08 Eylül 2006 Sayı: 2006/35 (35)
  Kızıl Bayrak'tan
   Ankara’daki işbirlikçiler halka rağmen
Amerikancı tezkere’yi çıkarttılar!Emperyalist savaş taşeronluğuna karşı mücadeleyi büyütelim!
  Tüm Amerikancılar tezkerenin kabulu
için sıraya girdi
  Sendikalar ve tezkere
  Amerikancı tezkereye karşı binlerce kişi Ankara sokaklarındaydı
  5 Eylül tezkere karşıtı eylemlerden
1 Eylül eylemlerinden
AL-CO işçileri grev kırıcıların saldırısına uğradı
Basın-İş Genel Başkanı Kamil Kartal ile röportaj; Burjuvazinin attığı adımlara yanıt üretilmelidir
   Ticari Eğitime Karşı Gençlik Koordinasyonu 2. Toplantısı Sonuç
Bildirgesi… Emperyalist saldırganlığa ve
ticari eğitime karşı birleşik devrimci
mücadeleye! / Orta sayfa
  Emperyalizmin askeri, YÖK'ün kölesi olmayacağız!
  6-7 Eylül olayları ya da linç ve yağma kültürü!
  İsrail’in misket bombaları: Lübnanlı çocuklara ölüm tuzağı!
  Meksika’da hileli seçim karşıtı eylemler sürüyor
  Karşı devrimciler Venezüella seçimlerine hazırlanıyor
  Köln ve Düsseldorf’ta 1 Eylül eylemleri
  Örgütlenmenin önündeki engelleri aşacağız!
  Gençlik ve sınıf çalışması
  Asalak patronlardan hesap soralım!
  İsrail'in Lübnan saldırısı ve sonrası gelişmeler
  Emperyalist saldırganlık insanlığı ve doğayı yokediyor
  Titanik güvertesinde şezlong kapmaca 1
  İsrail: Amerika'nın Rottweiler'ı / Uri Avnery
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

6-7 Eylül olayları ya da linç ve yağma kültürü!

Bir garip “kültür mozaiği”!

“Çok, çok fena. O zaman ben evliydim, 2 yaşındaydı Lula. (Sarıyer) Yenimahalle'de yazlıktaydık. İstanbul'dan haber geldi, Beyoğlu yanıyor. Saat sekiz, sekiz buçuk filan. Taş dolu bir kamyon geldi. Kamyonun içinden 10-15 kişi çıktı, ilk evvela gazinoyu kırdılar, bir şey bırakmadılar. Bir araya toplandık, zangoç vardı, karısı ve oğluyla; papaz vardı kızları ve karısıyla beraber. Başladılar dışarıdan camları kırmaya, taş atmaya. Aman n'apalım derken artık karanlık da oldu. Arka taraftan bir Türk ailesi oturuyordu, biliyordu o ne olacağını. Hemen papazın kızlarını aldılar, pencereden. Ben Lula'yı şiltenin altına koydum, çocuğu öldürecekler.”*

Hafızamı kaybettim. Sormayı unuttum. İstanbul sokaklarında Rumlar vardı eskiden, Ermeniler, Yahudiler. Sahi şimdi nerdeler? Şimdilerde kültür mozaiği diyor turizm broşürleri Büyükada için. Rumlar, Yahudiler Büyükada'nın eski sakinleri, Fener'in, Balat'ın, Galata'nın eski yerleşikleri. Şimdi kültür mozaiğimizin renkleri haline gelmişler. Bu kana bulanmış kültür mozaiğinde tarihin kanlı sarı dişlerini görüyorum. Aynı apartmanın börek aldığı tabağı, boş geri vermek ayıptır diye meyve koyup gönderen komşuları; Maria ile Meryem. Böylesine eşit bölünmüşken yaşam alanları nasıl oldu da biri yerli biri yabancı oluverdi? Hafızasını yitirmiş bir kuşağın çocukları için sorulması belki de gereksiz bir soru. Yaşı yetmişi geçmiş İstanbulluların anılarını süsleyen Eleni'ler, Krikor amcalar, sokaklarda birlikte çelik çomak oynadıkları çocukluk arkadaşları şimdi neredeler?

