21Ocak 2006 Sayı: 2006/02 (02)
  Kızıl Bayrak'tan
  Çok yönlü bir hazırlıkla karşılanması gereken bir dönemecin eşiğindeyiz
  Ordu kontrgerilla olarak inkar ettiğini Özel Harp Dairesi olarak savunuyor
  Devlet için kurşun atan Ağca serbest bırakıldı
  Kuş gribi yayılıyor...
İnsan ölümleri umurlarında değil
Neler anlatır kısa hikayeler... Suçlu kim!
  Devlet hastanelerinin alacakları silindi
TEKEL’de tasfiyeye karşı direniş!
  Tekel işçileriyle konuştuk... “Bedel ödemeden kazanamayız!
  Avrupa Birliği, sosyal güvenlik ve işçi
sınıfı: Dünden bugüne / Yüksel Akkaya
  2005 yılında sınıf hareketi-1: Alınan yenilgiler, büyüyen ihanet ve filizlenen çıkış arayışları (Orta sayfa)
  Kurultaylara çağrı
  Ümraniye İşçi Kurultayı
Sonuç Bildirgesi
  Amerikan İşbirlikçileri İran Cumhurbaşkanı’nın Ankara’ya gelmesini
engelleyecek formül arıyor.
  Alman emperyalizmi de emperyalist savaşın suç ortağı!
  Filistin genel seçimleri 25 Ocak’ta yapılıyor
  Kanlı tiranlar geçici,
direnen halklar kalıcıdır!
  Berlin’de kitlesel Rosa Luxemburg ve
Karl Liebknecht anması
  Devrim Okulu 13-17 Aralık tarihlerinde gerçekleştirildi...
  Bültenlerden...
  Yeni bir dünya hedeflenmeden
yeni bir kültür yaratılamaz!
  Devrimci veDemokratik Yapılar Arası Diyalog ve Çözüm Platformu’nun
açıklaması
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

2005 yılında sınıf hareketi-1

Alınan yenilgiler, büyüyen ihanet ve filizlenen çıkış arayışları

2005 yılına girildiğinde sınıf hareketinin gündeminde iki temel konu vardı. Bunlardan birincisi, sermayenin önceki yıllarda da uyguladığı fakat yeni yılda yeni boyutlar kazandırmaya hazırlandığı İMF-TÜSİAD patentli saldırı ve yıkım politikalarıydı. Bunu tamamlayan öteki temel gündemi ise bu büyük saldırıya karşı mücadeleyle ilgili sorunlardı.

2004 yılında özelleştirme saldırısında epeyce mesafe alan sermaye sınıfı, 2005 yılı başından itibaren elde kalan büyük KİT'lerin de yağmaya açılabilmesi için ciddi bir hazırlık içindeydi. Bu çerçevede hemen hemen büyük KİT'ler için özelleştirme takvimleri açıklanmış, ihaleler açılmıştı. Gene sermaye 2004 yılının son aylarında SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı'na devri için hazırlıklarını büyük ölçüde tamamlamış fakat bununla ilgili yasaların çıkartılmasını çeşitli nedenlerden dolayı Ocak ayına bırakmıştı. 2005 yılına bu kararlılık ve hazırlıklarla giren sermaye, daha Ocak ayının ilk günlerinde hızla harekete geçti.

SSK hastaneleri Sağlık Bakanlığı'na devredildi

İlk büyük saldırı sosyal güvenlik alanında yaşandı. Hükümet, 4 Ocak (2005) günü aldığı bir kararla, daha önce askıya aldığı SSK hastanelerinin devriyle ilgili yasayı meclise gönderdi. Taslak hemen bir gün sonra, yani 5 Ocak'ta görüşülmeye başlandı.

