21Ocak 2006 Sayı: 2006/02 (02)
  Kızıl Bayrak'tan
  Çok yönlü bir hazırlıkla karşılanması gereken bir dönemecin eşiğindeyiz
  Ordu kontrgerilla olarak inkar ettiğini Özel Harp Dairesi olarak savunuyor
  Devlet için kurşun atan Ağca serbest bırakıldı
  Kuş gribi yayılıyor...
İnsan ölümleri umurlarında değil
Neler anlatır kısa hikayeler... Suçlu kim!
  Devlet hastanelerinin alacakları silindi
TEKEL’de tasfiyeye karşı direniş!
  Tekel işçileriyle konuştuk... “Bedel ödemeden kazanamayız!
  Avrupa Birliği, sosyal güvenlik ve işçi
sınıfı: Dünden bugüne / Yüksel Akkaya
  2005 yılında sınıf hareketi-1: Alınan yenilgiler, büyüyen ihanet ve filizlenen çıkış arayışları (Orta sayfa)
  Kurultaylara çağrı
  Ümraniye İşçi Kurultayı
Sonuç Bildirgesi
  Amerikan İşbirlikçileri İran Cumhurbaşkanı’nın Ankara’ya gelmesini
engelleyecek formül arıyor.
  Alman emperyalizmi de emperyalist savaşın suç ortağı!
  Filistin genel seçimleri 25 Ocak’ta yapılıyor
  Kanlı tiranlar geçici,
direnen halklar kalıcıdır!
  Berlin’de kitlesel Rosa Luxemburg ve
Karl Liebknecht anması
  Devrim Okulu 13-17 Aralık tarihlerinde gerçekleştirildi...
  Bültenlerden...
  Yeni bir dünya hedeflenmeden
yeni bir kültür yaratılamaz!
  Devrimci veDemokratik Yapılar Arası Diyalog ve Çözüm Platformu’nun
açıklaması
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Avrupa Birliği, sosyal güvenlik ve işçi sınıfı: Dünden bugüne

Yüksel Akkaya

Avrupa Birliği'ne (AB) girince her şeyin “güllük gülistanlık” olacağının düşünenler, AB'ye üyelik sürecinde katlanılması gereken zahmetler olduğunu düşünenler, bir turnusol kağıdı işlevi gören sosyal güvenlik konusunda renklerini ve saflarını ortaya koymaktadırlar. AB'ye üyeliği savunan sol cenah (dar ve geniş anlamda) üyelik sürecinde, küreselleşmenin gerekli ve zorunlu kıldığı rekabet gücü yüksek bir ekonomi oluşturmak için feragat edilecek “noktalar” olduğunu da kabul etmektedirler. Özellikle sosyal politika ve sosyal güvenlik alanında bilgi üreten sosyal demokratlar (akademisyeninden akademi dışı düşünürüne kadar) AB'ye üyelik süreci ve rekabet gücü yüksek bir ekonomi oluşturmak kaygısı ile tarihsel görevlerini ve sorumluluklarını “unutarak”, sosyal politikaya ve sosyal güvenliğe, koşullar itibari ile, en çok sahip çıkılması gereken bir dönemde sırt çevirerek kapitalist sistemin sürekliliğini garantiye alacak önerilerde bulunabilmektedirler. Bu tür yaklaşımın son örneği Devrimci DİSK'in devrimci sendikası Birleşik Metal-İş'in “bilimsel” yayını olan ve sınıf mücadelesinin parçalarından biri olan Çalışma ve Toplum dergisinin son sayısında yayınlandı. İki yazıyı karşılaştıranlar devrimci ve sosyalist bakış ile sosyal demokrat, kapitalist sistemin istikrarını isteyen bakış arasındaki farkı çok net olarak görebilecektir. Bu nedenle bu yazı ile birlikte Çalışma ve Toplum dergisinin son sayısındaki yazıyı birlikte okumanın yararlı olacağını düşünüyorum (“Türk Sosyal Güvenlik Sisteminde Öngörülen Reform Sorunlara Çözüm mü?” başlıklı ve Prf. Ali Güzel imzalı bu yazıya Birleşik Metal İş'in web sitesinden ulaşılabilir).

Bazı riskler nedeniyle bireyin gelirinin azalmasına veya gelirinin kesilmesine karşı bir önlem olarak tanımlanan ve devlet tarafından kapitalist sistemi sürdürme olanağı yaratan sosyal politikanın önemli bir aracı olarak başvurulan sosyal güvenlik olgusunun ortaya çıkışını hazırlayan süreç sanayileşmeden çok, onun bir ürünü olan işçi sınıfının taşıdığı potansiyel başkaldırı tehlikesidir. Öyle olduğu için de modern anlamda sosyal güvenliğin klasik dönemi kabul edilen evre, XIX. yüzyıl sonları ile XX. yüzyıl başlarıdır. Bu dönemin temel özelliği, işçilerin iş kazaları, meslek hastalıkları nedeniyle büyük gelir kayıplarına uğrayarak, sistem için sorunlu bir grubu oluşturmasıdır. Çalışma sürelerinin oldukça uzun, ücretlerin düşük olduğu bu dönem, işçi sınıfının huzursuzluğunu açıkça ortaya koyduğu, sosyalist hareketlere yöneldiği dönemdir de. 1848 devrimleri, ütopik sosyalizmden bilimsel sosyalizme geçiş, sosyalistlerin işçi sınıfı içinde artan gücü mevcut düzeni, sistemi tehdit etmeye başlamıştı. Gelecek güvencesi kalmayan, huzursuz, sosyalistlerle bağını her geçen gün daha da arttıran işçi sınıfını sistemle bütünleştirmek için bir sosyal politika olarak sosyal güvenliğe ihtiyaç vardı. Böyle olduğu için de sosyal güvenliğin gelişim tarihi biraz da işçi sınıfının mücadelesi, bu mücadelenin yarattığı tehlike, kaygı ve korku ile de ilgilidir. Tehlikenin büyüklüğü, sosyal güvenlik açısından sermayeyi daha büyük tavizler vermeye itmiş, düzeni, bir uzlaşma önerisi olarak sosyal güvenlik aracını kullanmaya zorlamıştır. Böyle olduğu için de zamanla, kendisini “hukuk devleti”, “sosyal hukuk devleti”, “refah devleti”, “sosyal refah devleti” olarak sıfatlandıran ülkeler, ki bunların çoğu bugün AB'yi oluşturan ülkelerdir, bunun bir gereği olarak sosyal güvenliği bu sıfatlandırmanın içinde yer alan ve temel ilkeleri oluşturan haklardan biri olarak kabul etmek zorunda kalmışlardır.

