika yayı var. Fas’tan ve Moritanya’dan başlıyor, Cezayir, Tunus, Mısır, Ürdün ve elbette ki İsrail’e kadar uzanıyor. Bu ülkelerle de “Akdeniz Diyaloğu” adı altında kurumlaşmış ilişkiler geliştirmeye yönelik bir perspektif ve fiili hazırlık var.

NATO başından itibaren İsrail’in, yani siyonizmin hizmetinde bir örgüt. Tersinden de İsrail, fiilen emperyalist NATO ittifakının Ortadoğu’daki kolu ve vurucu gücü durumunda. Burada resmi üyeliğin bir önemi yok, bir gereği de yok, zira bu yarardan çok büyük zararlar getirebilecek bir sonuç olur, emperyalist ittifak payına. Bütün bir Batı emperyalizmi, artı bütün bir NATO aygıtı, zaten her zaman İsrail’in hizmetinde ve elbette ki İsrail de onların. Aradaki işbirliği her açıdan ve tam, yani yüzde yüz boyutlarda. Fakat şimdilerde “Akdeniz Diyaloğu” adı altında daha açık ve kurumlaşmış ilişkilerin de yolu hazırlanıyor. Buna Kuzey Afrika yayındaki tüm işbirlikçi Arap ülkeler ve Ürdün de dahil edilerek.

Bitmedi, daha bunun bir de uzak Asya’sı ve Avusturalya’sı var. Japonya, Güney Kore, Avusturalya ve Yeni Zelanda, bu çerçevede ayrıca müttefik ilan edilmiş durumdalar. Bunların NATO’ya alınması sorunu da tartışılıyor. Böylece karşımıza kıtalar arası bir örgüt, beş kıtaya yayılmış haliyle bir NATO örgütlenmesi çıkıyor. Demek oluyor ki emperyalist ittifak örgütü sadece müdahale alanını küreselleştirmekle kalmıyor, ittifakların bileşimini de paralel olarak küreselleştiriyor. Bu da bir başka yeni durum.

Ama yine de bu yenilikleri fazla abartmamız gerekmiyor. Zira gerçekte burada esasa ilişkin bir yenilik yok. Güç fiili planda geçmişten bugüne aynı güç aslında, sadece bunlara daha resmi biçimler veriyor. Avusturalya ve Yeni Zelanda, Güney Kore ve Japonya, her zaman Batı emperyalizminin ittifakının bir parçası ve tam olarak hizmetindeydiler. Kaldı ki dünyada NATO bir tane de değildi o zamanlar. Güney Doğu Asya’da SEATO vardı ve bir tür Güney Doğu Asya NATO’su olarak biliniyor, böyle kabul ediliyordu. Nitekim üye bileşimi de bunu tanıklık ediyordu. Örgütün coğrafyası Güney Doğu Asya idi ama üyeleri arasında başta ABD olmak üzere İngiltere ve Fransa gibi batılı en büyük emperyalist devletler yer alıyordu. Filipinler, Tayland ve Pakistan’ın yanısıra şimdi yeni NATO adayları arasında isimleri geçen Avusturalya ve Yeni Zelanda bu örgütün, bu örgüt üzerinden de gerçekte NATO’nun üyesi idiler.

Bir de bir zamanların CENTO’su vardı, Ortadoğu NATO’su, ya da aynı anlama gelmek üzere NATO’nun Ortadoğu kanadı ya da ayağı işlevini gören. Ortadoğu halklarının direnişi CENTO’yu boşa çıkardı kuşkusuz, o da SEATO gibi tarih olalı çok oldu. Ünlü Bağdat Paktı olarak kurulmuştu, Bağdat düşünce CENTO’ya dönüştü, İran Devrimi’nin ardından ise tümden tarih oldu. Dikkate değer bir durum; SEATO da Vietnam Devrimi’nin ardından tarihe karışmıştı.

Demek istiyorum ki, bugün NATO’nun resmen dünyanın dört bir tarafına küresel olarak üyeler bakımından da yayılmasının sanıldığı kadar bir haber değeri yok. ABD emperyalizmi zaten küresel çapta kendi emperyalist blokunu savaş sonrası dönemden itibaren çeşitli biçimler içinde örgütlemiş durumdaydı. Japonya ve Güney Kore’de devasa özel askeri varlığı ile, SEATO’yla Güneydoğu Asya’nın göbeğinde... Bağdat Paktı ve CENTO ile Ortadoğu’da. Ek olarak Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve elbetteki siyonist İsrail ile yine Ortadoğu’nun bağrında. Türkiye’den sözetmeye ise gerek yok; bir yandan NATO’nun Güneydoğu kanat bekçisi, öte yandan Bağdat Paktı ve ardından CENTO üyesi ve elbette başta İsrail olmak üzere bölgedeki tüm Amerikancı rejimlerle en sıkı fıkı ilişkilerin değişmez aktörü.

