21Ocak 2006 Sayı: 2006/02 (02)
  Kızıl Bayrak'tan
  Çok yönlü bir hazırlıkla karşılanması gereken bir dönemecin eşiğindeyiz
  Ordu kontrgerilla olarak inkar ettiğini Özel Harp Dairesi olarak savunuyor
  Devlet için kurşun atan Ağca serbest bırakıldı
  Kuş gribi yayılıyor...
İnsan ölümleri umurlarında değil
Neler anlatır kısa hikayeler... Suçlu kim!
  Devlet hastanelerinin alacakları silindi
TEKEL’de tasfiyeye karşı direniş!
  Tekel işçileriyle konuştuk... “Bedel ödemeden kazanamayız!
  Avrupa Birliği, sosyal güvenlik ve işçi
sınıfı: Dünden bugüne / Yüksel Akkaya
  2005 yılında sınıf hareketi-1: Alınan yenilgiler, büyüyen ihanet ve filizlenen çıkış arayışları (Orta sayfa)
  Kurultaylara çağrı
  Ümraniye İşçi Kurultayı
Sonuç Bildirgesi
  Amerikan İşbirlikçileri İran Cumhurbaşkanı’nın Ankara’ya gelmesini
engelleyecek formül arıyor.
  Alman emperyalizmi de emperyalist savaşın suç ortağı!
  Filistin genel seçimleri 25 Ocak’ta yapılıyor
  Kanlı tiranlar geçici,
direnen halklar kalıcıdır!
  Berlin’de kitlesel Rosa Luxemburg ve
Karl Liebknecht anması
  Devrim Okulu 13-17 Aralık tarihlerinde gerçekleştirildi...
  Bültenlerden...
  Yeni bir dünya hedeflenmeden
yeni bir kültür yaratılamaz!
  Devrimci veDemokratik Yapılar Arası Diyalog ve Çözüm Platformu’nun
açıklaması
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Alman emperyalizmi de emperyalist savaşın suç ortağı!..

Suç ortaklığını yalanla örtme telaşı

Alman devletinin CİA'nın işkence uçaklarına ev sahipliği yaptığı, CİA ajanlarının kendi vatandaşı olan Arap kökenlileri kaçırmasına göz yumduğu, dahası yardım ettiği bir süre önce ortaya çıkmıştı. Bu kanlı işbirliğinden haberi yokmuş pozisyonlarına giren Alman yetkililerin uydurduğu yalanlar fazla etkili olmamış, zira suç ortaklığı belgelerle ortalığa saçılmıştı. Almanya'yla sınırlı olmayan bu kirli işbirliğine diğer Avrupa devletlerinin de katıldığı anlaşılmıştı.

Yeni ortaya çıkan bir diğer suç ortaklığı, bir kez daha gerici Alman rejiminin niteliğine ışık tutacak cinstendir. Buna göre Alman devleti, Irak işgali konusunda savaş kundakçılarına hizmet etmiş. Üstelik bu suç ortaklığı, Sosyal Demokrat Parti/Yeşiller koalisyonu döneminde yapılmış. Şimdiki sağcı Başbakan Angela Merkel ise, zamanın başbakanı Schröder'i, emperyalist işgale yeteri kadar destek vermediği için pasiflikle suçlamıştı.

Merkel'in baş haydut Bush'un huzuruna çıkmaya hazırlandığı saatlerde basında çıkan haberler, sanılanın aksine, Almanya devletinin Irak işgaline karşı olmadığını gösterdi. Irak işgali öncesinde dönemin başbakanı Gerhard Schröder ile Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, “Kesinlikle bu işgalde yeralmayacağız” derken, Federal Haberalma Teşkilatı (BND) elemanlarının Bağdat'ta ABD ile ortak çalıştığı ortaya çıktı. Haberler, BND'nin işgal sırasında ABD ordusuna bilgi aktararak bombalanacak hedefleri bildirdiğini ortaya koydu. İşgal sırasında Bağdat'ta bulunan iki BND elemanı, ABD ordusuyla işbirliği yaptı ve bu Berlin'deki gerici takımı tarafından da biliniyordu. Alman medyasında iki ajandan sözedilmektedir. Ancak işbirliğinin iki ajandan ibaret olmadığını tahmin etmek güç değil.

Pentagon şefleri de işgal sırasında Bağdat'taki BND elemanlarından “doğrudan destek” aldığını, “bombalanacak hedefler konusunda birlikte çalışıldığını” kabul etti. Haberler üzerine bir açıklama yapan BND, işgal sırasında iki ajanının Bağdat'ta görev yaptığını doğruladı. Ancak beklenebileceği gibi emperyalist işgal ordularına yardım ettiklerine dair iddiaları kabul etmedi.

