24 Aralık 2005 Sayı: 2005/50 (50)
  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist saldırganlığa karşı
komşu halklarla dayanışmayı
yükseltelim!
  17 Aralık eyleminin gösterdikleri
  Çelebi’nin gerçek yüzü ortaya çıktı
  Asgari ücretteki 30 milyonluk artış bir
kavga çağrısıdır
TÜSİAD patronlarının arsızlığı
Sevda Aydın yalnız değildir!
  Katliamcı polisler ödüllendirildi; Uğur’u unutturamayacaklar!
  19 Aralık katliamını protesto eylemlerinden...
  Şemdinli eylemleri...
Katil devlet hesap verecek!
  Ümraniye İşçi Kurultayı’nda Kurultay
Hazırlık Komiteleri
adına sunulan tebliğ
  Ortadoğu’da gelişmeler ve sermaye
düzeninin büyüyen açmazları /Orta sayfa
  Orhan Pamuk sevdası ve emperyalist
dünyanın ikiyüzlülüğü
  Orhan Pamuk: Burjuva demokratların yeni misyoneri
  Hedef genişleten
NATO dünya halklarını tehdit ediyor
  Hong Kong; Emekçiler emperyalist-kapitalist yağmaya karşı ayakta!
  Filistin halkı iradesini
emperyalist/siyonist zorbalara teslim
etmiyor
  Alman burjuvazisi polis devletine yönelik
adımlara hız veriyor
  “Emek” Partisi nereye?
  19 Aralık katliamı ve direnişi
  Ekim Gençliği’nden
  Basından...
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

“Emek” Partisi nereye?

EMEP adı henüz “Emek Partisi” haline gelmeden, kongre öncesi günlerde, “Türkiye’nin Geleceği Bölünme mi? Birlik ve Kardeşlik mi?” başlıklı, Ekim 2005 tarihli 12 sayfalık bir kitapçık çıkardı. Bu broşürün yaygın dağıtımı henüz yapılmasa da konuyu ele almak gerektiği düşüncesindeyiz.

Broşürde, Türkiye’de “sol” politika yapma iddiasıyla çalışma yürüten EMEP’in bugün geldiği ulusalcı, milliyetçi noktaya dair fazlasıyla veri bulmak mümkün. Broşürde yazılanlar incelenerek, “EMEP nereye gidiyor” sorusu ilerici-devrimci herkes tarafından sorulmalıdır.

Yazılanlara kısaca bir göz atalım.

Yazı, son aylarda Kürtler’e saldırıda bulunmanın elinde Türk bayrağı varsa meşru görülmeye başlandığı gerçeğini ifade etmekle başlamış. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nın da aynı şekilde “Bayrağa saygı yürüyüşü” ile geçirilebileceğinden bahsetmiş. Yapılan bu girişten sonra ise yazının can alıcı noktası gelmektedir.

 “Bayrak Bir Ülkenin Bütünlük ve Birlik Sembolüdür” ara başlığının (ilericilik adına nasıl bir tahlildir bu!?) altında yazılanlar şöyle:

“Bayrak hemen her ülkede; ‘kutsal sayılan’, ‘dokunulmazlık’ taşıyan bir sembol. Tek ulustan oluşan ülkelerde ulusun ve ülkenin sembolü. Birden çok ulusun, etnik grubun yaşadığı ülkelerde ise bayrak ‘ülkenin sembolü’dür. Bu yüzden de toplumda bayrağa yapılan bir hakaret, topluma, ülkeye yapılmış bir hakaret olarak görülürken; bir ülkenin bayrağına saygı da, o topluma, o ülkeye, onun değerlerine saygı anlamına gelmektedir. Onun içindir ki, bayrak toplumlar için ‘birlik’ ve ‘bütünlüğün’ sembolü olagelmiştir. Ama bayrak ‘politik amaca sahip güç odakları’ tarafından kendi alametleri olarak kullanılmaya başlandığında; birleştirici değerlerin sembolü olma gücünü yitirir ve hızla, milliyetçi fanatik çevrelerin elinde bölücülüğün bir aracı haline gelir. Türkiye’nin bayrağı da, ülkenin bağımsızlık, özgürlük, emperyalizme karşı verilmiş bir kurtuluş savaşı gibi olumlu değerlerini ifade eden bir sembolüdür. Ne var ki, bayrak, son günlerde kendisini milliyetçi, herkesten fazla yurtsever, herkesten fazla Türkiye’yi düşündüğünü iddia eden çeşitli odaklar tarafından bütünlüğü sağlamaktan çıkarılıp hızla bölücülüğün simgesi haline getirilmeye çalışılıyor.” (s.1-2, vurgular bize ait).