Doğdukları topraklarda ebedi yabancılar onlar. Rumca isimlerine bakıp anlamaz gözlerle onlara “yabancı mısınız?” diye soranlara inat hala burada yaşamaya direnenler de var. Ama azınlıklar. Hem de kelimenin tam anlamıyla “az”lar. Düşmanlık ve nefret üzerine kurulu ulus inşa süreci, Rumları, Ermenileri, Yahudileri, Kürtleri kanlı bir yazıyla karşıladı. Ya Türklüğe boyun eğecek ya da terk edip gideceklerdi. Üçüncü bir yol yoktu. Gidecek yeri olmayanları ise kan ve gözyaşından başka bir şey beklemiyordu.

“Taşlar yağmur gibi geliyor. Evin kapısına geldiler. Onu da tekmeyle kırdılar. Babam hiç zaman kaybetmeden oda kapısını açtı. Türkçe'yi Türk gibi konuşuyordu babam. ‘Kırıyoruz' dedi, ‘Kıbrıs için. Helal olsun, vatana helal olsun' dedi, gelenler. ‘Beni, karımı, kızlarımı, öldürün' dedi babam. ‘Yok, öldürmeye iznimiz yok' dediler, ‘kırmaya iznimiz var.' İsmini sordular, ‘Kemal' dedi babam. ‘Af edersin, Kemal ağabey' deyip gittiler. Bakkala gittiler, bakkal da diyor ki ‘Hangi Kemal? Bu Koço'dur, Rumdur.' Tekrar geri geldiler. Radyo ve buzdolabını pencereden aşağı attılar. Yataklar, elbiseler, gardırobun içinde hiçbir şey kalmadı. Yani biz kaldık. Titriyorduk, ‘kırın' diyordu babam, ne yapsın, ‘kırın, atın, helal olsun, atın!' Kırdılar, vurdular, gittiler. Geceyi nasıl geçireceğiz? Papazın kızlarını istediler, ‘Burada yoklar' dedik. Papazı aldılar, bir motosikletin üstüne bağladılar, yol boyunca çektiler.”

İngiltere Kıbrıs'taki Rumların verdikleri bağımsızlık mücadelesine karşı Türkiye'yi öne sürüyordu. Kıbrıs sorununa ilişkin olarak 1955'te düzenlenen Londra Konferansına Türkiye'yi de çağırarak sorunun resmi olarak muhatabı haline getirdi. Görüşmeler başlamış, ama gelişmeler Türkiye'nin aleyhinde ilerliyordu. İşte o sırada Türkiye Cumhuriyetinin dışişleri bakanı Fatih Rüştü Zorlu Türkiye'ye gönderdiği şifreli bir telgrafta Rumların lehine görünen dengeleri Türkler lehine değiştirecek bir şeylerin “orada” (Türkiye'de) yapılması gerektiğini bildiriyordu. Böylece 6-7 Eylül'ün fitili ateşlenmiş oldu. Senaryo hazırdı. 6 Eylül günü Atatürk'ün Selanik'teki evinin bombalandığı haberi İstanbul'da hızla yayılırken, dört bir yandan kamyonlarla, trenlerle insan taşınıyordu. Ellerine sopalar, baltalar vs. verilen bu güruh, Rumların yaşadıkları bölgelerde, İstanbul'un 52 yerinde aynı anda saldırıya başladı. Önceden kırmızı boyayla haç işareti yapılmış kapıları kırıp yağmalamaya başladılar. Saldırganların öylesine gözü dönmüştü ki, mezarlıklara bile saldırdılar. Kemikler, ceset parçaları sokaklara saçıldı. Polis olayların başından itibaren hiçbir müdahalede bulunmadı, kimi yerlerde polisler de yağmaya katıldı.