Bütün bunlarda, NATO’yu dünya ölçüsünde bir örgütü dönüştürmede bir bakıma bir yenilik yok. Ama bütün bu güncel çabaların yine de dikkate değer bir özel boyutu var. NATO’yu bu kadar büyütüp genişletmek gelinen yerde emperyalist çıkar ve amaçlara çok da uygun mudur, bu da tartışmalı bir nokta. NATO’nu tehdit ve şantaj, saldırı ve savaş kapasitesi artıyor böylece, buna kuşku yok. Ama aynı ölçüde bağdaştırılması gelinen yerde giderek daha da zorlaşan iç çelişkileri de büyüyor. NATO çok çelişkili bir bünye, sürekli olarak bunun yarattığı sıkıntılarla boğuşuyor. Son Riga Zirvesi üzerinden bir kez daha yansıdı bu. Riga’da 46 maddelik kapsamlı bir siyasal yönerge benimsemiş bulunuyorlar ama, bu kaç yıllık pazarlıkların ürünü olarak kotarılmış bir belge, bu da ayrı bir sorun. Kaldı ki buna rağmen bizzat belgenin kendisi yaşanmakta olan çelişkileri de bir biçimde dışavuruyor. ABD dayatması konulanları, ötekilerin koydukları kayıtlarla sınırlıyor.

Avrupalı emperyalistlerin halen çok çelişkili bir pozisyonu var, bunun üzerinde daha önce de durdum. Hem ABD ile zamansız olarak karşı karşıya gelmek istemiyorlar, zira birçok bakımdan henüz ona bağımlılar, belli bakımlardan ona halen muhtaçlar da. Askeri bakımdan hala ABD karşısında kıyaslanamaz ölçüde zayıf durumdalar. Bu açıdan ona hem bağımlılar ve hem de kafa tutmak olanağından henüz yoksunlar. Öte yandan Avrupa’nın emperyalist tekelleri bir bölümüyle Amerikan tekelleri ile çok içiçe geçmiş bulunuyorlar, bu çerçevede çıkarları ortak ve bu çelişkileri sınırlayıcı bir rol oynuyor. Başta Ortadoğu olmak üzere enerji ihtiyaçlarını sağladıkları bölgeler, halen ABD’nin denetimi altında ve ABD’nin Irak’ı işgali, aynı şekilde bugün İran’ı hedef haline getirmesi, aynı zamanda bu denetimi ve dolayısıyla müttefiklerinin kendisine bağımlılığını daha da güçlendirmek hesabına dayanıyor. Bu hayati önemde denetimin dışına da çıkabilmiş değiller halen. Petrolün muslukları hala Amerikan emperyalizminin elinde. Bütün bunlardan dolayı Avrupalı emperyalistler ABD ile zamansız bir çatışmadan kaçınıyorlar. Ama kuşkusuz Amerikan vesayetine bu kadar çok tabi olmayı da istemiyorlar, gelinen yerde bu onları gitgide daha da zorluyor. Bu vesayetten gitgide kurtulmanın yollarını arıyorlar, AB güçlendikçe bu ihtiyaç daha da belirginleşiyor. Ama tersinden de ABD, onları hem bizzat AB içinden ve hem de NATO genişlemesi yoluyla adım adım izliyor ve denetimi kaybetmemeye çalışıyor. Bütün bunlar ilişkilerde ve elbetteki en başta NATO bünyesinde sorunlar ve gerilimler olarak kendini dışavuruyor.

