24 Aralık 2005 Sayı: 2005/50 (50)
  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist saldırganlığa karşı
komşu halklarla dayanışmayı
yükseltelim!
  17 Aralık eyleminin gösterdikleri
  Çelebi’nin gerçek yüzü ortaya çıktı
  Asgari ücretteki 30 milyonluk artış bir
kavga çağrısıdır
TÜSİAD patronlarının arsızlığı
Sevda Aydın yalnız değildir!
  Katliamcı polisler ödüllendirildi; Uğur’u unutturamayacaklar!
  19 Aralık katliamını protesto eylemlerinden...
  Şemdinli eylemleri...
Katil devlet hesap verecek!
  Ümraniye İşçi Kurultayı’nda Kurultay
Hazırlık Komiteleri
adına sunulan tebliğ
  Ortadoğu’da gelişmeler ve sermaye
düzeninin büyüyen açmazları /Orta sayfa
  Orhan Pamuk sevdası ve emperyalist
dünyanın ikiyüzlülüğü
  Orhan Pamuk: Burjuva demokratların yeni misyoneri
  Hedef genişleten
NATO dünya halklarını tehdit ediyor
  Hong Kong; Emekçiler emperyalist-kapitalist yağmaya karşı ayakta!
  Filistin halkı iradesini
emperyalist/siyonist zorbalara teslim
etmiyor
  Alman burjuvazisi polis devletine yönelik
adımlara hız veriyor
  “Emek” Partisi nereye?
  19 Aralık katliamı ve direnişi
  Ekim Gençliği’nden
  Basından...
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

19 Aralık katliamı ve direnişi

19 Aralık 2000 tarihinde Çanakkale Cezaevi’nde yatan, 19 Aralık katliam hareketine tanık olan ve direnişin içinde yeralan, bu süreçte yaralanan arkadaşımız Sema Sultan ile yaptığımız röportajı aşağıda sunuyoruz. İlgiyle okunacağını ve değerlendirileceğini umuyoruz. 

Sosyalistê Şoreşger

- Sosyalistê Şoreşger: Devletin zindan politikası neydi? 19 Aralık öncesinde bu nasıl somutlaşıyordu? F tipi cezaevleriyle kısa, orta ve uzun vadede başarmak istediği hedefler nelerdi?

- Sema Sultan: TC devleti geçmişten bu yana devrimci tutsakları zindanlarda teslim alma, iradesizleştirme, kimliksizleştirme politikası uygulayagelmiştir. Bu politika doğrultusunda her türlü zoru uygulamıştır. Birçok devrimciyi katletmiştir. Devrimciler ise örgütlü yaşamlarını ve devrimci kimliklerini korumak için direnmişler, sayısız ölüm orucuna ve açlık grevine girmişlerdir. Yüzlerce arkadaş ölüm orucunda ve açlık grevinde yaşamını yitirmiştir. TC devleti toplu yaşam ortamlarını dağıtmak ve devrimcileri tecrit etmek amaçlı hücre tipi cezaevleri projesini çok önceleri yaşama geçirmek istedi. 1987’de Eskişehir Özel Tip Cezaevi ile devrimcilerin tecrit edilmesini denedi. Ancak devrimcilerin direnişi ve dönemin dengeleri buna olanak tanımadı. Belli bir süre ısrar etmelerine rağmen direnişler sonucu devletin bu uygulamaları sonuçsuz kaldı. Terörle Mücadele Yasası’nda tecridi yasal bir dayanağa oturtmaya çalıştı. 1991 Kasım’ında bunu yine daha önce hücre tipi cezaevine dönüştürülen Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nin üzerinden gerçekleştirmek istediler. Ancak içte tutsakların, dışta tutsak yakınlarının direnişi sonucu bunu hemen yaşama geçiremediler. Aynı denemeyi bir de 1996 yılında yapmak istediler, Eskişehir hücre tipi cezaevini bir kez daha açtılar, fakat ölüm orucu ve diğer direnişler sonucu bir kez daha geri adım atmak zorunda kaldılar…

İmralı tasfiyeciliğinin hemen ardından F tipi cezaevi yapımına hız verildi. Devlet, Öcalan üzerinden PKK tutsak yapısını denetleyeceğini iyi biliyordu. Geriye Türkiye sol güçleri kalmıştı. Türk sol gruplarının önemli bir kadro yapısı zindanlarda bulunuyordu. Zindanlarda devrimci tutsak yapısını tasfiye etmenin elverişli bir zeminini yakalamıştı. Kısa vadede amacı, devrimci tutsakları F tiplerine götürmek, bunun için de her türlü zoru kullanmaktı. Orta ve uzun vadede başarmak istediği hedefler ise devrimcileri tecrit ortamında örgütlü yapıdan uzaklaştırmak, siyasal kimliklerinden soyutlamak ve istedikleri kalıba sokmaktı. Devletin F tipleriyle hayata geçirmek istediği politika, 1980’den bu yana uygulamak istediği politikanın daha yetkinleştirilmiş, geliştirilmiş biçiminden başka bir şey değildi. Devlet bir bakıma 20 yılı aşkın bir süredir boyun eğdiremediği zindan direnişçilerinden rövanş almak istiyordu…

- Devrimci tutsakların, devrimci ve sol grupların zindan politikalarının genel bir özetini yapar mısınız?