“O akşam kocam işteydi. Saat üçte geldi; Sirkeci'den, Yenimahalle'ye yayan geldi. O da kırıp yırtıp da geliyordu, ne yapsın. Kırmayan, yıkmayan gâvurdur, diye düşünüyorlardı.”

6-7 Eylül 1955'te yaşananlar; bugün de çok tanıdık olduğumuz linç kültürünün Türkiye Cumhuriyeti'ndeki ilk görüntülerinden biriydi. “Galeyana gelmiş” halkımız; o önceden yazıldığı yine çok belli senaryonun figüranları... Rumların yaşadıkları bölgeleri talan etmiş, önlerine çıkan her şeyi yağmalamış yakmış yıkmıştı. Olay, devletin derin yerlerinde tezgâhlanan iğrenç bir komploydu. Olayların 40. Yılında, o sırada Özel Harp Dairesinde çalışan eski MGK Genel Sekreteri emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu kendisiyle yapılan bir röportajda olayı “6-7 Eylül olayları Özel Harp Dairesi işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” diye anlatacaktı. Olayların ardından Rumlar evlerini, dükkanlarını, dostlarını, yurtlarını, sevdiklerini, her şeylerini geride bırakıp ülkeyi terk ettiler. Komplo amacına ulaşmıştı. Gayrımüslümlerin sermayelerine el konuldu, Rum nüfusun çoğunlukta olduğu bölgeler Rumlardan arındırıldı. Bu etnik temizlik operasyonu sonunda İstanbul'daki Rum nüfusu 1500-2000'e düştü. Oysa 1924 yılında 1 milyon olan İstanbul nüfusunun 280 bini Rum'du.

Bugün 6-7 Eylül olaylarının 51. yılında kin ve düşmanlığın, bu kez Yirmibeşoğulları'nın sadık torunları eliyle nasıl bileylendiğini görüyoruz. Geçtiğimiz yıl 6-7 Eylül olaylarının yıldönümünde düzenlenen fotoğraf sergisine ülkücü bir grup saldırdı. Fotoğrafları parçalayan kişiler, sergiyi düzenleyenleri de tartakladılar. Habire karşımıza Türklüğün tanımını, Türklük hallerini çıkartan bu vahşiler sürüsü, 6-7 Eylül'de yaşanan vahşetin fotoğraflarına bile tahammül gösteremiyorlardı. Benzer simaları, geçtiğimiz Ocak ayında düzenlenen denizden haç çıkartma töreninde de gördük. Kendilerine “Türk Haliç Platformu” adını veren bir grup, Haliç'teki Balat İskelesi'nde toplanarak töreni protesto etti. Göstericilerden birisi Fatih Sultan Mehmet'i canlandırdı. Tekbir getiren grup, “Patrik defol”, “İstanbul Türk'tür, Türk kalacak” şeklinde sloganlar attı.

Turizm broşürleri, İstanbul'un kültürler beşiği olduğunu, bir kültür mozaiği olduğunu anlatıyor övüne övüne. Bu kültür mozaiğinde kan kırmızıya kesmiş Türklük halleri dışında geriye sadece, silik soluk hatıralar kalıyor. Yerlerinden kovulan, memleketlerinde yabancı ilan edilen insanların hatıraları. Yamyam sürüsü İstanbul'un Türk olduğunu buyuruyor. Turizm şirketleri ise ilgi çekebilmek için kültür mozaiğinden bahsediyor.

Asıl şimdi hafızamızı bulmanın ve sormanın tam zamanı değil mi? Maria ile Meryem nasıl birbirine yabancı oldu?

H. Ezgi

(Ekim Gençliği'nin Eylül ‘06 tarihli 96. sayısından alınmıştır...)

* Toplumsal Tarih Dergisi