Bugün TC’nin bayrağı hangi birleştirici değerleri temsil etmektedir, kimleri birleştirmektedir? Sınıfsal analizden yoksun olan yazı, bu soruya yanıt vermekten uzaktır. Sınıfsal bir bakışla ortaya konmuş olsaydı, egemenlik kavramının kapitalist Türkiye’de neye tekabül ettiği de bilinçlerinde daha açık olurdu. Birleştirilen şeyler farklı uluslar mıdır? Bu mu kastedilmektedir? O zaman sorulur: Ne zamandan beri birleştirici değerlerin sembolü olma gücünü kaybetmiştir? Ne yazık ki, sorunun cevabı da, sorunun ortaya konuluşunun sonuçları da pek iç açıcı değildir ve EMEP’in reformist çizgisinin geldiği yere ayna tutmaktadır. Zira, kendine marksist yahut sosyalist diyebilen bir hareket sınıfsal tahlil yapmaktan işte bu denli uzaklaşabilmektedir. Bayrağın “politik amaca dair güç odakları olarak kullanılmaya başlandığında” birleştirici olmaktan uzaklaştığını söyleyenler acaba iktidar ilişkilerinin böylesi ekonomik-politik açılımlar tarafından belirlendiğini, ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf çatışmalarının buradaki kıymet-i harbiyesini görmüyorlar mıdır? Zannımızca hayır, ya da maalesef evet (ki böylesi bir durumda bunları kaleme almak onları en “sevimli” ifadeyle oportünist kılacaktır).

Bir sonraki cümlede ise yurtseverliğe de methiyeler düzülüyor gibi. Elbette burada kastedilen Kürt yurtseverliği değil. Kendine “komünist” diyen legalist-reformist bir partinin bugünlerde böyle bir politika yürüttüğünü biliyorduk. Anlaşılan o ki, EMEP de yurtseverlik kavramına hoş gözlerle bakmakta, “yurtseverlik gerici-reformist argümanların son noktasıdır, işçilerin sınıfsal bilincini karartmaktadır” demek için ya cesaret göstermeyecek, ya da reformizmin içinde kendine fazlasıyla kalıcı bir yer çizdiğinden bu politikayı koyabilecek bakıştan yoksun olacaktır.

“Kürt sorununu çözmek hükümetin ve meclisin işi değil mi?” alt başlıklı diğer bölüme geçelim.

Arabaşlıktaki cümlenin kendisi bile EMEP’in parlamentarizmi konusunda yeterli bir fikir vermektedir. Düzenin kendisinden kaynaklanan ve onunla hesaplaşma içinde çözülebilecek olan bir sorunun hükümet ve meclis tarafından çözülebileceğini, isterlerse bunu pekala yapabileceklerini dile getiren bu sözler, parlamentarizme ilişkin bönce bir inancı dile getirmekten öte bir anlam taşımıyor. Öte yandan, “Bozuk düzende sağlam çark olmaz” sözünü hatırlatırcasına, “hükümetle uğraşalım, güzel, ancak devleti ve bundan ötesi burjuva iktidarını ne yapacağız?” sorusunu akla getirmeden edemiyor.