- Hemen hemen bütün grupların ortak düşüncesi, F tipi cezaevlerini reddetmek ve gitmemek biçimindeydi. Ancak PKK tutsakları bu genel düşüncenin dışında bir yerdeydiler. Öcalan’ın geliştirdiği teslimiyetçi barış çizgisi, onları devlet politikaları karşısında sessiz, hatta uyumlu bir konumda kalmaya koşullamıştı. Bu nedenle devlet 19 Aralık’ta PKK tutsaklarına dokunmayacaktır. Yine Bursa Özel Tip Cezaevi’nde PKK tutsaklarıyla birlikte kalan DHP’lileri, devlet, Türkiye solundan olduğunu düşünerek F tiplerine götürmek istediğinde PKK temsilcileri itirazsız devletin bu isteğini yerine getirmiş ve anılan bu tutsakları devlete teslim etmişlerdir. Türkiye sol grupları ve PKK-DÇS, F tiplerine gitmeme, gerekli direnişi sergileme kararındaydılar. Ancak direnişin programı, biçimi ve zamanlaması konusunda farklı düşünce ve eğilimler vardı, bu farklılıklar direniş sürecinde de devam etmiştir.

Farklılıklara rağmen direniş kararı doğru ve alınması gerek en devrimci duruştu. Ancak iş bununla bitmiyordu. Nasıl bir direniş, nasıl bir direniş programı, direniş biçimleri ve zamanlaması, yürütülüş tarzı ve taktikleri konusunda ciddi hataların olduğunu düşünüyorum. En başta dönemin güç ilişkileri ve dengeleri konusunda sol grupların doğru ve sağlıklı değerlendirmeler yaptığı ve eylem planlarını bunun üzerine oturttuklarını sanmıyorum. Bir kez sol grupların, İmralı teslimiyet ve tasfiyeciliğini, güç dengelerine getirdiği sonuçları yeterince değerlendirdikleri kanısında değilim. Bu değerlendirme hatası onların bütün eylem program ve planlarına yansımıştır. Yani kendi güçlerini abarttılar, devleti ise belli ölçülerde küçümsediler. İmralı ile birlikte değişen güç ilişkilerini, bunun devrimciler aleyhine olan boyutlarını yeterince hesaplayamadılar. Belki de sorunu teorik olarak koydular, ama bunun politik ve pratik anlamını yeterince kavramadılar. Elbette her türlü güç dengesizliğinde bile devrimciler direnmek, direnişi sonuna kadar götürmek durumundadırlar, ancak direniş biçimlerini ve taktiklerini ise güç dengelerine göre belirlemeyi de ihmal etmezler.

İkincisi, F tipleri ve bunların genel politik anlamını ortaya koymalarına, devletin bu konudaki kararlılığını bilmelerine rağmen, bu kavrayışlarını eylem planlarına yansıtmadılar. Her grup uzun vadeli bir direniş beklemesine, “kolay başarının” olmayacağını söz düzeyinde söylemesine rağmen pratik plan ve yürütülüşte buna uygun davranmadı. F tiplerinin değerlendirilmesi ile buna karşı eylem çizgisi arasındaki çelişkiyi vurgulamak istiyorum.

Üçüncüsü, F tipleri herşeyden önce bütün tutsakların ortak sorunuydu. Dolaysısıyla bütün grupların katılımını öngören bir yaklaşım içinde olmak, bunun için bütün yolları denemek ve bu noktada bütün olanaklar tükendikten sonra harekete geçmek en doğru ve sonuç alıcı yaklaşım olacaktı. Ancak ne yazık bu konuda olması gereken duyarlılık ve özen gösterilmemiştir, bir an önce harekete geçmek için özel çaba bile gösterildiğini düşünüyorum. Tamam, belli tartışmalar oldu, birlikte hareket etmek için belli bir çaba gösterildi, ama bunların son derece yetersiz olduğu da açıktır. Bunda dar grupçu yaklaşımların olduğunu düşünüyorum. “Biz büyük hareketiz, gerekirse tek başımıza yaparız” yaklaşımı sergilendi ve tartışmalar sonuç almadan eylem süreci başlatıldı. Bu, aynı zamanda bir zamanlama hatasını da getirdi.

- 19 Aralık öncesi devrimci ve sol grupların F tiplerine yaklaşımları, hazırlıkları ve eylemlerinin kısa bir özetini yapar mısınız?