Sosyal güvenlik olgusu, özde bireyin karşılaşacağı ve yaşamı için tehlike oluşturan olaylara karşı bir güvence olup, tehlikeyle karşılaşan ve yoksulluğa düşen bireye asgari bir güvence sağlamayı amaçlamaktadır. Bu nedenle de sosyal güvenlik politikalarının temelini ekonomik ve sosyal risklerin bireyler üzerindeki etkilerini giderme çabaları oluşturmaktadır. Çalışma gücünü olumsuz yönde etkileyen hastalık, yaşlılık ve sakatlık gibi bedensel riskler; çalışma gücünü etkilememekle birlikte onun kullanımını önleyen işsizlik bu türden riskleri oluşturmaktadır. Bu risklerle karşılaşan birey geçici ya da sürekli olarak gelirden yoksun kalmakta, ekonomik güvensizlik ortamına itilmektedir. Uluslararası Çalışma Örgütü (UÇÖ/ILO), 1952 yılında, “Sosyal Güvenliğin Asgari Normlarına İlişkin 102 Sayılı Sözleşme” ile bu riskleri dokuz ana başlık altında toplamıştır. Bunlar, hastalık (sağlık yardımı), hastalık (gelir kaybını karşılayan ödenekler), işsizlik, yaşlılık, iş kazası ve meslek hastalığı, analık, sakatlık, ölüm ve aile yükleridir. Sözleşmeyi onaylayan ülke bu risklerden en az üçüne karşı bir koruma getirmek zorundadır. Ancak kabul edilecek bu üç riskten birinin, işsizlik, yaşlılık, iş kazası ve meslek hastalığı, sakatlık veya ölüm risklerinden biri olması gerekir. Sözleşmenin bağlayıcılığı çerçevesinde bakıldığında, asgari sınırın ne kadar düşük tutulduğu açıkça görülmektedir. Kuşkusuz bu sözleşmenin hayata geçişi de işçi sınıfının mücadelesinin yaratacağı korku ve kaygıya bağlı olarak değişecektir. Güçlü mücadelenin olduğu yerlerde “demokratik uzlaşma”nın gereği olarak “hak” ya da “rüşvet” olarak teklif edilecek korporatist takas unsurlarının kapsamı da değişecektir. Kısacası sosyal güvenliğin kapsamı ve düzeyini belirleyecek olan işçi sınıfının sahip olduğu güç ve potansiyel tehlikedir, yoksa AB'yi mistifiye edenlerin ileri sürdüğü gibi AB'ye üye ülkelerin sosyal haklara verdiği önem ve benzeri değildir. Zira, gelecekten umudu olmayanların, kaygı içinde yaşayanların içinde bulundukları düzeni, sistemi benimseyerek, hiç tepki göstermeden yaşamaları mümkün değil. Bu durum, kapitalizmin sivriliklerini törpüleme araçlarından biri olan sosyal politika uygulamalarını gerektirmektedir. Sosyal güvenlik de bunu sağlayan en önemli sosyal politika aracı olmaktadır. Sosyal politika uygulamalarının genişliği ile sistemin daha “demokratik” oluşu arasında kaba bir doğrusal ilişki olduğu düşünülebilir. Sorun, daha çok düzenin, sistemin işçi sınıfı ile kurmak istediği ilişkinin türüne bağlı bulunmaktadır. İşçi sınıfı ile “bütünleşmeyi”, daha çok “gönüllülük” ve “uzlaşma” temelinde arayan düzenler, daha “demokratik” bir görünüm veren bu yaklaşımda bazı işçi sınıfının iktidarı istemekten vazgeçmesi, düzeni tehdit etmekten kaçınması gibi bazı “ödünler” karşılığında, sosyal güvenlik gibi bazı ödüller de sunabilmektedir. Tipik bir korporatist takas olarak değerlendirilebilecek olan bu yaklaşım, kuşkusuz, sistemce de “demokratik uzlaşma” olarak algılatılmak istenecek, böylece sosyal haklara, sosyal politikaya ne kadar saygılı olunduğu gösterilecek, bütün bunların sosyal devlet, refah devleti uğruna yapıldığı ileri sürülecektir. Ancak, bu bir illüzyondan başka bir şey değildir. Bugün gelinen nokta, bu illüzyonun üzerindeki tülü çekip atmaktadır.