Hemen devamında okuyoruz:

“Son çeyrek yüzyılda görülmüştür ki; Türkiye için Kürt sorununun demokratik bir biçimde çözümü için tek bir yol vardır: O da Türkiye’nin kendi Kürtleriyle oturup sorunun çözümünün nasıl olacağını onlarla konuşmasıdır. Bu kimseyi küçültmez. İngiltere Kuzey İrlanda sorununu, İspanya BASK sorununu böyle çözüm yoluna soktular. Kimse de bu ülkelerin hükümetlerini, askeriyesi, polis güçlerini; ‘devlete karşı silah çekmiş güçlerle konuştu’ diye aşağılamadı. Türkiye de ancak kendi Kürtleriyle oturup konuşursa; onların demokratik taleplerini karşılamak için bir çaba içinde olursa Kürt sorunu çözüm yoluna girmiş olacaktır.” (s.7).

İspanya BASK sorununu, İngiltere Kuzey İrlanda sorununu çözmüş müdür? Ve ekleyelim... Kürt sorununun nihai çözümünü hükümetle, askerle ve polisle diyalog yoluyla çözmeye çalışan Emek Partisi acaba düzenin tüm kurumlarından ve devlet aygıtının zor gücünden, diğer bir deyişle bugüne kadar Kürt ulusuna kurşun yağdırmış, Şemdinli’de su yüzüne çıkmış bu kirli ilişkiler yumağından nasıl bir medet ummaktadır? Şemdinli ve Yüksekova’da estirilen terör sonrası sokaklara dökülmüş onbinlerce Kürt’e, kardeş ulusa söylenecek ve önerilecek, dahası sermaye hükümetinden beklenecek şey “gelin konuşun, anlaşın” mı olacaktır?

Kürt sorununun gerçek ve kalıcı çözümü, Türk ve Kürt halklarının kurulu düzene karşı birleşik örgütlenmesinden ve mücadelesinden, bu ülkenin tüm işçi ve emekçilerinin sermaye iktidarına karşı birleşik bir mücadele hattı örmesinden geçmektedir.

Komünist hareketin temel değerlendirmelerinde ulusal soruna ilkelere dayalı sınıfsal yaklaşım özlü biçimde şöyle dile getirilmiştir: “Proletaryanın kurtuluşu genel sorunu çerçevesinde sınıfsal eşitsizlik ve baskının her biçimine karşı mücadele eden komünistler, bu biçimlerden biri olarak, ulusal eşitsizlik ve baskının da kesin olarak karşısındadırlar. Ulusların kölelik altında tutulmasına, ulusal ayrıcalıklara ve baskıya, her türlü ulusal hak eşitsizliğine karşı, kararlılıkla savaşırlar... Bununla birlikte, komünistler, ulusal sorunu kendi başına, kendine yeten, tecrit edilmiş bir sorun olarak ele alamazlar. Bu soruna, proletaryanın devrimci sınıf çıkarları ve tarihsel amaçları açısından, devrim ve sosyalizm mücadelesinin uluslararası çıkarları açısından yaklaşırlar. Ulusal ilke ve esaslardan değil, sınıfsal ilke ve esaslardan hareket ederler; tutum, politika ve görevlerini bu ikincileri temel alarak saptarlar.” (Ulusal Sorun ve Devrim, s. 225).

Bu temel marksist ilkesel tutum ve programatik tespitlerden yoksun oportünist bir hareketin elbette “Türkiye’nin geleceğinin bölünme mi, birlik ve kardeşlik mi?” olduğu üzerine kaleme aldığı bir metinde gündelik olayların ardından sürüklenme ve ilkelere dayalı zemini yitirme akibetiyle karşılaşması doğaldır. Metnin geneline yansıyan, ona rengini veren reformist-icazetçi tutum, EMEP’in geldiği yeri doğrudan göstermektedir. Bir dizi sol grubun içinde bulunduğu bu reformcu çizgiye karşı devrimci çözümü eksen almak, böylesi bir atmosferde her yerde, her şartta proletaryanın ilkelere dayalı devrimci mücadele programına sarılmak ve bu temelde mücadeleyi yükseltmek ihtiyacı gitgide daha da yakıcılaşmaktadır.

Y. Kara