Sermayenin bu hamlesine karşı işçi sınıfı cephesinden cılız protestolar dışında bir ses yükselmedi. 20 Kasım 2004 mitinginden sonra SSK hastanelerinin devri konusunu bir kenara bırakan, daha ziyade kendi iç sorunlarıyla boğuşan Emek Platformu'nun, yasanın meclise sevkedildiği 5 Ocak günü toplanıp eylem kararı alması, saldırıyı engellemekten ziyade durumu kurtarmaya dönük bir davranıştı. Nitekim EP toplantısından Şubat ayında eylem yapma kararı çıktı. Daha önce alınan, yasa meclise sevkedildiğinde iş bırakma yönündeki karar ise uygulanmadı. 6 Ocak'ta ilk lokal protesto eylemlerinin yapıldığı saatlerde yasanın büyük bölümü mecliste görüşülüp kabul edilmişti bile. Meclis yasa üzerindeki görüşmelerini o gün akşam saatlerinde tamamladı.

Emek Platformu'nun karar altına aldığı “Genel uyarı” eylemi 16 Şubat günü gerçekleştirildi. En büyük kentlerde bile eylemlere katılan işçi ve emekçilerin sayısı 3-5 bini geçmedi. İş bırakmalar ise birkaç kentte ve esas olarak SSK hastanelerinde gerçekleştirildi. Türkiye genelinde eylemlere 50 ya da 60 bin kişi katıldı. Bu büyük bir zayıflık tablosunu anlatıyordu. 16 Şubat eylemi, Emek Platformu'nun ve ona hükmeden sendikal ihanet çetelerinin sınıf içerisinde hemen hiçbir inandırıcılıklarının kalmadığını, bu anlamda aralarındaki kopuşmanın giderek derinleştiğini ortaya koydu.

Elbette bu başarısız eylem tablosu sermayeyi ve hizmetindeki iktidarı daha da cesaretlendirdi. Eylemden sadece bir gün sonra Anayasa Mahkemesi'nin SSK hastanelerinin devrine imkan sağlayan yasaya onay vermesi de bunu gösteriyordu.

SEKA'da saldırı ve direniş

Sermaye özelleştirme konusunda da boş durmuyordu. Hedefte öncelikli olarak SEKA vardı. Aslında SEKA çoktandır özelleştirme saldırısının hedefi durumundaydı. Süreç içinde kuruma bağlı birçok fabrika kapatılmış ya da satılmıştı. 2004 yılının sonlarına doğru bu kez gözünü SEKA İzmit işletmesine diken hükümet, bu işletmenin de 27 Ocak'ta kapatılmasına karar vermişti. İzmit İşletmesi'nde üretim ise 1 Ocak 2005 tarihinde durdurulmuştu.

SEKA İzmit işletmesi işçileri geçmişte fabrikalarına kararlılıkla sahip çıkmışlardı. Bir kez daha direniş yolunu seçtiler ve fabrikalarının kapatılmak istenmesine karşı 2004 yılının son günlerinden itibaren pek çok eylem ve etkinlik örgütlediler. 8 Ocak (2005) günü İzmit'te büyük bir miting gerçekleştirdiler. 19 Ocak gününden itibaren ise 734 işçi fabrikayı işgal etti, fabrikada yatıp kalkmaya başladı. İşgal eylemine işçilerin aileleri ve Kocaeli halkı çeşitli eylemlerle yoğun destek sundu. İşçilerin yaptığı eylemlere halk bir dakikalık ışık söndürme eylemleriyle destek verdi. AKP il binasına yüründü, hükümet protesto edildi vb. Sendikal ihanet çeteleri ve Emek Platformu ise başlangıç döneminde SEKA direnişini sessizce seyretti, birleşik mücadelenin örgütlenmesi yönündeki bütün çağrı ve çabaları karşılıksız bıraktı.

SEKA işçilerinin bu kararlı tutumu, sermayenin özelleştirme saldırısına verilmiş tok bir yanıttı. Kısa zaman içerisinde de direniş fabrikanın dar sınırlarını aştı, ülkenin her yanında işçi ve emekçilerin gündemine girdi. “SEKA gibi direnmek!” şiarı özelleştirmeyle karşı karşıya olan bütün işçilerin eylem sloganı haline gelmeye başladı. Özellikle özelleştirilme gündemindeki bir başka KİT olan TEKEL'de çalışan işçiler, “SEKA kıvılcım, TEKEL ateş olacak!” şiarı ile oldukça etkili eylem ve protestolar gerçekleştirdiler.