Sosyal devlet ya da refah devleti uygulamaları adı altında yukarıda belirtilen işlev ve anlamı ile de istenirse sosyal güvenlik işçi sınıfı için bir “hak” olarak ya da bir “rüşvet” olarak algılanıp, değerlendirilebilir. Kuşkusuz bu durumda, düzene, sisteme yönelik bir çatışmaya girmemek koşulu ile sistem içinde yerini alan, onunla bütünleşen işçi sınıfı için bu bir “demokratik”, “sosyal adalet”in, “sosyal hukuk devleti”nin gereği olan “hak” olacaktır. Teklif edilen bir “rüşvet” olması ise, işçi sınıfının düzen ve sistemle çatışmaya giriş amacının sadece rahatsızlığını dile getirmesi ile ilgilidir. Düzeni ve sistemi dönüştürmeyi amaçlamayan bir çatışma, sadece bir tepkiyi ve huzursuzluğu dile getirdiği için, bu dönem açısından bir yatıştırıcı “rüşvet” olarak karşımıza sosyal güvenlik çıkmaktadır. Sosyal güvenliğin, “demokratik uzlaşma” aracı olarak demokrasiye katkısı bu takas sürecindeki ilişkilere ve mücadeleye bağlı bulunmaktadır. Böyle olduğu için bu sürecin de iyi anlaşılması gerekir. Almanya bunun için iyi bir örnek oluşturmaktadır.

Sanayileşme sürecine diğer ülkelere göre biraz daha geç giren Almanya, sosyal güvenliğin en çok geliştiği ülkelerden biridir. Henüz devletin sosyal güvenliğe merkezi olarak kurumsal düzeyde müdahale etmediği başlangıç dönemlerinde, madencilik ve diğer sektörlerde oldukça yaygın “yardımlaşma ve dayanışma sandıkları” bulunuyordu. Bu sandıkların sayısı onbine, kapsadığı işçi sayısı da iki milyona yaklaşıyordu, ki bu sayı toplam işçilerin dörtte birini oluşturuyordu. Buna rağmen, bilinen ilk sistematik, kurumsal düzenlemeye devlet tarafından Almanya'da başvurulmuştur. Kuşkusuz Bismarck Almanya'sında yaşanan bu durum tesadüfi bir şey değildir. XIX yüzyılın sonunda hızla sanayileşen, işçi sınıfının tepkileri ve sosyalistlerin gelişimi ile karşı karşıya kalan Almanya'da Bismarck, işçileri sistemle bütünleştirip, sosyalistlerden koparmak için sosyal güvenliğe önemli bir sosyal politika aracı olarak başvurdu. Böylece bir yandan emek gücünün yeniden üretimine olanak tanıyan, diğer yandan da işçileri sistemle bütünleştirmeyi kolaylaştıran sosyal sigorta modeli oluşturulmaya başlandı. Sistem 1883-1889 arasında çıkarılan temel yasalar ile biçimlendirildi.

Bismarck Almanya'sında işçilere tanınan bu “hak”, verilen “rüşvet” başlangıçta diğer ülkeler tarafından soğuk karşılandı. Ancak, Almanya'da yaşananlar, sistemin güvencesi olarak bu türden “yumuşatıcıya” ihtiyaç olduğunu gösterdi. Almanya'nın sosyal güvenlik yaklaşımı zamanla benimsenerek yaygınlaşmaya başladı. Bir yumuşatıcı olarak sosyal güvenlik yaygınlaştıkça, işçi sınıfının mücadelesi de yumuşamaya başladı, sistemle birlikte yaşamaya dönük biçimlenmeye başladı. Kuşkusuz bu süreç “demokratikleşme” sürecinin yaşandığı bir zaman dilimidir de. Yine de bir hızlandırıcı gerekiyordu. Rusya'daki Ekim Devrimi 1917 yılında bu görevi üstlendi. İşçi sınıfı adına bir devrim gerçekleştirilmiş olması, ve onun adına bir iktidarın kurulması, kapitalist dünyayı daha dikkatli ve özenli davranmaya itti. Artık, daha kolay sosyal güvenlik gibi yumuşatıcı “hak” ve “rüşvet”e başvurularak rejimler “demokratikleştirilebilirdi”. Kuşkusuz, krizlerin elverdiği ölçüde... Bu nedenle de önce, 1929 bunalımını, ardından faşizmi yaşamak gerekiyordu.

Faşizmin yenildiği, sosyalist sistemin oldukça prestijli çıktığı II. Dünya Savaşı'ndan sonra hem “demokratikleşme”, hem de bunu sağlayan araçlardan biri olan sosyal güvenlik alanında yeni atılımlar yapmak kaçınılmaz olacaktı. Bu nedenle, 1944 yılında Uluslararası Çalışma Örgütü'nün 28. Uluslararası Çalışma Konferansı'nda ilk adım atılacaktı. Bunu 1948 yılında, Birleşmiş Milletler'in İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin 22. maddesindeki her kişinin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu ilkesi izleyecekti. Ardından, 1952 yılında, yukarıda sözünü ettiğimiz, UÇÖ'nün 152 sayılı sözleşmesi ile daha büyük bir adım atılacaktı. Daha geri düzenlemeler içermekle birlikte, daha sonra 1961 yılında imzalanan, ama ancak 1965 yılında yürürlüğe girebilen Avrupa Sosyal Şartı'nda da sosyal güvenliğe gereken değer verilecekti, önemi göz önünde tutularak.