- Bir önceki soruya verilen karşılıkta devrimci grupların F tipi cezaevlerine karşı tutumlarını kısaca özetlemeye çalıştım. F tiplerinin yapımı gündeme geldiğinde bunlarla ilgili geniş ve giderek eylemli teşhir kampanyası açıldı ve bu, belli bir biçimde sürdürüldü. Bunun sonucunda belli bir kamuoyu oluşturuldu, F tipleri teşhir edildi. Ancak devlet de boş durmadı, karşı bir kampanya başlattı ve F tiplerini basın ve TV’ler aracılığıyla hoş ve konforlu göstermeye çalıştı. Yine özellikle Bayrampaşa Cezaevi üzerinden devletin cezaevlerinde otorite kuramadığını, denetimin tümden tutsakların eline geçtiğinin propagandasını yapıyordu. Devrimci tutsaklar da F tipi cezaevlerinin amacını gerek devrimci yayın organlarında gerek tutsak yakınları arcılığıyla kamuoyuna iletmeye çalışıyorlardı. Bu konuda her cezaevinde belli tartışmaların ve eylem birlikteliklerinin olduğunu belirtebiliriz. Örneğin Çanakkale Cezaevi’nde her görüş gününde bütün grupların katıldığı ortak sloganlar atılıyordu. Olası bir saldırı karşısında neler yapılması gerektiği konusunda görüş alışverişlerinde bulunuluyordu.

- 24 Ekim 2000 tarihinde başlatılan eylem kararı nasıl alındı? Bu süreçte grupların yaklaşım ve ilişlikleri nasıldı?

- F tiplerine karşı tavır konusu aylar öncesinden tartışılmaya başlandı. Bu konuda her grup kendi görüşlerini ve duruşunu tartışma gündemine getirdi. Bilebildiğim kadarıyla (O dönemde bize de ulaşan tartışma notları ve sonuçlarını yansıtan belgelere göre), PKK dışındaki gruplar ilke olarak F tiplerine karşı ölüm orucu eyleminin gerekli olacağını düşünüyordu. Ancak eylemin zamanlaması konusunda farklı görüşler vardı. Belli tartışmalardan sonra şu sonuçlara varıldı. Bir: F tiplerine karşı ortak hareket edilecek, F tipileri kabul edilmeyecek ve reddedilecektir. İki: Bayrampaşa, Ümraniye ve Çanakkale cezaevlerinden birine saldırı olması durumunda bu, F tipi saldırısı olarak kabul edilecek ve hemen eylem süreci ve planı başlatılacak. Üç: F tipi saldırıya karşı her uygun araçla karşı konulacak ve gönüllü gidilmeyecek, zorla götürülme gerçekleştiğinde direniş F tiplerinde de sürdürülecektir. Kısacası, içinde ölüm orucu da olan eylem sürecinin zamanlaması F tipi saldırısının başlamasına bağlanmıştı. Ancak aradan birkaç ay geçtikten sonra bu eylem planı değiştirildi. Eylem sürecinin zamanlaması öne alındı. Gerekçe de “belli bir kamuoyu oluşmuştur, koşullar lehimizedir, bundan yararlanmak gerekir” olarak açıklandı. Biz PKK-DÇS olarak bu ikinci karar sürecinin dışında tutulduk. O nedenle diğer gruplarla sürdürülen tartışmaların doğrudan tarafı ve tanığı olmadık. DHKP-C, TKP/ML (MKP) ve TKİP, 24 Ekim eylem sürecinin kararını aldı. Diğer gruplar bu sürecin dışında kaldılar. Eylem programı, zamanlaması ve diğer unsurları hakkında farklı düşünceleri olduğunu duyduk.

Eylemin parçalı başlaması, gruplar arası ilişkiler hakkında belli bir fikir verir. Bu parçalılık, aslında eylem sürecinin en önemli zaaflarından biridir.

Ortak hareket edilemez miydi diye soruluyor. Bana göre de sorulması ve tartışılması gereken bir soru. Neden ortak hareket edilmedi, ortak hareket için olanaklar sonuna kadar zorlandı mı, bütün yollar denendi mi? Bu sorular mutlaka tartışılması gereken sorulardır. Bu sorulara doğru ve nesnel yanıtlar verilebilirse sürecin hataları ve yetersizlikleri de daha iyi ortaya çıkar.

- PKK-DÇS olarak bu süreçte tutumunuz neydi, nasıl somutlaştı?

- Bir kez biz, F tipi cezaevlerinin çok kapsamlı bir politikanın bir parçası olduğunu biliyorduk. Yine İmralı teslimiyetiyle dengelerin devrimcilerin aleyhine döndüğünü de biliyorduk. Ama tüm olumsuzluklara ve güç dengesizliklerine rağmen F tipi cezaevlerine karşı direnilmesi gerektiğini, bunun dönemin en önemli görevlerinden biri olduğunu düşünüyorduk. İlke olarak bu süreçte ölüm orucunun da bir silah olarak kullanılabileceğini savunuyorduk. Gruplar arası varılan ilk eylem planını da genel çizgileriyle doğru bulmuş ve benimsemiştik. Ancak önümüze getirilen 24 Ekim eylem planına ciddi ve önemli itirazlarımız oldu, bunu DHKP-C ve TKP/ML (MKP)’ye de ilettik. İtirazlarımız ve eleştirilerimiz şu başlıklar altında toplanıyordu:

Bir: Eylemin programı geniş ve kapsamlıydı, neredeyse “demokratik devrim programı” niteliğindeydi. Örneğin, DGM’lerin bütün sonuçlarıyla kaldırılması vb. talepler eyleme güç katmıyor, tersine güçsüzleştiriyordu. Eylemin tek bir hedefi ve talebi olmalıydı, F tiplerinin kaldırılması. Bu taleple harekete geçildiğinde en geniş kesimlerin desteğini almak olanaklı hale geleceği gibi, eylem ile ilgili spekülasyonların önüne geçilir ve dikkatler tek noktada odaklaştırılırdı. Ancak talepler geniş ve ağır olunca bu anılan politik sonuçlar da sağlanamazdı.