BND ajanlarının işlediği suçlar, işgalciler tarafından verilen nişanın da katkısıyla, tartışmasız olarak açığa çıkmıştır. Bilgi akışı sağlayan BND ajanı Reiner M.'ye “savaşın bittiği” ilan edildikten sonra ABD ordusu tarafından bir nişan verildi.

Bu dolaysız kanıt BND şeflerini telaşa düşürdü. Güya ABD ordusu bu nişanı, “az sayıda sivilin ölmesini sağladığı için” ajan M.'ye vermiş! Sayıları 100 bini aşan sivil ölümlerini sayma zahmetine bile katlanmayan emperyalist bir ordunun, sözkonusu gerekçeyle nişan vereceğini iddia etmek ikiyüzlülüğün de ötesindedir. Bu arada Pentagon kaynakları, BND ile Amerikan istihbaratı arasında Aralık 2002'de bir işbirliği anlaşması imzalandığını açıklayarak, hazırlığın işgal öncesinden başladığını gösterdi.

Adeti olmadığı halde, ABD ziyaretinden önce insan haklarından dem vurmaya başlayan Merkel'in mumu yatsıya kadar bile yanmadı. Zira Merkel'in açıklamasından sadece saatler sonra, Almanya-ABD kanlı işbirliğini ortaya koyan haberler yayınlandı.

AB şefleri, kirli/kanlı icraatları ortaya çıktığında genelde telaşa kapılmakta, bu tür kepazelikleri olmadık yalanlar uydurarak örtme çabasına girmektedirler. Bu riyakarlığın temel nedenlerinden biri, AB'nin halen demokrasi, insan hakları gibi değerleri diline dolama alışkanlığından vazgeçmemiş olmasıdır. Oysa sadece açığa çıkan suçlar bile, bu söylemlerin sahtekarlıktan ibaret olduğunu göstermeye yeter.

AB, halen “burjuva demokrasisi”nin en yerleşik olduğu ülkeler topluluğunu ifade ediyor. Buna rağmen şiddet ve zorbalık bu ülkelerden eksik olmuyor. Kaldı ki, bu ülkeler de polis devletine doğru hızla ilerleyerek, daha vahşi yöntemlere başvurmanın yasal zeminini hazırlıyorlar. Bu gelişme, kapitalist düzen yıkılmadan zulme son vermenin mümkün olmadığını bir kez daha kanıtlamıştır. Bu sorunun ancak insanın insan tarafından sömürüsüne son veren sosyalizmle çözülebileceğini göstermiştir.

-----------------------------------------------------------------------------------------

Yine sinsi tartışmalar...

Yine sinsi tartışmalara daldık. Bu kez konu İran: ABD mi vuracak, İsrail mi? Vuracak mı yoksa işgal mi edecek? Yalnız mı vuracak yoksa Avrupa'yla birlikte mi? ABD'nin birilerini vurmasına alıştık da... Genel kanı İran'ın nükleer silah elde etmeye çalıştığı yolunda. İran'ı engellemek için bir aşamada kesişen iki yol var. Biri diplomatik pazarlıklar, BM Güvenlik Konseyi kararı, ekonomik yaptırımlar vb... İkincisi, askeri yöntemlerle İran'ın nükleer programını imha etmek. Birinci yolun tıkanması halinde ikinci yol yeniden gündeme geliyor. Ya da ABD birinci yolun tıkanmasını beklemeyecek.

Tartışmalar çok boyutlu...

Tartışmalarda, en az üç boyut görmek olanaklı. Birinci boyut, diplomatik pazarlıkların ayrıntılarıyla ilgili. Pazartesi günü, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, Çin'in katıldığı Londra toplantısı, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ‘na yönelik şubat başında olağanüstü toplantı talebi, sonra sırada, İran'ın Güvenlik Konseyi'ne yaptırımlar talebiyle havale edilmesi, çeşitli düzeylerde yaptırımlar var. Uzun, karmaşık, engellerle dolu, sonu belirsiz bir süreç ve hukuki, esas olarak uluslararası dengelerin dinamiklerine bağlı, adeta bir iğnenin tepesinde kaç peri dans edebilir türünden, “Herkes Irak'a gider, hakiki erkekler ise İran'a” diyen ABD militaristlerinin sabrını zorlayacak tartışmalar.