Elbette ki sermaye SEKA'da karşı karşıya kaldığı bu dirençten fazlasıyla hoşnutsuzdu. Çeşitli yalan ve spekülasyonlarla SEKA işçisinin direnişi kırılmaya, direnişçiler yalnızlaştırılmaya çalışıldı. Fakat bütün bu taktikler beklenen sonuçları vermedi. İş bir kez daha sermayenin işçi sınıfı içindeki ajanlarına düşmüştü. Haftalar boyunca direnişi uzaktan seyreden ve en ufak bir desteğe dahi yanaşmayan Türk-İş yönetimi, önce hem SEKA'ya destek yönündeki basıncı göğüslemek hem de inisiyatif kazanmak için 4 Mart genel eylemini örgütledi. 4 Mart genel eylemi esas olarak özelleştirme saldırısının hedefindeki işyerlerindeki işçiler tarafından sahiplenildi ve uygulandı. Diğer işyerlerindeki destek eylemleri oldukça sembolik biçim ve ölçülerde kaldı. SEKA direnişine dönük sempati çok daha yaygın olmasına rağmen eylemin bu sınırlarda kalması bir bakıma Türk-İş yönetiminin işçiler nezdinde bir inandırıcılığının kalmadığını göstermekteydi. Fakat ne ölçüde hayata geçirilmiş olursa olsun, esasta sınıf içerisindeki birleşik mücadele istek ve ihtiyacını yansıtan 4 Mart eyleminin bir başka önemli sonucu, Türk-İş yönetiminin SEKA konusunda inisiyatif kazanmasıydı. Daha önce fabrikaya dahi gelmeye yüzü olmayan, geldiklerinde de sert şekilde protesto edilen konfederasyon yöneticileri, bu eylem sayesinde direnişin akıbeti konusunda söz söyleme fırsatı yakalamışlardı.

Zaman bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirdiklerini gösterdi. Selüloz-İş yöneticilerini ve işyeri temsilcilerini görüşmeler için Ankara'ya çağıran Türk-İş yönetimi onlar üzerinde bunaltıcı bir baskının kurulmasını sağladı. Sonuçta da görüşmeler hükümetin işçileri belediyede istihdam etme teklifinin oylamaya sunulması yönünde anlaşmayla sonuçlandı. İşçilerin büyük bir baskı altında olduğu oylama sonucunda SEKA direnişinin bittiği ilan edildi.

SEKA işçilerinin yükselttiği direniş bayrağının artık TEKEL işçileri tarafından taşınacağı görülüyordu. Fakat TEKEL'e ilişkin özelleştirme ihalesinin takip eden haftalar içinde bir iki kez ertelendikten sonra iptal edilmesiyle bu durum da ortadan kalktı. Sermayenin TEKEL'de blok satış yerine daha uzun vadeli bir bitirme ve tasfiye operasyonuna girişmesiyle TEKEL'deki mücadele süreci de o gün için soğumaya bırakılmış oldu.

“Güvencesiz çalışmaya, geleceksiz yaşamaya hayır!” sempozyumu

2005'in ilk günleri sadece sermayenin saldırılarına ve sendikal ihanet sayesinde bu saldırıların pervasız biçimde hayata geçirilmesine tanıklık etmiyordu şüphesiz. Başta sınıf devrimcileri olmak üzere mücadeleden yana güçler de saldırılara karşı sınıfın direnme kapasitesini yükseltmek, mücadele potansiyelini harekete geçirmek için kendi güçleri ölçüsünde çaba içerisindeydiler. Bağımsız Devrimci Sınıf Plaformu, Ocak ayının ilk günlerinde bir çağrı metni yayınlayarak “Güvencesiz çalışmaya, geleceksiz yaşamaya hayır!” şiarıyla bir kampanya başlattığını ilan ediyor ve 13 Şubat'ta düzenlenecek bir sempozyumun çağrısını yapıyordu. BDSP'nin konuyla ilgili çağrı metninde kampanya ve sempozyum şu şekilde gerekçelendiriliyordu:

“Mevcut sendikal hareket, gelinen noktada sınıfın sermayeye karşı mücadelesini örgütleme hedef, niyet ve yeteneğinden yoksun olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Bazı sendikaların ya da şubelerin yer yer daha ileriden tutum almaları, sendikal hareketin genel tablosunu değiştirmemektedir. O halde sınıf hareketinin yenilenme ihtiyacı sendikaları da kapsamak zorundadır. Bu tablo karşısında sınıfın ileri ve öncü kesimlerine, emekten yana güçlere her zamankinden daha büyük bir sorumluluk düşmektedir. Bu sorumluluk gereği Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP) olarak ‘İşçiler ve emekçiler sermayenin sosyal yıkım saldırılarına karşı örgütlenme ve mücadele sorunlarını tartışıyor' başlıklı bir sempozyum örgütlemeye karar verdik...”

Yoğun bir hazırlık sürecinden sonra sözkonusu sempozyum 13 Şubat tarihinde başarıyla gerçekleştirildi. Çeşitli fabrika ve işkollarından biraraya gelen yüzlerce devrimci ve öncü işçi sınıf hareketinin sorunlarını tartıştılar ve deneyimlerini irdelediler. Sempozyuma BDSP tarafından sunulan metinde; “Sınıf hareketi köklü bir yenilenme yaşamak durumundadır. Bugün gündemde olan ve tarihsel önem taşıyan saldırıların püskürtülebilmesi, saldırıların hedefi olan işçi ve emekçilerin silkinip ayağa kalkmasına, örgütlü, birleşik bir mücadele yürütmesine bağlıdır. Sınıf hareketinin üzerindeki ölü toprağını atması, siyasal bir sınıf hareketinin yaratılmasına bağlıdır. Sendikaların içinde bulunduğu tablo bu yenilenmenin sendikaları da kapsaması gerektiğini göstermektedir. Sendikalar sermayenin denetim araçları olmaktan çıkartılmalı, yeniden gerçek işlevine kavuşturulmalı, işçi ve emekçilerin mücadelesine hizmet etmelidir” denilerek, devrimci bir sınıf hareketinin yaratılması ihtiyacı vurgulanıyordu. Sempozyuma sunulan diğer metinler ve yapılan konuşmalar da sınıf hareketinin karşı karşıya olduğu sorunların kalıcı ve gerçek çözümünün devrimci bir sınıf hareketinin yaratılmasından geçtiği fikri etrafında ortaklaşıyordu.

8 Mart reformist bataklıktan çıkartıldı

Sermayenin sınıfa ve devrime ait değerlerin içini boşaltmak için her alanda hummalı bir çaba içinde olduğu tartışmasızdır. Sermaye ile işçi sınıfı arasında bu alanda da kesintisiz bir mücadele yaşanmaktadır. Ve bilindiği gibi 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü de sermayenin açık ya da sinsi saldırılarına hedef olan değerlerden biridir.

Son yıllarda özellikle İstanbul'da gerçekleştirilen mitingler yoluyla 8 Mart adeta sınıfa ait bir devrimci mücadele günü olmaktan çıkarılmış durumdaydı. Bazı feminist çevreler, onlarla işbirliği halindeki reformistler ve her alanda olduğu gibi bu alanda da kuyrukçuluğu çizgi haline getiren bazı tutarsız küçük burjuva çevreler sayesinde 8 Mart mitingleri erkeklerin, hatta kadın ya da erkek farkı gözetmeksizin tüm devrimcilerin dışlandığı karnaval alanlarına dönüştürülmüştü. 8 Mart'ın tarihe yazılmasındaki temel unsur olan emekçi kadınların taleplerinin yerine sınıfsal ayrımlardan arındırılmış “kadın” sorunu ve buna bağlı talepler ikame edilmeye çalışılmaktaydı. 8 Mart, feministler, reformistler ve kuyrukçu çevrelerin tutumlarından dolayı, resmi ideoloji ile uyumlu ve burjuva ideolojisinin alanın dört bir yanına sindiği bir “Dünya Kadınlar Günü”ne dönüştürülmek isteniyordu.