İki: Eylemin zamanlaması yanlıştı. O dönemde F tipleri belli yönleriyle teşhir olmakla ve belli bir kamuoyu oluşmakla birlikte henüz taraflar açısından final aşamasına gelinmemişti. Taraflar güç oluşturmaya ve biriktirmeye çalışıyorlardı. Ancak içinde ölüm orucunun da bulunduğu eylem planı final aşamasına denk düşen bir zamanlamayı öngörüyordu. Dolayısıyla bu hatalı zamanlama TC’nin saldırı planını öne almasına da vesile olabilirdi. Oysa herkes biliyordu ki F tipleri devletin kararıydı, mutlaka bir sistem olarak uygulamak istiyordu ve bir yıldır çok yönlü hazırlıklarını yapıyordu. Eğer “erken ve kolay bir başarı” beklenmiyorduysa, henüz finali gelmeyen bir ölüm orucunu devreye sokmanın anlamı neydi?

Üç: Eylem sürecinin planlaması kendi içinde ciddi eksiklikler taşıyordu. İki noktada bu somutlaşıyordu. Biri, güçler çok sayıda, peşpeşe gelen gruplarla eyleme sokulmak isteniyordu. Bu, politik ve stratejik açıdan yanlıştı. Hiçbir “akıllı kurmay” bütün güçlerini bir anda savaş meydanına sürmez. Diğeri de eylem, en genel anlamda bir stratejiden yoksundu. Şöyle ki: Diyelim ki eyleme başlayan ilk ve ikinci gruplar ölüm sınırına gelip dayanmalarına rağmen devlet uzlaşmaya yanaşmadı, bu durumda ne yapılacak sorusunun yanıtı yoktu. Ne yazık bugün de bu sorunun yanıtı yoktur. “Ölürüz, eylemi sürdürürüz” yanıtı politik ve stratejik bir yanıt değildir! Strateji, politik başarı içindir, yoksa politik anlamı tartışmalı “prestij” için stratejiye gerek yoktur. Uzun vadeli, kendi içinde her aşaması öngörülen ve ana çizgileriyle belirlenen stratejide, gücün başarı için topyekûn kullanımı esastır.

Bütün bu temel itiraz ve eleştirilerimize rağmen F tiplerine karşı direniş süreci içinde kendi anlayışımız ve bağımsız çizgimiz doğrultusunda olacağımızı, eylem biçimlerini ve zamanlamasını kendi değerlendirmelerimize göre belirleyeceğimizi vurguladık ve bütün gruplara ilettik. Bu bağlamda sürece açlık grevleriyle katıldık. 3 Aralık 2000 tarihinden itibaren süresiz açlık grevine başladık. 19 Aralık saldırısı karşısında diğer gruplarla aynı saflarda ve barikatların ardında direndik…

- 19 Aralık’a kadar bir süreç yaşandı, görüşmeler, uzlaşma çabaları, grupların yaklaşımı nasıldı, anlatır mısınız?

- Bu süreci sözlü bilgilendirmelerden ve basına yansıyan yorum ve değerlendirmelerden izleyebildim. Ayrıntılı bir bilgiye sahip değilim, ancak şunları da belirtmem gerekir: O süreçte F tiplerine karşı önemli bir kamuoyu oluşmuştu. Devlet karşısında devrimci tutsakların belli ölçüde siyasal ve moral üstünlükleri vardı. Aynı zamanda tutsaklar açısından belli bir manevra alanı da oluşmuştu. Bayrampaşa Cezaevi’nde eylemin belli bir uzlaşma temelinde sonuçlandırılmasına dönük görüşmeler başlamış ve devam ediyordu. Gelişmeler devlet açısından görece bir zorlanmaya da yolaçmıştı. Bunun üzerine oyalayıcı bir yönü olsa da Adalet Bakanı’nın F tiplerinin açılmasının 6 ay erteleneceğini açıklaması anılan zorlanmaya işaret ediyordu. Bu, bir yönüyle F tiplerinin kamuoyunda kabul görmediğinin dolaylı bir itirafı oluyordu. Bu taktik ve oyalayıcı geri adım devrimciler açısından bir manevra olanağı anlamına geliyordu. Ancak bu değerlendirilmedi. Devrimciler görüşmeler sürecinde yakaladıkları moral ve siyasal üstünlüğü değerlendirebilselerdi, gelişmeler farklı olabilirdi.

Ardından 19 Aralık katliamı oldu ve devrimci tutsaklar bu katliam operasyonuna karşı esas olarak direnmelerine rağmen bir daha devlet karşısında siyasal ve moral üstünlük yakalayamadılar. Devrimci taktik yönetim, düz bir rotada yürümek değildir, eylem sürecinde hedeflere ulaşmak için gücün, olanakların ve dolaylı güç etkenlerinin doğru ve sonuç alıcı tarzda yürütülmesidir. Ancak ne yazık bu konuda sorumlu ve karar merciinde olanlar, bu konuda doğru ve sonuç alıcı bir yönetim sergileyememişlerdir ve dolayısıyla ağır tarihi bir sorumluluk altına girmişlerdir.