Nasıl AB çelişkili bir yapıysa, orada çıkarlar çatışıyor ve birlik oluşumunu bir biçimde zorlayabiliyorsa, benzer bir durum, belli bakımlardan daha belirgin biçimde, NATO’da da var. Büyüyen bir NATO sulanan bir NATO demektir aynı zamanda, asıl olarak sözümü buraya bağlamak istiyordum. Yani emperyalistlerin çıkarları böyle bir ittifak örgütü bünyesinde bir araya geldikleri için öyle çok kolay da bağdaşmıyor, tam tersine, ilişkiler daha karmaşık bir hal alıyor, çıkarları bağdaştırmak, çelişkileri kontrol altında tutmak giderek daha güç hale geliyor. Batılı emperyalistlerin bir kesimi, bunu özellikle Almanya ve Fransa şahsında görüyoruz, Rusya’yla, Çin’le bu kadar hesapsızca karşı karşıya gelmek istemiyorlar, çıkarlarını onlarla bağdaştırmak istiyorlar, örneğin. Alman başbakanları yılda iki kez Çin’i ziyaret ediyorlar, bu elbette boşuna değil. Çünkü çok büyük yatırımları ve buna dayalı çıkarları var orada. Kaldı ki Amerikan emperyalizminin tekelci hegemonyası karşısında bir parça soluklanmak ve manevra alanı bulmak için, Rusya ve Çin ile bu ilişkileri ayrıca bir imkan olarak değerlendiriyorlar. Aynı ülkeler Amerikan emperyaliziminin NATO’yu kendi çıkar ve ihtiyaçlarına göre biçimlendirip kullanmasından da rahatsızlıklar duyuyorlar kuşkusuz.

Durumu ve gelişmeleri bilelim, ama bunun sonuçlarını çok da abartmayalım. NATO karar altına alsa da almasa da, Amerikan emperyalizmi NATO içi ve dışı müttefikleri ile birlikte müdahale edebileceği yerlere zaten müdahale ediyor. Bu noktada savaş ve saldırganlıkta ABD emperyalizmi NATO’yu da aşıyor. Bu, NATO’yu, NATO eliyle yapılan müdahaleleri küçümsememiz anlamına gelmiyor kuşkusuz. Durumu ve gelişmeleri bilelim, ama ciddi çelişkiler ve sorunlar yaşandığını, bunun da zayıflatıcı etkisiyle emperyalistlerin her konuda fikir ve dolayısıyla davranış birliği içinde olamadıklarını da gözönünde tutalım. İşte Afganistan’daki durum. Bu ülkedeki gelişmeler NATO için bir prestij meselesi halini geldiği halde ittifak üyesi birçok ülke ek kuvvet göndermeye yanaşmıyor. Taliban’a yenilmek, rezaletin dizboyu olması anlamına gelir, büyük bir prestij kaybı olur bu NATO payına. Bunu biliyor, üzerine kara kara düşünüyorlar; ama buna rağmen Riga’dan net ve bağlayıcı bir çözüm çıkaramadılar bu konuda. Fransa ve Almanya, tüm ısrarlara rağmen güneye, yani Taliban’la sıcak çatışma bölgesine gitmeyeceklerini dile getirdiler. Alman başbakanı Merkel, Bush yönetimi ile ilişkilerini her bakımdan düzeltmek gayretinde olan biri, ama o bile bu konuda ayak sürüdü Riga Zirvesi’nde.

Bu durum, ABD’nin NATO’daki denetiminin epeyce bir erezyona uğradığını da gösteriyor. Afganistan konusunda dayatamacı olamadı, tüm uğraşlarına rağmen sonuç çıkaramadı. Yarın çıkarabilir, ama karşılığında belli tavizler vererek olabilir bu ancak, durduk yerde değil. Ancak bugün ayak sürüyenlerin bazı önemli çıkarları tatmin edildiği bir durumda olabilir bu. Örneğin Almanya ve özellikle Fransa’nın istenen türden bir desteği buna bağlı. Bilindiği gibi Fransa, geçen yıl bizzat Chirac’ın ağzından, gerektiğinde bazı ülkelere karşı nükleer müdahaleler de yapılabilir türünden açıklamalar yaptı ve kuşkusuz bu açıklamada hedef İran’dı. Oysa öncesinde ve şimdilerde İran bunalımını yatıştırmaya çalışanlar arasında bu aynı Fransa var. Bu biribirine zıt gibi görünen tutumların gerisinde ince hesaplar ve buna dayalı pazarlıklar var kuşkusuz. Yani emperyalistler kendi sefil çıkarları peşinde, hepsi kendine göre, kendi çıkar ve hesaplarına göre oynuyor. İşin bu yönü fazlasıyla açık. Bütün bunlar NATO’nun sorunlu, içinde farklı çıkar ve hesapların da çatıştığı bir ittifak örgütü olduğunu gösteriyor ve onun bu özelliği gitgide daha belirgin hale geliyor. Çünkü ‘89 çöküşünden beri NATO’yu birarada tutan bağlar aşınıyor, yer yer çözülme belirtileri kendini gösteriyor.