8 Mart'ın sınıfsal ve devrimci özüne sahip çıkan, onu tarihsel özüne uygun bir biçimde kutlamayı bir sorumluluk sayan devrimci gruplar, feminist ve reformist çevrelerle ideolojik ve politik planda varolan ayrılığı 2005 yılında pratiğe taşıdılar. Yaklaşık 1.5 ay önceden başlatılan tartışma ve hazırlıklar sonucunda bu çevrelerden bir kopuşma yaşandı. Devrimci güçler tarafından 6 Mart Beyazıt mitingi örgütlendi. Mitinge katılanlar, tam da AB'den parlamenterlerin Türkiye'de bulunduğu, demokrasi ve insan hakları nutuklarının atıldığı gün, sermayenin kolluk güçlerinin azgınca saldırısıyla karşılaştılar. Devrimci 8 Mart kutlamaları gündeme damgasını vurmakla kalmadı, sermayenin demokrasi maskesinin de bir kez daha düşmesini sağladı.

Sınıf devrimcileri bu süreç içerisinde aktif biçimde yer aldılar. Komünistler Kızıl Bayrak'ın 12 Mart tarihli sayısında, yaşanan ayrışmayı ve Beyazıt mitingini “2005 Beyazıt 8 Mart'ı devrim mücadelesi ve devrimci hareket için politik bir kazanım olmuştur. Öncelikle 8 Mart'ın içinin boşaltılmaya çalışıldığı bir dönemde, onun sınıfsal özüne yapılan vurgu, ideolojik bir yaklaşım ve politik bir tutum olma sınırlarını aşmış, pratik bir eylemlilik süreciyle somutlanabilmiştir. Yine bu vesileyle, reformistlerle ideolojik uzlaşmazlıklar bu pratik sürecin içinde tüm açıklığıyla sergilenmiş, ayrışma ile reformizm güçlü bir biçimde mahkum edilmiştir” sözleriyle değerlendirdiler.

Yaygın ve kitlesel 1 Mayıs gösterileri

Yılın daha ilk aylarında gelişen saldırılar ve sendikal konfederasyonlar planında yaşanan büyük ihanet, sınıf hareketine devrimci politik müdahaleyi daha da önemli ve acil bir görev haline getirmişti. 1 Mayıs bu konuda bir imkan olarak değerlendirilebilirdi. Bu bakış açısından hareketle sınıf devrimcileri daha Mart ayı ortalarında bu konuyu kendi gündemlerine aldılar ve “Birleşik, kitlesel ve devrimci bir 1 Mayıs için ileri!” şiarıyla bir çağrıya konu ettiler. Kızıl Bayrak'ın 26 Mart (2005) tarihli sayısında aşağıdaki satırların da yeraldığı, konunun önemine değinen bir değerlendirme yayınlandı: “İşçi sınıfı ve emekçi yığınların, sermayenin karşısına birleşik bir güç, militan, yaygın eylemler ve bir mücadele kararlılığıyla çıkmayı başarması, devrimci önderlik ihtiyacının karşılanmasına bağlıdır. Bu görevin güncel plandaki anlamı ve karşılığı, sınıfa güçlü bir devrimci siyasal müdahaledir. (...) Bugün bu görevin temel gereklerinden ilki, içi boşaltılan 1 Mayıs'ın tarihsel mirasını kararlı biçimde savunmak ve karartılmaya çalışılan devrimci sınıf içeriğine aynı kararlılıkla sahip çıkmaktır...”