1980'lere kadar “demokratik uzlaşma”nın bir aracı olarak işçi sınıfına korporatist bir takas unsuru olarak tanınan sosyal güvenlik “hakkı” sermaye birikimi üzerinde de olumsuz bir etkide bulunmadığından genişletilerek uygulanmaya çalışıldı. Bu hakkın yaygınlaşmasına bağlı olarak daha demokratik bir düzende yaşadığını düşünen işçi sınıfı, sermaye birikiminde sorunların yaşanmaya başladığı, kârların sıkıştığı, reel ücretlerin verimliliği aştığı bir ortamda ise tam tersi bir durum ile karşılaştı. Kapitalist sistemin ideologları acı gerçeği dile getiriyordu, sosyal güvenlik ekonomi üzerinde önemli bir yük oluşturuyordu, işçi sınıfı da zaten sistem için tehlike oluşturmuyordu, öyleyse sosyal hukuk devletinin bir uygulaması olan sosyal güvenlikte bazı şeyleri hak olmaktan çıkarmakta hiçbir sakınca yoktu. Bir yumuşatıcı olarak “hak” ve “rüşvet”e gerek duyulmaması, aslında demokrasiye de fazla gerek olmadığının dolaylı bir anlatımı idi. Bu nedenle, 1980 sonrası neo-liberal politikaların antidemokratik özellikler taşımasında yadırganacak yan yok. Öyle olduğu için de sosyal devlet, hukuk devleti gibi şeyleri geri plana çekmekte bir sakınca yoktu.

Rakipsiz kaldığını düşünen kapitalist sistem, işçi sınıfının sistemle bütünleştirildiği bir dönemde “demokratik uzlaşma” aracı olan sosyal güvenliğe de bir araç olarak ihtiyaç duymayacaktı. Başta emeklilik hakkı gibi pek çok sosyal güvenlik hakkına yönelik “yeniden gözden” geçirişlerin arkasında yatan temel düşünce de budur. Kuşkusuz, her sınıf kendi çıkarını ön planda tutar. Kapitalist sistemdeki demokrasi de sınıflar arasındaki çıkarların bir tahtaravellide dengeye gelmesi ise, bugün işçi sınıfının bu dengeyi sağlamak için örgütlü olarak daha fazla mücadele etmesi gerekmektedir. Dengenin ötesinde bir talebinin olup olmaması ise mücadelenin boyutlarının kapsamını da belirleyecektir. Bu ise, dün olduğu gibi yarın da bu sistem içinde kalarak, birlikte yaşamayı benimseyip benimsememesi ile doğrudan ilgilidir.

Avrupa Birliği, sosyal güvenlik, normlar ve Türkiye

AB'nin sosyal güvenliği de kapsayan sosyal politikaya yönelik en önemli düzenlemesi 18 Kasım 1961'de hazırlanabilen, AK üyesi 16 devlet temsilcisi tarafından Torino'da imzalanan, 26 Şubat 1965'te yürürlüğe giren, Avrupa Sosyal Şartı'dır(ASŞ). ASŞ'nı, Türkiye 14 Ekim 1989 tarihinde onayladı. Onay, 24 Aralık 1989'da yürürlüğe girdi. ASŞ'nın, Avrupa Sosyal Güvenlik Koduna gönderme yapan 12. maddesine göre, taraf devletler, sosyal güvenliğin tam anlamıyla sağlanması için bir sosyal güvenlik sistemi oluşturmak veya mevcut sistemi korumak; en azından Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (UÇÖ/ILO) 102 sayılı sözleşmesindeki normlara eşit bir sosyal güvenlik sistemini devam ettirmek ve aşamalı olarak sosyal güvenlik sistemlerini daha da üst düzeye çıkarmak yönünde çaba göstermekle yükümlüdürler.

ASŞ'nın koruma altına aldığı haklar arasında yukarıda da belirtildiği gibi sosyal güvenlik hakkı da bulunmaktadır. Ancak, AK'ne üye ülkeler ASŞ'nın hükümlerinin tümünü onaylamak zorunda değildir, nitekim Türkiye, kuruluşunda üye olduğu AK'nin 1961 yılında kabul ettiği bu önemli belgeyi, 28 yıl sonra, listeden seçmeli onay sisteminin verdiği olanaktan yararlanarak, onay için zorunlu olan alt sınırı yalnızca bir madde ya da bir fıkra (paragraf) geçerek onaylamış, toplam 11 madde ya da yarısı zorunlu çekirdek olan 46 fıkra ile kendini bağlı tutmuştur. Türkiye, ASŞ'nın adil çalışma koşullarını düzenleyen 2., güvenlik ve sağlıklı çalışma koşulları hakkını düzenleyen 3., çalışan kadınların korunması hakkını düzenleyen 8., bedensel ya da zihinsel özürlülerin mesleksel eğitim hakkı ve mesleksel ve yeniden uyum hakkını düzenleyen 15. maddeleri ile zorunlu çekirdek sayılan maddelerden, örgütlenme hakkını düzenleyen 5. madde ve toplu pazarlık hakkını düzenleyen 6. maddeye çekince koymuştur. Bu en temel hakların yanı sıra, çalışma hayatı ile ilgili temel hakların kapsamını bir ölçüde genişleten 5 Mayıs 1988 tarihli ASŞ'na Ek Protokolu onaylamadığı gibi 2 Nisan 1996 tarihinde kabul edilip, 1 Temmuz 1999'da yürürlüğe giren Gözden Geçirilmiş ASŞ'nı da imzalamamıştır. Oysa, 2 Nisan 1996 tarihinde Bakanlar Komitesi'nce kabul edilen, 1 Temmuz 1999'da yürürlüğe giren Gözden geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı (GGASŞ) sosyal güvenliği de içeren yeni haklar düzenlemiştir. Öte yandan, 17 Aralık 2004'te AB'den “müzakere tarihi” almış olan Türkiye, Ekim 2004'te onaylanan GGASŞ Anlaşması'nın asker ve polislere sendikal hak verilmesi, çalışanların kendilerine ve ailelerine iyi bir yaşam düzeyi sağlayacak ücret hakkının tanınması gibi önemli maddelere muhalefet şerhi koyarak, AB'yi mistifiye edenleri düş kırıklığına uğratmıştır. Zira, Türkiye'nin uygulamayacağını belirttiği hükümlerin arasında verimlilik artışına bağlı olarak iş saatlerinin azaltılması, çalışanlara en az dört hafta ücretli tatil izni verilmesi de bulunmaktadır. Bu durum, Türkiye'nin AB mevzuatındaki ileri normları ne kadar kendi iç hukukuna taşımak istediğini ortaya koyan önemli bir göstergedir. AB'ye üyelik sürecinin bazı temel hakları kendiliğinden tanınmayacağını ortaya koymaktadır.