Ama NATO’nun Türkiye ile ilişkileri ve Türkiye’deki icraatı çelişkisiz ve sorunsuz, başından beri ve halen. Türkiyeli devrimciler olarak işin bu kısmını, sorunun bu yanını çok iyi bilmek ve gözetmek durumundayız. NATO Türkiye’de sorunsuz bir varlığa ve icraata sahip. Üsleriyle bölge halklarına karşı, kontrgerillasıyla Türkiye’nin ilerici-devrimci güçlerine karşı. 50 yıldır ve hala da bu böyle. Önüne gelene efelenen Türk generallerinin iğne ucu kadar tek kelime söyleyemediklerini tek örgüt NATO ve tek devlet ABD’dir, bunu önemle akıl tutmak durumundayız. Bu ikiliye bir de siyonist İsrail’i eklemek gerekir. Yakın zamanda, o ünlü 2 Ekim konuşmasında, yeni Genelkurmay Başkanı oraya buraya uluorta attı tutu. Herkese diyecek bir şeyler buldu, AB’yi doğrudan isim vererek kendince haşladı. Ama ABD ve NATO hakkında tek bir negatif söz söylemedi, söyleyemez de. Çünkü, Türkiye’nin yakın tarihini özetleyen ünlü ifadede dendiği gibi, “askerinin donuna kadar ABD’ye bağlı” bir örgütün başında duruyor.

Geçen yıl Milli Güvenlik Siyaset Belgesi güncellendiğinde, gene böyle bir konferansta, üzerinde uzun uzadıya durmuştum. Türk devletinin gizli ama gerçek anayasası demek olan bu belgenin yeni güncellenmiş biçimi kapsamında, Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kafkasya’da ve iç Asya’da ABD ile birlikte hareket etmek, en temel dış politika konsepti olarak yeniden benimsemişti. Aynı şekilde NATO’nun yeni misyonuna etkin bir biçimde katılmak hükmüne yer verilmişti. Sözkonusu belgede, “NATO’daki rolümüzü korumalıyız. NATO’nun farklılaşan siyasetinde yerimiz olmalı” deniliyor. “NATO’nun farklılaşan siyaseti” dünya polisi ve jandarmalığıdır, bunun üzerinde yeterince durdum. Ve Türk burjuvazisinin zirvedeki temsilcileri, bunun içinde yerimiz olmalı diyorlar. Bu daha somut olarak ne anlama mı geliyor? Bosna’ya, Kosova’ya ve Afganistan’a bakarsanız bunun ne anlama geldiğini görürsünüz. Türk ordusu NATO üzerinden buralarda işgalci bir güç olarak bulunuyor halen ve Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet ediyor.

Türkiye uluslararası politikada NATO politikaları ile hiçbir zaman sorun yaşamadı. Yugoslavya savaşına tereddütsüz olarak ve etkin biçimde katıldı. Türkiye’deki üsler bu savaşta kullanılacaktı, buna yönelik hazırlıklar tamamdı, savaş bitince buna gerek kalmadı. Afganistan’dan sözettim; Türkiye’nin işbirlikçileri bu ülkede, üstelik eski bir sosyal-demokrat parti lideri şahsında siyasal komiserlik görevi üstlendiler, bir dönem askeri komutanlık yaptılar ve halen yaklaşık üç bin kişilik bir kuvvetle ordalar. Şimdi kendilerinden yeni kuvvet isteniyor ve muhtemelen verecekler.

Türkiye Amerikan emperyalizmine ünlü ifade ile göbekten bağlı, onun karşısında manevra imkanı olmayan, onunla çelişebildiği tek sorun denebilir ki Kürt sorunundan ibaret olan, onu da mümkün mertebe Amerika ile yumuşak bir pazarlığa bağlamaya çalışan bir ülke konumunda. İliklerine kadar Amerikancı, iliklerine kadar NATO’cu bir ülke Türkiye egemen sınıfı ve yönetimiyle. Kürt sorunundan dolayı Amerika’ya karşı zaman zaman çatlak sesler çıkaran bazı emekli Türk generalleri bile tam olarak NATO’cu.