- 19 Aralık sabahını, operasyon sürecini kısaca özetler misiniz? Tutsakların ruhhalleri, düşünceleri, beklentileri, duyguları nasıldı?

- 19 Aralık gecesi sabaha karşı 4.30 dolaylarında nöbetçi arkadaşlar maltada bir hareketlilik seziyorlar. Askerin girdiğini görüyorlar ve askerden erken davranıp malta kapılarını kilitliyorlar. Gelişmeler kısa sürede öğrenildiği için nöbetçi arkadaşımız bizleri uyandırdı. Cezaevine askerin girmesinin bir tek anlamı olabilirdi. Operasyon için geldiklerini biliyorduk. Zaten kısa süre sonra da anonslarını duymaya başladık. Teslim olmamızı istiyorlardı. Elbette teslim olmayacaktık. Barikatlar kurulmaya başlandı. Hemen TV’yi açtık. Başka cezaevlerinde de operasyon olduğu bilgileri veriliyordu. Bizim koğuşun karşısında idarenin kullanmadığı bölümler vardı. O bölüm olduğu gibi asker dolmuştu. Devrimci tutsaklar olarak direnecektik. Direnişin büyük bir onur olduğunun bilincindeydik. O saatlerde eminim her arkadaşın yaşadığı çok özel duygular olmuştur. Ortama ise elbette devrimci kararlılık ve moral hakimdi. Hiç kimsenin aklına “ben ne olacağım” diye bir şey gelmemiştir. Direniş anları yoldaşlık sevgisinin, bütünlük duygusunun, kararlılığın, devrimci dayanışmanın doruğa çıktığı anlardır. Biz de bu duyguların en güzellerini yaşadık.

- Çanakkale’de 19 Aralık sürecini nasıl yaşadınız ayrıntılarıyla anlatabilir misiniz?

- Operasyon başlamadan önce DHKP-C tutsağı Fidan Kalşen arkadaş düşmana karşı bir konuşma yapıyor, operasyonu durdurmalarını istiyor. Kendini yakma eylemini gönüllü bir biçimde gerçekleştireceğini, halkını ve yoldaşlarını çok sevdiğini belirterek bedenini ateşe veriyor. Ancak düşman o kadar pervasızdı ki, karşılığını, ölüm orucu direnişçilerinden TKP/ML tutsağı Dursun arkadaşı başından yaralayarak verdi. Bayanlar tarafındaki barikatın ardından bir subay sürekli olarak bu yolun çıkmaz olduğunu, Öcalan’ın bile teslim olduğunu söyleyerek psikolojik savaş yürütüyordu. Devrimci tutsaklar, “Öcalan ancak kendisini temsil eder, devrimcilerin kararlılıklarını değiştiremez, Öcalan size hayırlı olsun” dediler. Bir süre sonra bütün elektrikleri kestiler. Bizler zaten açlık grevindeydik. Su, şeker gibi temel ihtiyaçlarımızı yanımıza aldık. Erkek arkadaşların koğuşlarını bir süre sonra yakmaya başladılar. Erkek arkadaşların kaldığı bölümün ana maltasını işgal edip gaz bombaları atıyorlardı. Bunun üzerine arkadaşlar geri çekilerek bizim koğuşların yakınında bulunan B–1 koğuşuna geçtiler. B–1 koğuşunun üstü spor salonuydu ve bizim denetimimizdeydi. Askerler sürekli uzaktan kurşun yağdırıyorlardı, bir yandan da gaz bombaları atıyorlardı. Biz ölüm orucundaki arkadaşları en korunaklı bölgelere almıştık. Gaz bombalarından daha az etkilenmeleri için bezden yaptığımız çadırların içine almıştık. Sağlıktan anlayan arkadaşlar gaz bombalarına karşı nasıl davranmamız gerektiğini kısaca anlattılar. Elimizde ıslak havlularla burnumuzu kapatıyorduk. Bir süre sonra ıslak havlunun yüzü yaktığını hissedince kuru bezler kullanmaya başladık. İlk günün akşamı dozerlerle bayanlar koğuşunun dış duvarlarını yıktılar. Bazı arkadaşlar kurşundan yaralanmışlardı. Atılan gaz bombalarını bazı arkadaşlar tutup suyun içinde etkisizleştiriyorlardı. Bu çok fedakârlık gerektiren bir işti. Bundan dolayı arkadaşların çoğunun elleri yandı. Fırsat bulduğumuz her anda hep bir ağızdan devrimci marşları ve Enternasyonali söylüyorduk. Yine bir arkadaş “Bir mermi de benden aslanım” şiirini gür bir sesle okumuş, biz de nakarat kısmını hepbir ağızdan tekrarlamıştık. O gün uzaktan tazyikli su sıktılar. Kaldığımız koğuşun önemli bir bölümü ıslanmıştı. Biz zorunlu olarak bu ıslak yerlerde oturuyorduk.