Oysa ASŞ'nı onaylamanın temel nedenlerinden bir tanesi de AB'ne giriş başvurusunun yapılmış olması, bu nedenle de sosyal normlarımızın Batı Avrupa sosyal normlarına uygunluk sağlaması zorunluluğu idi. Türkiye, AB'ne giriş aşamasında ASŞ'nı onaylamış görünmektedir, ama çok önemli kimi temel haklar ile ilgili madde ve fıkralara çekince koyarak. Yine, Türkiye, “müzakere tarihi” almasına rağmen, şerhlerini kaldırmamakta, buradaki katı tutumunu sürdürmektedir. Bu yaklaşım da Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecinde sosyal politika, daha dar anlamada sosyal güvenlik alanında işçi sınıfı lehine ne denli olumlu düzenlemeler yapmaya istekli olup olmadığını gösteren en önemli tutumdur.

Hukuki yapısı gereği ASŞ, kişilere bir bireysel koruma sağlamamakta, sadece onaycı devletlerin nesnel yükümlülüğünü düzenlemektedir. Türkiye de yukarıda belirtilen maddelerle ilgili onayın devletlere herhangi bir borç yüklemediğini düşünerek ASŞ'nı onaylamıştır. Bağlayıcılık iki yılda bir rapor sunmaktan ibarettir. Rapor değerlendirmeleri sonucunda ise bir yaptırım yoktur. ASŞ'nın 21-29. maddelerinde düzenlenen denetim mekanizması, rapor sunma temeline dayanmaktadır. Buna göre, her sözleşmeci taraf, ASŞ'nın ikinci bölümündeki kurallardan kabul ettiklerinin uygulanmasına ilişkin bir raporu iki yılda bir Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği'ne göndermekle yükümlüdür. İki yılda bir rapor sunma sistemi 1992'ye değin uygulandı. 1992-1997 arasındaki bir deneme dönemi boyunca, ASŞ'nın belirli maddeleriyle ilgili kısmi rapor sunma yöntemi uygulandı.

Türkiye, ASŞ'nı onaylamasını izleyen on yıl içinde, dönemsel raporlara dayalı sistem çerçevesinde Bağımsız Uzmanlar Komitesi'nce XIII. ve XIV. Denetim dönemlerinde beş kez denetlenmiştir. Türkiye'nin 1992, 1994, 1995 ve 1997 yıllarında ASŞ'nın onayladığı madde ve fıkralara ilişkin raporları Komitece incelenmiştir. Yetersiz bulunan konularda, Komitece sürekli olarak “aşamalı olarak (giderek) daha yüksek (ileri) bir düzeye taşımak için çaba göstermek” önerisi dile getirilmiştir.

AB mevzuatına göre, sosyal güvenlik ile ilgili düzenlemeler kısaca KOBİ olarak da adlandırılmış olan küçük ve orta ölçekli işletmelerde uygulanmayabilecektir. Bu da sosyal güvenliği uygulama alanını daralmaktadır. Örneğin, Türkiye'de bu türden işyerlerinden sayılan özel sektöre ait küçük ve orta ölçekli işyerlerinde çalışanların Çalışma Bakanlığı kayıtlarındaki işçilere oranı yaklaşık dörtte üçtür, ki bu oran Türkiye geneli için de geçerli sayılabilir. En çok ezilen ve en çok korunmaya muhtaç olan işçiler, AB normları açısından hukuksal koruma olanağından yoksun bırakılmaktadır, kuşkusuz sosyal güvenliğin tamamından olmasa bile önemli bir kısmından da yoksun bırakılmaktadırlar.

AB'ye üyelik sürecinin Türkiye'ye olumlu etkileri olacağını ileri sürenlerin yanıt vermesi gereken sorulardan biri de “sosyal güvenlik reformu”na ilişkin düzenlemelerin ileri mi, geri mi düzenlemeler olduğudur. 1999 yılında çalışanların taleplerini gözardı edip, depremi de fırsat bilerek sosyal güvenlikte yapılan yeni düzenleme ilerlemeden çok gerilemeyi göstermektedir. AB'ye üyelik yeni haklar getirip yaşama koşullarını iyileştirecekken, sosyal güvenlikteki yeni düzenleme ile tam tersine neredeyse emekçilerin emekli olma hakları ellerinden alınmış, sağlık olanaklarından yararlanmaları zorlaştırılmıştır. Emeklilik hakkının ediniminde belirleyici olan emeklilik yaşı Türkiye'nin koşulları göz önüne alınmadan, SSK'nın finansman sorununu çözmek ve AB'ye giriş sürecini kolaylaştırmak için yükseltilmiş, böylece emeklilik hakkı neredeyse ortadan kaldırılmıştır.