Sınıf devrimcilerinin bu konudaki çaba ve çağrıları karşılıksız kalmadı. SEKA ile dayanışma ve 8 Mart'tan sonra devrimci güçler bu kez 1 Mayıs gündemi üzerinden güçlerini birleştirdiler. Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu, Demokratik Haklar Platformu, Devrimci Hareket, Devrimci Mücadele, Haklar ve Özgürlükler Cephesi, Halk Kültür Merkezleri, Emekçi Hareket Partisi, Kaldıraç ve Partizan tarafından İstanbul'da “Devrimci 1 Mayıs Platformu” kuruldu. Platformun 31 Mart tarihli ve “Birleşik, kitlesel, devrimci 1 Mayıs için ileri!” başlıklı açıklamasında “İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele, dayanışma günü 1 Mayıs yaklaşmaktadır. Özelleştirmelere hız verildiği, işsizliğin, açlığın, yoksulluğun kitlesel boyutlara ulaştığı, emperyalist saldırganlığın dizginlerinden boşaldığı bir dönemde, bu saldırılara karşı birleşik, kitlesel, devrimci 1 Mayıs'ın örgütlenmesi için” biraraya gelindiği ifade ediliyordu. Metinde, İstanbul'daki 1 Mayıs kutlamalarının Taksim'de yapılması gerektiğine özel bir vurgu yapılmıştı.

Düzenin 1 Mayıs'ı Çağlayan'a hapsetme politikası bir önceki yıl kırılmış, fakat sendikal ihanet çetelerinin tutumları nedeniyle İstanbul'da 1 Mayıs kutlamaları ikiye bölünmüştü. Platform hem Çağlayan'a geri dönüş ihtimalini ortadan kaldırarak bir önceki yılın kazanımını perçinlemek, hem de işçi ve emekçileri en kitlesel biçimde alanlara taşımak için çaba gösterdi. Çaba ve girişimlerin bir boyutu da Taksim'in yeniden kazanılmasına dönüktü. Platform, 1 Mayıs'ın öngünlerinde sendika bürokrasisi ve reformist ve liberal cenah üzerinde ciddi bir basınç yarattı. Kutlamaların oldu bittiye getirilmesinin, devrimcilerin yok sayılmasının önüne geçildi. Bayrak provokasyonuyla yaratılan gerici-şovenist rüzgarın önüne bir barikat çekilmesinde de oldukça önemli bir rol oynadı.

Fakat platformun Taksim konusunda gösterdiği çaba yeterli olmadı. Sendikalar ve kitle örgütlerinden oluşan platform biraz da bu basınçtan kurtulmak için erken bir tarihte Kadıköy için başvuruda bulundu. Ve neticede kutlamalar Kadıköy'de yapıldı.

2005 yılında 1 Mayıs kutlamaları hem dünyada hem de Türkiye'de yaygın ve kitlesel gösterilerle kutlandı. İşçi ve emekçiler her yerde alanlara çıktılar, sömürücü zorbalara ve emperyalist barbarlara karşı öfke ve tepkilerini haykırdılar.

Türkiye en kitlesel kutlamaların yapıldığı ülkeler arasında yeraldı. 2005 1 Mayıs'ı, kitlesellik ve yaygınlık bakımından yeni bir düzeyin ifadesi oldu. Toplamda 200 bini aşkın bir katılımla 46 yerde miting ve eylemler düzenlendi. İstanbul'daki kutlamalara 60 bin kişi katıldı. Yıllardır 1 Mayıs yasağının uygulandığı Diyarbakır'da, 33 yıl sonra Bartın'da ve ilk kez Ağrı, Mardin ve Bingöl'de emekçiler alanlara çıktılar. Sermayenin saldırılarının pervasızca sürdüğü, şovenist histeri dalgasının tırmandırıldığı, yasak ve baskıların sürdüğü bir dönemde, hem bu yaygınlık ve kitlesellik, hem kızıl bayrakların alanlara rengini vermesi, sınıfsal ve ulusal özgürlük ve taleplerin, devrimci şiarların yaygınca haykırılması ayrıca önemliydi. İşçi sınıfının katılım düzeyinin düşüklüğü ise 1 Mayıs kutlamalarının zayıf yönünü ve asıl problemi gösteriyordu.