Ertesi sabah tekrar gaz bombası ve kurşun sağanağı başladı. İkinci gün spor salonunu ele geçirdiler. İş makinelerini getirip tavanı delmeye başladılar. Tavanı adeta delik deşik ettiler. Her delikten onlarca gaz bombasını bir anda atıyorlardı. Artık göz gözü görmez olmuştu. Arkadaşlar önemli bir direniş sergilediler. Herkes birbirine yardımcı olmaya çalışıyordu. Bir süre sonra gaz bombalarını iple sarkıtmaya başladılar. Yere attıklarının çoğunu suda etkisizleştirdiğimizi görünce bu yönteme başvurdular. Bir yandan da kurşunla hedef gözeterek tarıyorlardı. Birçok arkadaş kurşun ve bombaların etkisiyle yaralandı. Hava karardıktan sonra bomba atmaya ara verdiler.

Üçüncü günün sabahı, yani 21 Aralık günü bir gaz bombası sarkıttılar. Arkadaşların çoğu anormal bir biçimde uyuklamaya başladı. Sürekli “Teslim ol” anonsunu yapıyorlardı. Gaz bombaları ve kurşunlar yağmur gibi yağıyordu. Hedef gözeterek ateş ettikleri için birçok arkadaş yaralandı, yanımdaki iki arkadaş da yaralanmıştı. Bir ara bir bomba attılar. Bu bomba çok farklı bir acı veriyordu. Birçok arkadaş kendisini kaybetti. Çırpınanlar, inleyenler oluyordu. Bombaları kestikleri bir anda bizim bulunduğumuz yere Sultan Sarı arkadaş gelmişti. Birbirimizle selamlaştık. Hatta “hoşgeldin” dedim. Kısa bir araydı. Yeniden bomba atmaya başladılar. Birkaç dakika geçmedi ki, Sultan arkadaşın çığlığını duyduk. Sağlıkçı arkadaşlar yanına gittiler ve arkadaşın şehit düştüğünü söylediler. Hepimiz ayağa kalktık. “Sultan yoldaş ölümsüzdür!”, “Devrim şehitleri ölümsüzdür!” sloganlarını attık. Arkadaşlar Sultan arkadaşı Fidan’ın cenazesinin yanına götürdüler.

Sonra askerler tazyikli su sıkmaya başladılar. Bir yandan da sürekli hedef gözeterek kurşun yağdırıyorlardı. Fahri Sarı arkadaşı da bu kurşunlarla katlettiler. Boğazımıza kadar köpüklü su dolmuştu. Köpüklü suyun bazı yerleri kırmızı kandı. İçeride kalmanın olanağı kalmamıştı, içeri dolan su içinde boğulma tehlikesi çok somut bir durum haline gelmişti. Bunun üzerine hep birlikte dışarı çıkma kararını verdik. Kurşunlansak da dışarıda tarasınlar dedik. Tam çıkarken bir asker itfaiye kancasını İlker Babacan arkadaşın başına vurdu. Arkadaşın kafatası o anda parçalandı.

Bizler zafer işareti yaparak, sloganlar atarak dışarı çıktık. Dışarıya çıktığımızda askerlerin bir kısmı mevziiye yatmışlardı. Bazıları ürkek bakışlarla bize bakıyorlardı. Subayları onlara emirler yağdırıyorlardı. Her taraf asker kaynıyordu. Temsilci arkadaşlarla yetkili bir subay arasında kısa bir konuşma oldu. Şehit düşen arkadaşlarımızı dışarıya çıkardık. Erkek arkadaşlarla vedalaştık. Birbirimizi bir daha göremeyeceğimizi biliyorduk. Bayanları bir tarafa aldılar. Hava çok soğuktu. Hepimiz ıslaktık. Bizi yedi saat dışarıda beklettiler. Ellerimizi arkadan plastik kelepçelerle bağlamışlardı. Belli bir süre sonra uyuşmuştuk, kımıldayacak halimiz kalmamıştı. Yaralı arkadaşları da hastaneye götürdüler. Hastanede de arkadaşlara çok kötü davranmışlar. Bizi akşama doğru bir ringin içine zorla götürdüler. Burada kadın polisler üst araması adı altında işkence yapıyorlardı. Gitmemek için direnince askerler bizi sürüklediler. Ringde dört-beş tane kadın polis üzerimize çullanıyor, bizi zorla soyup işkence yapıyorlardı. Biz de direnip sloganlar attık. Hava kararınca bizi bir otobüse doldurdular. Ekmek peynir getirmişler, ama hepimiz açlık grevindeydik, almayı reddettik. Sonra valiliğin gönderdiği pijamaları giymemiz için getirdiler, kabul etmedik. Gece ilerleyen saatlerde bayanları farklı, erkek arkadaşları farklı ringlere bindirdiler. Biz on beş-on altı bayan arkadaşı küçücük bir ringe karga tulumba bindirdiler. Üstümüzdeki elbiseler ıslaktı ve yanmıştı. Bizim koğuşun yanmadığını biliyorduk. Elbiselerimizi almak istediğimizi söyledik. Ancak vermediler…

- Sizleri hangi cezaevlerine götürdüler ve götürülme sürecinde yaşadıklarınız nelerdi, kısaca anlatır mısınız?