Hangi yaşın emeklilik yaşı olarak kabul edilmesi gerektiği, insandan insana olduğu kadar, ülkelerin demografik ve sosyal yapılarına, mali güçlerine ve istihdam kaynaklarına göre de değişmektedir. Emeklilik yaşının tespitinde, sigorta sisteminin gerektirdiği kronolojik yöntem benimsenmektedir. Kronolojik yöntemde, emekli yaşının belirlenmesinde dikkate alınan en önemli faktör, genellikle, “doğuştan yaşam umudu” olmaktadır. Ölüm ve yaşama olasılıkları dikkate alınarak hesaplanan ortalama yaşam umudu sağlıklı istatistiki verilere dayandırılırsa anlam kazanmaktadır. Ne var ki, Türkiye pek çok istatistiki veride olduğu gibi, doğuştan yaşam umudu istatistiklerinde de tartışmalı bir konumda bulunmaktadır. Emeklilik yaşı tartışmaları başlamadan önce DPT tarafından Türkiye'deki doğuştan yaşam umudu ortalama olarak kadınlar için 69, erkekler için 65 olarak tespit edilmişken, tartışmalardan sonra 1998 yılı için kadınlarda 71, erkeklerde 66.5 olarak belirlenmiştir. Kuşkusuz, bu veriler de tek başına önemli olmamaktadır. Önemli olan, emekli olanların ortalama yaşam süresidir. Türkiye'de yaşlılık aylığı almakta iken ölenlerin ortalama yaşı 65'tir. Bu nedenle de, emeklilik hakkından yararlanmak açısından emekli olma yaşı çok büyük önem taşımaktadır.

Reform adı altında yapılan düzenlemelere göre, teorik olarak varolan ve kağıt üzerinde kalan emeklilik hakkı, bu son yasal düzenlemeyle ortadan kaldırıldığı gibi, yaşlanan kişilerin çalışma sonrasında dinlenme ve huzurlu bir yaşam sürme hakları da ellerinden alınmıştır. Üstelik, çalışmaya başlama yaşının oldukça düşük olduğu, çocuk yaşta çalışma hayatına katılımın yüksek olduğu bir ülkede, bu, çocukluğu yaşayamamanın yanı sıra, yaşlılığı da yaşayamamak anlamına gelmektedir. Bunların ötesinde çok daha önemli bir şey gerçekleştirilmiştir: İnsanın geleceğe olan güveni ellerinden alınmıştır. Oysa sosyal güvenliğin en önemli amacı bugüne ve geleceğe güvenle bakma olanağını yaratmaktır.

Bugün Genel Sağlık Sigortası adı altında yapılmak istenen düzenlemelerin temel amacı herkese sağlık sigortası sağlamaktan çok, emeklilik hakkını edinmeyi zorlaştırmak ve emeklilik ödentilerini azaltmaktır. Ekteki tablolarda Türkiye'de çalışanların emekliliği hak etmek için çalışma süreleri ve emeklilik sonrası her yıl için çalışmış olduğu sürelere ilişkin veriler değerlendirildiğinde, AB'ye üyelik sürecinde, sosyal güvenlikte, 1999 yılındaki “reform”dan sonra, yapılacak olan bu “reform” ile de pek çok emekçinin emeklilik haklarının budanmaya devam edildiği, adeta “mezarda emekliliğe” davetiye çıkarıldığı anlaşılacaktır.

Sistem, sosyal güvenlik felsefesinin tersine, belirli bir süre çalıştıktan sonra, yaşamın geri kalanını dinlenerek, insanca yaşamak isteyenlerin bu istemlerini kırmayı, onları daha uzun süre çalıştırmayı hedeflemektedir. Ne kadar çok çalışırsan, emekli olunca da o kadar çok emekli ödentisi alırsın üzerine kurulacak bir sistem, insanı insan olarak görmekten çok iktisadi mekanizmanın bir nesnesi olarak görmekten başka bir şey değildir. Böyle olduğu için bu yeni düzenleme ve sistemde insana yer yoktur. Bu sistemde “İyice güçten düşünceye kadar çalışmazsan, emeklilik ödentin de düşük olacaktır, dolayısı ile yaşam standardın da düşecektir” yaklaşımı vardır. Bu da ölünceye kadar, iyice çalışamaz hale gelinceye kadar çalışmazsan yoksullaşacaksın tehdidinden başka bir şey değildir. Herkese sağlık sigortası sağlayacağız illüzyonunun arkasındaki gerçek emekçileri posası çıkıncaya kadar çalıştırmaktır. Kuşkusuz, AB'ye uyum adına! Öte yandan sağlık hizmetlerinin piyasadan alınmasının öngörülmesi sosyal güvenliğin düpedüz piyasalaştırılıp, kâr elde edilecek bir alana dönüştürülmesinden başka bir anlama gelmemektedir. “Ne kadar para o kadar hizmet” yaklaşımının sosyal güvenlik felsefesine oldukça uzak olduğunu belirtmeye gerek var mı? AB'nin oluşum ve Türkiye'nin AB'ye üyelik süreci, sosyal güvenlik açısından, sosyal güvenliğin felsefesinden uzaklaşmaktan başka bir şey değildir. Kuşkusuz, bu işçi sınıfına bir dönem sistemi korumak, düzeni sürdürmek adına teklif edilmiş bir ödüle de artık ihtiyaç duyulmadığı anlamına gelmektedir. Yani, artık AB'nin demokrasicilik oyununa da ihtiyacı kalmamıştır, bu nedenle taraflardan biri olan emekçiler aleyhine düzenlemeler yapmaktan geri kalınmamaktadır.