NATO bizi, Türkiye’nin emekçilerini ve devrimcilerini, çok yakından ve en dolaysız bir biçimde ilgilendiriyor. NATO bünyesinde çeşitli türden sorunlar çıksa bile, Almanya, Fransa ya da Belçika ile çeşitli türden sorunlar yaşansa bile, bunun Türkiye’nin tutumuna ya da NATO’nun Türkiye’deki icraatlarına, ya da Türk devletinin ve ordusunun NATO üzerinden uluslararası hizmetlerine bir etkisi olmuyor, görünür bir gelecekte olmaz da. Türkiye’nin işbirlikçi burjuvazisi, başta ordu olmak üzere onun temel yönetici kurumları, denebilir ki NATO’nun en sadık destekçileri. 27 Mayıs darbecilerinin bile ilk işi, NATO’ya ve CENTO’ya bağlılıklarını bildirmek olmuştur. Türkiye’nin egemen ve yönetici sınıflarının uluslararası ilişkiler planında tam bir “milli mutabakat” içinde oldukları konuların başında, ABD’ye bağlılığın yanısıra NATO’ya bağlılık var. Türkiye’nin devrimcileri olarak NATO’yu ele alırken bu gerçeği gözönünde bulundurmak durumundayız.

Türkiye’nin emekçileri ve devrimcileri olarak, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinin ABD’nin yanısıra NATO ürünü oldukları unutmamalıyız. İkincisinin Brüksel’deki karargahta kutlamalara konu edildiğini bize Amerikancı yazarlar bildiriyor. Türkiye’de ‘60’lı yıllardan itibaren büyük bir güç ve yaygınlık kazanan özgürlük, bağımsızlık ve devrim mücadelesini boğan karşı-devrimci bir uluslararası örgütle yüzyüzeyiz, NATO şahsında. 1960’lı yılların devrimcileri bunu zamanında gördüler ve NATO’ya karşı etkili kampanyalar yürüttüler.

Biz ‘70’li yılların devrimcileri politik olarak değilse bile pratik olarak bu tutumun gerisine düştük, faşizme karşı mücadele adına, onun gerisindeki en dolaysız uluslararası güçlere yönelik mücadeleyi geri plana ittik. Oysa onlar dolaysız varlıklarını bize, 12 Eylül faşist darbesini bizzat planlayıp örgütleyerek ve başarısını da kutlayarak gösterdiler.

NATO Türkiye’nin iç sınıflar mücadelesinde dolaysız ve dolayısıyla tartışmasız olarak bir taraf, geçmişte olduğu gibi bugün de. Türkiye’de geleceğin muhtemel devrimi NATO ile hesaplaşmadan zaten bir zafer elde edemez. Devrimin zaferi salt iç düzen bekçileriyle değil, fakat aynı zamanda Amerikan ve NATO kuvvetleriyle hesaplaşmayı, bunların üstesinden gelmeyi gerektirecek. NATO’nun ünlü 5. maddesi zaten bu anlama geliyordu, şimdi üye ülkelerin iç sınıf mücadelesine yönelik olarak bu çok daha açık ve somut bir içeriğe kavuşturulmuş durumda. “Terörizme karşı mücadele” konsepti bunların başında geliyor ve bu gerçekte her ülkedeki sosyal mücadeleye dolaysız olarak müdahele anlamı taşıyor. Bilindiği gibi emperyalist sistemin ve işbirlikçi düzenin yöneticileri, sistemi ve düzeni tehdit eden her sosyal-siyasal mücadeleyi “terörizm” olarak niteliyorlar. NATO ise “terörizme karşı mücadele”yi kendi, yeni misyonunun, yani dünya jandarmalığının en baş dayanağı haline getirmiş bulunuyor. Son Riga Zirvesi’nin yeni belgesi buna daha açık ve kesin bir biçim veriyor. Dolayısıyla, Türkiye’de rejim için tehlike oluşturabilecek, onu tehdit edebilecek her türlü sosyal-siyasal gelişme, NATO’nun “tehdit” algılaması kapsamına girecek ve onun için dolaysız bir müdahale nedeni olacak.

Türkiyeli devrimciler olarak bunu da ayrıca akılda tutmalıyız. NATO’yu ve NATO’nun Türkiye ile ilişkilerini bütün bunları ışığında düşünmeli, ele almalı ve değerlendirmeliyiz. Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi, işçiler ve emekçiler arasında buna yönelik olarak sürdürmekte olduğumuz çalışmayı, dolaysız olarak NATO’ya karşı mücadeleyle de birleştirmeliyiz.