Seydişehir direnişi: Özelleştirme saldırısına militan yanıt

Sermayenin 2005 özelleştirme programının önemli parçalarından biri de Konya'nın Seydişehir ilçesindeki Alüminyum tesisleriydi. Özelleştirme İdaresi Seydişehir Alüminyum'un blok olarak satışı için açtığı ihalede son teklif verme tarihinin 10 Haziran olduğu açıklanmıştı.

İşçiler ve Seydişehir halkı aylardan bu yana özelleştirmeye karşı mücadeleye hazırlanıyorlardı. Nitekim fabrikayı gezmek isteyen yağmacı şirket temsilcileri, işçiler ve aileleri tarafından 20 Mayıs'ta yapılan eylemler sonucu fabrikaya sokulmadı. Fakat asıl büyük çatışma üç gün sonra, 33 şirket yetkilisinin topluca Seydişehir'e geldiği Mayıs'ta yaşandı.

İşçilerin planına göre 23 Mayıs'ta işçiler fabrika içinde ve önünde firma yetkililerini içeri sokmamak için hazır bulunacaklar, esnaf da işçilere destek için o gün kepenk kapatacaktı. Ayrıca o gün bir günlüğüne çocuklar okula gönderilmeyecekti.

Tabii sermaye de bu arada boş durmuyordu. Özelleştirmeci firma temsilcilerinin fabrikalara rahatlıkla girip çıkmasını sağlamak için polis ve jandarma seferber edildi. 23 Mayıs sabahı işletmenin önü 1500 polis ve 4 bin jandarma tarafından ablukaya alındı. Gündüz ve gece vardiyalarındaki 1500 işçi fabrika içerisinde biraraya gelerek tıpkı SEKA işçilerinden öğrendikleri gibi kapıları kaynakladılar ve direnişe geçtiler.

Özelleştirmeci şirket temsilcileri polis koruması altında fabrika önüne geldiklerinde dışarıdaki az sayıda işçi ile işçi yakınları büyük bir kararlılıkla polis barikatlarına yüklendiler. İlk barikat aşıldı. Fakat ilk barikatı aşıp yürüyüşe geçenlerin üzerine polis azgınca saldırdı. Saldırı direnme kararlılığını yok edemedi. Bayılanlar, yaralananlar olmasına rağmen polise taşlarla karşı koydular. Direnişçiler “Her yer Eti, her yer direniş!” sloganlarıyla öfke ve tepkilerini dile getirdiler.

Asıl büyük çatışma ve direniş ise fabrika içerisinde yaşandı. Polis, ölümüne bir kararlılıkla direnen işçilerin üzerine biber gazı ve gözyaşartıcı bomba yağdırdı, ardından da coplarla saldırdı. İşçilerin yanıtı da aynı şekilde sert oldu. Çatışmada 33 polis ve 48 işçi çeşitli yerlerinden yaralandılar. İşçilerin direnişi başarıyla sonuçlandı. 13 bölümden sadece ikisine girebilen, bunlardan birinde de (haddehane) sert bir direnişle karşılaşan şirket temsilcileri arkalarına bile bakmadan fabrikayı terkettiler.

Seydişehir işçilerinin bu militan ve kararlı tepkisi, unutulmaya yüz tutan özelleştirme konusunu bir kez daha sınıf hareketinin gündemine taşıdı. Seydişehir işçileri bu kararlılıklarını özelleştirme sürecinin sonuna kadar korudular, 10 Haziran'da Ankara'da kitlesel bir miting yaptılar, kendi ilçelerinde ve fabrikalarında ise pek çok eylem gerçekleştirdiler. Fakat özelleştirme karşıtı mücadelenin birleşik bir karakterden yoksun olması onların da belini büküyor, yapılan eylemler sermayeye geri adım attırmaya, özelleştirme planlarını iptal ettirmeye yetmiyordu.

Nitekim Seydişehir'in özelleştirilmesiyle ilgili süreç hızla işletildi. 10 Haziran'da teklifler alındı. 27 Temmuz'da Özelleştirme Yüksek Kurulu'nun da onay vermesiyle bütün işlemler tamamlanmış, sıra Seydişehir Alüminyum tesislerinin ihaleyi 305 milyon dolarla kazanan ve AKP'lilere yakınlığıyla bilinen yağmacı CE-KA şirketine devredilmesine gelmişti.