AB'ye üyelik sürecinde gerçekleştirilmesi zorunlu olduğu belirtilen sosyal güvenlik “reformu” ile sosyal sigortaların finansman sorununun çözülmesi amaçlanırken, çalışanların emekli olma hakkı da elinden alınmıştır. UÇÖ'nün hazırladığı “Sosyal Güvenlik Nihai Rapor”unda bile emeklilik yaşı başlangıç için kadınlarda 53, erkeklerde 55 olarak önerilmesine rağmen (UÇÖ, 1996), emeklilik yaşı kadınlarda 58, erkeklerde 60 olarak belirlenmiştir. Yeni yasal düzenleme ile emekli olma neredeyse imkansızlaştırılırken, emekli olanlar içinse çok kısa bir süre yaşama hakkı tanınmaktadır. Bu haliyle, sosyal güvenlik “reformu”, çalışanların emekli olma hakkını elinden alarak sosyal güvenlik politikalarının amacına, felsefesine de ters bir düzenlemeye gitmiş olmaktadır. Bu ise, AB'ye üyeliğin getireceği haklar ile ilgili düzenlemelerin, hedeflerin tam tersi bir şey olup, pek çok belge ile kabul edilmiş bir hakkın, emekli olma hakkının yokedilmesi anlamına gelmektedir.

Avrupa Birliği, sosyal güvenlik açısından tek bir sisteme, tek bir rejime sahip olmamakla birlikte, koordinasyonun sağlanabilmesi, üye ülkelerin ve üye olacak ülkelerin sosyal güvenlik sistemlerinin belirli standartlara ulaşmış olması gerekmektedir. Bu durumda her ülke, Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (UÇÖ)102 sayılı sözleşmesinde öngörülen tüm sosyal riskleri ve ülke nüfusunun tamamını sosyal güvenlik kapsamına almış olmaları gerekmektedir. Türkiye UÇÖ'nün öngördüğü sosyal risklerden aile yardımları alanında herhangi bir güvence sağlamamışken, işsizlik sigortasını yeni yeni hayata geçirmeğe çalışmaktadır. Öte yandan nüfusun azımsanmayacak bir bölümü (sosyal sigorta açısından yüzde 22'si, sağlık açısından yüzde 40'ı) sosyal güvenlik kapsamının dışındadır. Peki, Avrupa Birliği'ne üyelik kendiliğinden bu eksikliklerin giderilmesine yolaçacak mıdır? Yukarıda da belirtildiği gibi, sosyal güvenlik sistemleri açısından üye ülkelerin ve üye olacak ülkelerin özgür olmaları, kendiliğinden böyle bir gelişmeye neden olmayacaktır. Bu hakların edinimi ve geliştirilmesi, dün olduğu gibi bugün de emekçilerin mücadelesine bağlıdır, Avrupa Birliği'ne üye oluşa bağlı değildir.

Daha önce de belirtildiği gibi AB'ye üye ülkelerde sosyal güvenliğin en önemli konularından biri olan emeklilik ve emeklilik fonlarında uygulamalar ülkeden ülkeye geleneksel farklılıklar göstermektedir. Bu nedenle, son dönemde AB'de sosyal güvenlik sisteminin “geliştirilmesi” ve “modernizasyonu” konusunda çalışmalar yapılması kararlaştırılmıştır. Belirlenmiş olan temel konular ise şöyledir: 1) Sosyal güvenliğin bir üretken etken olarak görülmesi, 2) Sosyal güvenlik sisteminin istihdama katkısı olacak şekilde işletilmesi, 3) AB'de sosyal güvenlik sisteminin yaşanan değişimlere göre adapte edilmesi, 4) Sosyal güvenliğin aile yaşantısını olumlu şekilde etkileyecek şekilde olması, 5) Sosyal güvenliğin, vatandaşların Birlik içinde serbest dolaşımına yardımcı olacak şekilde geliştirilmesi.

“Modernizasyon”dan kasıt yukarıda belirtilen konular itibari ile bakıldığında tam anlaşılmamaktadır. Oysa, kimi yaklaşımlara biraz daha ayrıntılı bakıldığında asıl gerçek de daha iyi anlaşılmaktadır. AB sosyal güvenliğin “özelleştirilmesi”nin kaçınılmaz olduğuna dikkat çekmekte, bu nedenle, zorunlu emeklilik fonlarının yanı sıra ikinci ve üçüncü ayak olarak özel sektöre davetiye çıkarmaktadır. Bu yaklaşım sonucunda, AB'de sosyal güvenlikte birinci ayak olan sosyal güvenliğin payı giderek azalmakta, özel sektörün payı da giderek artmaktadır. Örneğin 1994 yılında Birlik içinde %88.8 olan birinci ayak sosyal güvenliğin payı, bir yıl içinde azalarak, 1995'te %85.8'e gerilemiştir. 1998 yılında ise bu oran %83.5'e düşmüştür. Hedef ise %64'tü! Hedef ile gerçekleşene bakıldığında, şimdilik sosyal güvenliğin ikinci ve üçüncü ayak emeklilik sistemi açısından istenilen düzeye ulaştırılamadığı anlaşılmaktadır. Ancak, hedefler AB'nin sosyal güvenlikte özelleştirmeyi açıkça tercih ettiğini göstermektedir. AB'nin yönü bellidir: özelleştirme. 1985 yılından itibaren Danimarka ve Hollanda dışındaki tüm AB üye ülkelerinin özelleştirme yönünde emeklilik “reformu” gerçekleştirmiş olmaları ise bu gerçeği daha da pekiştirmektedir. Bu “reformlar”, temel olarak emeklilik sisteminde kamunun payını ve ağırlığını azaltmayı amaçlamakta, özel emeklilik fonlarını teşvik etmektedir. Sosyal güvenliğin bu alanda özelleştirmesinin sakıncası var mıdır? Evet. Bu sakıncalar kısaca şöyle özetlenebilir: 1) Hak kazanma süresi oldukça uzundur, 2) Sigorta miktarı ülkeden ülkeye değişmekte ve genellikle yüksek olmaktadır, 3) Kadın-erkek arasında eşitliği tehdit etmektedir, 4) Yatırım riski yüksektir, 5) Enflasyondan etkilenme riski oldukça yüksektir ve enflasyonun olumsuz etkilerine karşı bir garanti yoktur, 6) Yatırım getirileri önerilenin gerisinde kalabilmekte, beklentileri karşılayamamaktadır.