- Bizi Buca Cezaevi’ne götürdüler. İki grup bayan arkadaşı da Kütahya ve Manisa cezaevlerine götürdüler. Yol boyunca hiçbir ihtiyacımız karşılanmadı. Hepimiz yarı baygın bir haldeydik. Yerimiz çok dardı. Birbirimize yaslanarak 7–8 saat yolculuk ettik. Bazılarımız yerde oturuyordu, ara sıra yer değişikliği yapıyorduk. Sabah cezaevine vardık. Her cezaevinin bıktırıcı kimlik işlemleri ve üst aramaları burada da yapıldı. Bizi buz gibi bir yere aldılar. Koğuş tamir ediliyor gerekçesiyle bizi burada saatlerce beklettiler. Elbiselerimiz hala ıslaktı. Öğleden sonra koğuşa aldılar, biraz kömür ve iki parça odun verdiler. Sobayı bunlarla yakmaya çalıştık ancak yanmadı. Üstelik de tüttü. Açlık grevinde olduğumuz için çay içmek istiyorduk. Çaydanlığımız, bardağımız, hiçbir şeyimiz yoktu. Paramızla zorlayarak bir-iki gün sonra bazı ihtiyaçlarımızı alabildik.

Gittiğimiz günün akşamı havalandırmada sloganlarımızı attık, bir süre sonra da direniş sloganlarını duyunca hepimiz sonsuz mutlu olduk. Yan tarafımızda Türkiye sol gruplarından arkadaşlar olduğunu anladık. Mazgallardan arkadaşlarla iletişim sağladık. Arkadaşlar bize acil ihtiyaçlarımızı sordular. Çatıdan limon ve çorap attılar. Aynı yöntemle bir miktar da para gönderdiler. Cezaevi idaresi bütün haklarımızı gaspetmişti. Temsilciliği tanımıyor, görüşlere yalnızca ziyaretçisi gelen arkadaşın gidebileceğini söylüyordu. İlk olarak ailelerimize ve arkadaşlarımıza haber ulaştırmaya çalıştık. Bir hafta sonra ancak ailelerimiz gelebildi. Giyecek ve benzeri ihtiyaçlarımızı ailelerimiz temin etti. Erkek arkadaşlarımızla ise ancak bir ay sonra iletişim kurabildik. Benzer uygulamalarla ve işkencelerle erkek arkadaşlar da karşılaşmışlardı. Normal mektuplarımız gönderilmediği için taahhütlü ya da APS’li göndermek zorunda kalıyorduk. Maddi ve manevi her anlamda yaşamı zorlaştırmak için ellerinden gelen her türlü engeli çıkarıyorlardı…

- Devlet, ölüm orucu eylemini boşa çıkarmak için 399. maddeyi devreye soktu? Bu durum devrimci gruplar tarafından tartışıldı mı? Kim nasıl tavır aldı? Bu konuda sizin tutumunuz neydi, anlatabilir misiniz?

- Devlet, ölüm oruçlarını boşa çıkarmak amacıyla ilk grupları isteklerine bağlı olmaksızın tahliye etti. Arkadaşları hasta yataklarından apar topar kaldırıp “tahliye oldunuz” diyerek hastane kapılarına koydu. Elbette bu, devletin 19 Aralık katliamı ile sürdürdüğü politikanın bir devamıydı.

Bu maddenin amacının bu dönemde devrimci örgütler tarafından tartışıldığını sanmıyorum, en azından biz tanık olmadık. Bu madde zamanla belli gruplar ve kişiler tarafından tahliye olmanın bir aracı olarak kullanıldı. Bu maddeden tahliye olup devrimci mücadeleyi devam ettiren ve şehit düşen arkadaşlarımız var. Bu, elbette genel politikaların seyri dışındadır. Benim belirtmek istediğim, devlet o dönemde devrimcilere çok kolay bir yol sundu. Bu yolla neyin amaçlandığı görülmedi. Ölüm orucu gibi devrimci tutsaklar açısından son derece önemli bir silah devlet tarafından boşa çıkarılmak istendi, kimi gruplar ve kişiler bu yeme takılarak devletin oyununa hizmet ettiler. Devlet oltanın ucuna 399. madde yemini takmıştı, bunun anlamı kavranmalı ve boşa çıkarılmalıydı, ancak ne yazık ilkeli ve zindan direnişlerinin uzun vadeli çıkarları esas alınarak davranılmadı. Böylece ilkesiz davrananlar, aynı zamanda zindanda yaşanan ve yaşanacak olumsuzlukların belli ölçüde sorumluluğunu da ömür boyu omuzlarında taşımak durumunda kaldılar. Oysa aynı yem daha önce de tutsaklara dayatılmış, ama devrimci tutsaklar devrimci ilkeleri esas almış ve gerektiğinde yaşamlarını bu ilkeleri uğruna vermekten çekinmemişlerdir. Kemaller’in, Hayriler’in, Fatihler’in devrimci direnişleri bu konuda tartışmasız esas alınması gereken çizgi olmalıydı. Ama 399 yemini yutanlar, kendilerini çok akıllı sanıp devleti kandırdıklarını sanıyor ve çevrelerine öyle yansıtıyorlar. Kimin “akıllı olduğu” şimdi çok daha iyi orta yerde değil mi? Bu “akıllıların” çoğu şimdi en sıradan yaşamın içindedirler, devrimci politikanın kıyısına bile yaklaşmamaya özen göstermektedirler.