İkinci boyut, medyanın tutumuyla ilgili. Batı medyası, dünya halklarını, askeri müdahale fikrine alıştırmak, bu arada İran yönetimine gözdağı vermek için kolları sıvamış durumda. Medyada sürekli şu üç nokta vurgulanıyor: İran yönetiminde, Yahudi düşmanı, kendini Mesih sanan bir fanatik var; İsrail ve ABD böyle birinin nükleer silahlara sahip olmasına göz yumamaz; nükleer bir İran, yalnızca İsrail'e değil bölge ülkelerine, hatta Avrupa'ya yönelik büyük bir tehlike. Dahası, İran'ın nükleer silahlara sahip olması, Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkelerde de benzer talepleri körükleyecektir. (Örneğin, Baxter, Mahnaimi: Sunday Times; Dickey, Bahari, Denghanpishen: Newseek ve Ze'ev Schiff: Daily Star)

Tartışmaların üçüncü boyutuysa en ‘'karanlık'' olanı. Bunu tartışmaların içine sızan kimi kavramlardan, sözde tarihsel analizlerden görebiliyoruz. Bu bağlamda, iki katkı ilginç. Birincisi, ABD imparatorluğunu Batı uygarlığının tek kurtuluş yolu olarak gören tarihçi Niall Ferguson ‘un kurgu bilim tarzı makalesi (Daily Telegraph, 15/01/06). “2007'deki büyük savaşın kaynakları - Nasıl engellenebilirdi?” başlıklı deneme gelecekten, geriye doğru bakarak yazılmış; diyor ki, 2006 yılında büyük savaşın tüm bileşenleri, enerji jeopolitiği (rekabet keskinleşiyor), uluslararası demografik denge (genç Ortadoğu, yaşlı Avrupa), kültürel/dini çatışmalar (seküler Avrupa, fanatik İslam), yerli yerindeydi. İran'ın başında, Hitler gibi Yahudi düşmanı, nükleer silahlara sahip olmaya çalışan bir fanatik vardı. İran krizi tam da İsrail lidersiz kalmışken gündeme geldi. Batı, aynı 1930'lardaki gibi, kararsızlık gösterdi, diplomasiye battı. Bu sırada İran gereken zamanı kazandı, nükleer bombayı yaptı. Her şey 2007'deki nükleer çatışmayla başladı. Irak'ta Şiiler ayaklandılar, ABD üslerini ele geçirdiler, Çin kendi çıkarını korumak için Tahran'dan yana tavır aldı, IV. Dünya savaşı başladı!..

Ve gündem İran'ı aşıyor...

Niall Ferguson fırsat kaçacak diye kaygılanırken, Demokratik Parti'den, Clinton döneminde dış politikada üst düzey görevler üstlenmiş iki analist, Ivo Daalder ve James Steinberg , Irak'taki başarısızlığın “engelleyici vuruş” politikasından vazgeçilmesine yol açmasından korkuyorlar (New York Times, 15/01/06). Halbuki, Daalder ve Steinberg'e göre, günümüzde yeni bir “devlet sorumluluğu biçimi” var: “Koşullu hükümranlık” (conditional sovereignity). Bu sorumluluk da demokratik devletlere düşüyor. Çünkü bizzat demokrasi yokluğu, bir güvenlik sorunu oluşturuyor.

Demek ki günümüzde, Batı ülkelerinin/uygarlığının normlarını (parlamenter demokrasi, serbest piyasa ekonomisi ve küreselleşmecilik) benimsemeyen her ülke bir güvenlik sorunu oluşturuyor. Bu ülkelerin hükümranlıkları bu koşullarda ortadan kaldırılabilir. Bu “koşullu hükümranlık” tezi, ABD'nin “iyi huylu” bir hegemonyacı olduğu varsayımından hareket ediyor, askeri müdahaleler de meşruiyetini, BM'ye değil, (malum içinde her türlü ülke var) bir “demokratik ülkeler ittifakına” dayandırıyor. Bu müstakbel ittifakın demokratik ülkeleriyse ABD, Kanada, AB, Avustralya, Japonya ve Güney Kore. Diğer bir deyişle Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya gibi ülkeler dışlanıyor; yani, en zengin ülkeleri ve bir istisnasıyla geçen 200 yılın emperyalistlerini kapsayan bir ittifak bu. Bu, “İmparatorluk sökmedi, gelin ‘kolektif sömürgecilikte' anlaşalım” tartışması.

Ergin Yıldızoğlu

(Cumhuriyet, 18 Ocak ‘06)