Artık bu işi bitirdiklerini düşünen yağmacılar 29 Temmuz akşamı zafer kazanmış komutan havalarında Seydişehir'e gittiklerinde hiç ummadıkları bir “karşılama töreni”nin ortasına düştüler. Yağmacıların hesabı, henüz pes etmeyen işçiler ve Seydişehir halkı tarafından bir kez daha bozuldu. Akşam saatlerinde yağmacı şirket temsilcilerinin bulunduğu sosyal tesisler önünde toplanan öfke dolu yüzlerce işçi “Seydişehir CE-KA'ya mezar olacak!” sloganlarıyla harekete geçtiler. Sosyal tesislerin giriş kapısını parçalayıp içeri girdiler. Kendilerine engel olmaya çalışan kolluk güçlerini militanca çatışarak aştılar. Yağmacı şirkete ait araçları ateşe verdiler, sosyal tesis binalarını taş yağmuruna tuttular. Taş yağmurlarından fabrika müdürünün lojmanı da nasibini aldı. İşçilerin öfkesinden korkan AKP milletvekili apar topar ve gizlice Seydişehir'den kaçtı.

Sermaye sözcüleri, Seydişehir'de yaşanan olayları dışardan gelenlerin provokasyonu gibi sunmaya çalıştılar. Bu iddiaları yalanlayan sendika şube başkanı Muharrem Oğuz, “Bazılarının iddia ettiği gibi, dışardan gelen radikal bir grup ya da provokatör yok. Eylemleri yapan, işçi ve yakınlarıdır” diye konuştu.

Arkası sendikal ihanet nedeniyle getirilememiş olsa da Seydişehir işçilerinin 29 Temmuz eylemi sınıf hareketinin yakın dönemi içerisinde önemli bir yere sahiptir. Zira Seydişehir işçileri bu eylemleriyle, kendilerine dayatılan yasal cendereyi parçalamış, kendi haklılık ve meşruluklarını yasalarda arama tutumuna önemli bir darbe indirmişlerdir.

Sınıf devrimcileri, bu önemli eylemin ardından 6 Ağustos (2005) tarihli Kızıl Bayrak sayfalarında yaptıkları değerlendirmede şunları söylemişlerdi; “Bugüne kadar bildiğimiz özelleştirme karşıtı ‘mücadele' geleneği, sürecin bu aşamasında yelkenleri indirmek ve yargının vereceği son kararı beklemek üzere teslim olmak biçimindeydi. Ama Seydişehir işçileri kimsenin beklemediğini yaparak bu kanıksanmış sınırları aştılar. Özelleştirmeye karşı mücadelelerini yasaların gölgesinden çıkararak fiili-meşru mücadele hattına taşıdılar. Bu nokta, düzenin yasal cenderesini aşmak anlamına geldiği ölçüde, aynı zamanda özelleştirme karşıtı mücadelede sendika bürokrasisinden ve ‘vatan savunması' argümanı adı altında örgütlenen orta sınıf platformlarından da kopmak anlamına gelmektedir. (...) Seydişehir işçilerinin militan direnişi sınıf hareketi açısından büyük bir önem taşımaktadır. Bu sadece, özelleştirmenin hedefinde bulunan diğer işçi bölüklerine mücadelelerinin bundan sonraki seyri bakımından ilham kaynağı olması nedeniyle değil, ayrıca genel olarak sınıf hareketinin tutması gereken yolu göstermiş olmasından dolayı da böyledir. Ayrıca Seydişehir direnişi, sınıf hareketinin mevcut dinamikleri içerisinde “sınıfa karşı sınıf” tutumu ve militan sınıf mücadelesi yönünde sağlıklı bir eğilimin varlığına da bir işaret olarak görülmelidir. Bu düzeyde bir direnişin Anadolu'nun bir taşra kasabasında gerçekleşmiş olması bu düşünceyi ayrıca güçlendirmektedir”

(Devam edecek...)