Biz ilke olarak 399’u doğru bulmadık. Kendi içimizde önemli tartışmalar da yaşadık. Bu konuda “herkes çıkıyor, biz de çıkalım” diyenler olmuştur, bu, bir eğilim haline de gelmiştir. Ancak bu eğilim reddedilmiştir. Bizden de bireysel davrananlar olmuş, bu, kabul görmemiş ve şiddetle eleştiri konusu olmuştur.

- Bugünden 19 Aralık ve sonrası sürece bakıldığında genel tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Devlet 19 Aralık’ta çok büyük bir şiddet uyguladı. Devrimci tutsakların direnişleriyle karşılaştı. Devrimci tutsakları teslim alamadığı gibi direnişler F tiplerinde de sürdü. Ancak şunu söylemeliyim ki, 19 Aralık öncesi oluşturulan kamuoyu desteği, 19 Aralık sonrası ortadan kalktı. F tiplerine karşı yürüyüş yapanlar büyük bir sessizliğe gömüldüler. Belli protestolar olsa da bu son derece sınırlıydı. 19 Aralık operasyonu devrimci, demokrat ve duyarlı kesimlerin üzerinden adeta bir silindir gibi geçti.

Devrimci tutsaklar açısından ise şunları söyleyebilirim: 19 Aralık’ta kahramanca direnişler sergilendi. Yüzlerce arkadaş ölüm orucu direnişinde yaşamını yitirdi. Operasyonda 28 arkadaşımız katledildi. Kuşkusuz bu direnişler devrimci mücadele tarihimizde çok önemli bir sayfa olarak yerini almıştır. Ancak 19 Aralık sonrası devrimci tutsaklar ve örgütler açısından önemli bir güç kaybının yaşandığı da bir olgudur. 19 Aralık katliam hareketi, örgütlü zemin üzerine büyük bir şiddet uygulamıştır. Devrimci tutsaklar zindanlardaki otoritelerini ve örgütlü yapılarını önemli ölçüde kaybetmişlerdir. Uzun vadede düşmanın ulaşmak istediği hedeflere bir bütün olarak varmasa da önemli bir mesafe katettiği de bir gerçektir.

Devrimci tutsaklar, şu anda tek kişilik ya da 3 kişilik hücrelerde tutuluyorlar. Siyasal kimlikleri ve amaçları doğrultusunda hareket etmelerinin önünde sayısız engel çıkartılıyor. Avrupa cezaevlerinde RAF militanlarına yapılanların bir benzeri şu anda Türkiye ve Kürdistan cezaevlerinde uygulanıyor. Devrimci tutsaklar bırakalım siyasal ve sosyal ihtiyaçlarını, asgari insani ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyorlar. Son yıllarda birçok arkadaşın ruhsal sorunlar yaşadıklarını biliyoruz. Uzun katmerli bir tecrit insan ruhunda derin yaralar açıyor. İşitme kaybı, sese karşı duyarlılık, algılamada zayıflama vb. rahatsızlıklar tecrit politikasının sonucu gelişen rahatsızlıklardır. Devlet, devrimci tutsakları “yaşayan ölüler” haline getirmek istiyor.

Son olarak şunu söylemek istiyorum: Kürdistan ve Türkiye devrimcileri açısından aşılmaz engeller yoktur. Mücadele tarihimizin derslerine bakmak gerekir. Öncelikle 19 Aralık’ın kapsamlı bir değerlendirmesini bütün devrimciler yapmalıdırlar, hatalarına, eksikliklerine samimiyetle yaklaşmalıdırlar. İkinci bir nokta da İmralı teslimiyet çizgisine karşı ilkeli tavır alınmalıdır. Bu, hem Kürdistan devrimcileri, hem de Türkiye devrimcileri açısından bir zorunluluktur. Eğer İmralı teslimiyeti olmasaydı devlet, 19 Aralık katliamını gerçekleştiremezdi ya da bu kadar pervasız olamazdı…

F tiplerine karşı direnişin başarısı, devrimci mücadelenin gelişmesine bağlıdır. F tiplerine karşı direniş, sadece tutsakların direnişine bırakılamaz. Sorun, devlet ile genel devrimci mücadele arasında bir sorundur. Bugün bu mücadelede devlet belli bir politik, moral ve pratik üstünlük yakalamış olmasına rağmen bu, görece ve geçici bir durumdur. Bu konuda da mücadele farklı boyutlarda ve biçimlerde de olsa devam ediyor. Tutsaklar direniyor. Bu direnişin genel mücadelenin yükselmesine paralel olarak yeni boyutlar kazanacağından da kuşku duymamak gerekir.

Sözlerimi Şöyle bağlamak istiyorum: 19 Aralık katliamında şehit düşen devrimcileri saygıyla anıyor, 19 Aralık direnişçilerini selamlıyorum!

- Teşekkürler! Biz de 19 Aralık katliamını lanetliyor, devrim şehitlerini saygıyla anıyor, direnişleri ve direnişçileri selamlıyoruz!

17 Aralık 2005