İkinci ayak emeklilik olarak dillendirilen bu sosyal güvenlik anlayışının neden tercih edildiğini anlamak için, burada biriken fonların nasıl değerlendirildiğine bakmak gerekir. Varlıklar itibari ile bakıldığında hisse senedine yatırılan pay Belçika'da %36, Danimarka'da %22, İrlanda'da %55, İtalya ve Fransa'da %14, Hollanda'da %30, İngiltere'de %80, İsveç'te 32'dir. Ülkeden ülkeye değişmekle birlikte yabancı varlıkların oranı da gözardı edilmeyecek kadar önemlidir: İngiltere'de %30, İsveç'te %12, Hollanda'da %25.

İkinci ayak emeklilik fonlarının yanı sıra bir de üçüncü ayak emeklilik fonları AB'ce teşvik edilmektedir, gelişen pazarın önemli bir bölümü olarak. İngiltere, Hollanda, Danimarka ve İrlanda gibi ülkelerde oldukça gelişmiş olan üçüncü ayak emeklilik Fransa'da da yeni düzenlemeler ile kendine bir Pazar payı edinmeğe çalışmaktadır. İkinci ve üçüncü ayak emeklilik adı altında AB'de teşvik edilen ve giderek yaygınlaşan sosyal güvenlik, artık parası olanın bu haklardan yararlanabileceği alanlara dönüştürülmektedir. Türkiye'de de 2003 yılında Bireysel Emeklilik Sistemi'nin (BES) yasalaştırılması AB'ye üyelik sürecinin bir parçasıdır. AB'de olduğu gibi, Türkiye'de de BES türü düzenlemeler özel sigortayı teşvik etmektedir. Peki niçin? Bu sorunun yanıtını da, son söz olarak, bu türden “tasarruf sandıklarını” değerlendiren Marx'a bırakalım: “Tasarruf sandığı, öyle bir altın zincirdir ki, hükümet, onunla, işçilerin büyük bir bölümünü elinde tutar. İşçiler bu yolla yalnızca koşulların sürdürülmesinde yarar bulmazlar. Yalnızca, işçi sınıfının tasarruf sandıklarına katılan bölümü ile bu sandıklara katılmayan bölümü arasında bir bölünme meydana gelmekle kalmaz. İşçiler böylece, kendilerini ezen varolan toplumsal düzenin korunmasına yarayacak silahları, kendi düşmanlarının eline teslim etmiş olurlar. Para, ulusal bankaya geri akar, banka parayı yeniden kapitalistlere ödünç verir ve her ikisi karı paylaşırlar, ve böylece, halkın kendilerine düşük bir faiz ile verdiği -ve ancak bu merkezileşme sayesinde güçlü bir sanayi kaldıracı olabilen- paranın yardımıyla sermayelerini ve halk üzerindeki doğrudan egemenliklerini artırırlar” (Marx, 1992).

Kaynakça

Marx, K. (1992), Ücretli Emek ve Sermaye, Ücret, Fiyat ve Kâr, (Çeviren: Sevim Belli), Sol Yayınları: Ankara, 1992.

EK

Tablo 1: Seçilmiş Ülkelere Göre Emekli Olmak İçin Çalışılan Toplam Süre (1995 Yılı)

Ülke

Yıllık Normal Çalışma Süresi (saat)

Ortalama Çalışma Süresi (Yıl)

Emeklilik Yaşı-İşe Başlama Yaşı

Emekli Oluncaya Kadar Çalışılan Toplam Süre (saat)

ABD

1.952

65-18= 47

91.744

İsveç

1.544

65-18= 47

72.568

İngiltere*

1.735

65-18= 47

81.545

Almanya

1.559

65-18= 47

73.273

Fransa

1.631

60-18= 42

68.502

İtalya*

1.764

60-18= 42

74.088

Türkiye*

2.250

60-18= 42

94.500

KAYNAK: OECD, Employment Outlook June 1996, Paris, 1996; Oğuz OYAN, “Emeklilik Yaşında Dayatmalar”, Türk-İş Dergisi, Sayı 333, Mart-Haziran 1999'daki Tablo 3'ten yararlanılarak düzenlenmiştir.

*) Emeklilik yaşında sadece en yüksek olan erkek yaşı dikkate alınmıştır.

Tablo 2: Emeklilik Sonrası Her Yıl İçin Çalışılan Süre (Saat)

Ülke

Doğuştan Yaşam Umudu (yıl)

Emeklilik Yaşı Sınırı

Emeklilik Sonrası Yaşam Süresi (yıl)

Emeklilik İçin Toplam Çalışma Süresi (saat)

Her Emeklilik Sonrası Yıl İçin Çalışılan Süre (saat)

İngiltere

76

65

11

81.544

7.413

Almanya

77

65

12

73.273

6.106

Fransa

78

60

18

68.502

3.805

Türkiye

67

60

7

94.500

13.500

KAYNAK: Dünya Bankası, World Development Report 1996 ve Tablo 1'deki verilerden yararlanılarak düzenlenmiştir.