24 Aralık 2005 Sayı: 2005/50 (50)
  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist saldırganlığa karşı
komşu halklarla dayanışmayı
yükseltelim!
  17 Aralık eyleminin gösterdikleri
  Çelebi’nin gerçek yüzü ortaya çıktı
  Asgari ücretteki 30 milyonluk artış bir
kavga çağrısıdır
TÜSİAD patronlarının arsızlığı
Sevda Aydın yalnız değildir!
  Katliamcı polisler ödüllendirildi; Uğur’u unutturamayacaklar!
  19 Aralık katliamını protesto eylemlerinden...
  Şemdinli eylemleri...
Katil devlet hesap verecek!
  Ümraniye İşçi Kurultayı’nda Kurultay
Hazırlık Komiteleri
adına sunulan tebliğ
  Ortadoğu’da gelişmeler ve sermaye
düzeninin büyüyen açmazları /Orta sayfa
  Orhan Pamuk sevdası ve emperyalist
dünyanın ikiyüzlülüğü
  Orhan Pamuk: Burjuva demokratların yeni misyoneri
  Hedef genişleten
NATO dünya halklarını tehdit ediyor
  Hong Kong; Emekçiler emperyalist-kapitalist yağmaya karşı ayakta!
  Filistin halkı iradesini
emperyalist/siyonist zorbalara teslim
etmiyor
  Alman burjuvazisi polis devletine yönelik
adımlara hız veriyor
  “Emek” Partisi nereye?
  19 Aralık katliamı ve direnişi
  Ekim Gençliği’nden
  Basından...
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Ortadoğu’da gelişmeler ve sermaye düzeninin büyüyen açmazları

Türkiye üzerine her durum değerlendirmesi Ortadoğu boyutunu da bir biçimde içermek durumundadır. Bunsuz Türkiye’de olayların seyri üzerine sağlıklı ve bütünsel bir değerlendirme yapma olanağı yoktur. Sorunun anlamı ve önemi iç politikayla organik bir bütünlük oluşturan olağan bir dış politika boyutundan daha öteyedir. Türkiye 60 yıldan beridir kesintisiz bir biçimde emperyalizmin en önemli Ortadoğu üssü konumundadır ve sorunun büyük önemi bu konumla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Amerikan emperyalizminin Ortadoğu politikası, bu politikanın somut ihtiyaçları ya da yarattığı sorunlar, dış politikasından öteye dolaysız olarak Türkiye’nin iç politikasına da yansımakta, hatta birçok durumda onu belirleyebilmektedir de.

Aradan geçen 25 yıla rağmen kurumsal yapısı ve çok yönlü politik-pratik etkileri bugünün Türkiye’siinde hala belirgin biçimde süren Amerikancı faşist 12 Eylül darbesi bunun açıklayıcı bir örneğidir. Bu faşist askeri darbe toplumsal muhalefeti dizginlemek ve ileri kesimini oluşturan devrimci hareketi ezmek için gerçekleştirilmişti kuşkusuz. Fakat bu onun basitçe ve yalnızca bir iç politika ihtiyacının ürünü olduğu anlamına gelmiyordu. O günlerde Türkiye’nin iç siyasal yaşamının yeniden kontrol altına alınması, burjuva sınıf düzenini tehdit eden “iç tehlike”yi bertaraf etmek kadar Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki yeni ihtiyaçları bakımından da temel önemde bir gereklilikti. İran Şahı şahsında Ortadoğu’daki en önemli dayanaklarından birini yitiren ve Afganistan’daki Sovyet yanlısı gelişmelerden ciddi biçimde kaygılanan Amerikan emperyalizmi, doğan boşluğu ve oluşan yeni tehditleri/tehlikeleri Türkiye üzerinden yeni düzenlemelerle dengelemek istemiş, bunun için de Türkiye’nin cephe gerisinde işini sağlama bağlamak istemişti. Faşist 12 Eylül darbesinin bizzat CIA tarafından tezgahlanması, gerçekleştiğinde dönemin Amerikan başkanına anında müjdeli haber olarak iletilmesi, aynı gün Brüksel’deki NATO Karargahı’nda adeta bayram havası yaşanması bundan, faşist darbeyle birlikte emperyalizmin bölgesel ihtiyaçları doğrultusunda yapılacak yeni düzenlemeler ve atılacak yeni adımlar için yolun açılmış olmasından dolayı idi aynı zamanda.

‘90’lı ilk yıllardan itibaren ABD tarafından Türkiye için gündemleştirilen “ılımlı islam modeli ülke” projesi, buna bir başka örnek olarak verilebilir. Bu, iç siyasal yaşamdan çok Amerikan emperyalizminin bölgesel politikalarına daha iyi uyum ve katılım sağlayan bir ülke ihtiyacının ürünü olmuştur. Fakat tam da bu ihtiyaç çerçevesinde Türkiye’nin iç siyasal yaşamına “ılımlı islam”ı güçlendiren ve çok yönlü desteklerle öne çıkaran bir müdahaleyi gerektirmiştir. Amerikan emperyalizminin dolaysız olarak taraf olduğu Refah Partisi operasyonundan çıkan bugünkü AKP iktidarı, bu projenin dolaysız bir ilk ürünü olmuştur. Bu sayededir ki, bugün ABD emperyalizminin Ortadoğu politikasına en iyi uyumu sağlayan, siyonist İsrail ile en iyi ilişkileri kuran, İsrail’in tüm İslam ülkelerinde kabul görmesi için gönüllü misyonerlik yapan (Pakistan’la geliştirilen ilişkilere aracılık örneği) ve tüm bunların karşılığı olarak ABD’deki en etkin siyonist lobilerden üstün liyakat madalyaları alan bir “islamcı” hükümetle yüzyüzeyiz. “Ilımlı islam” işte bu türden dış ihtiyaçlar içindi, fakat Türkiye’nin iç yaşamına bir ağırlık olarak oturmuş, oturtulmuş bulunmaktadır.

Bugün ABD Ortadoğu’da büyük bir yeni maceraya giriştiğine göre, elbette bunun da Türkiye’in iç ve dış politikası üzerinde ciddi sonuçları olacaktır ve nitekim olmaktadır da. Gelişmelerin sadece Kürt sorunu boyutu bile bunu bugünden kanıtlamaya yeter. Oysa sorun bunun ötesindedir, çok daha kapsamlı ve çok boyutludur. Yine de bizi burada şimdilik bunlardan ikisi, Kürt sorunuyla bağlantılı gelişmeler ile komşu devletlerle ilişkiler boyutu ilgilendirmektedir. Daha yakından bakıldığında bu ikisi arasında çok dolaysız bir ilişki olduğu da görülecektir. Zira Kürt sorunuyla bağlantılı gelişmeler bugün Amerikan emperyalizminin elinde Türkiye’deki işbirlikçi rejimi terbiye etmenin ve bu arada Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini kendi bugünkü politikasına sıkı sıkıya bağlamanın aracına dönüşmüş bulunmaktadır.

Irak batağından çıkış arayan ABD

“Büyük Ortadoğu”ya yönelik olarak büyük bir gürültüyle ilan ettiği tarihi saldırısına Afganistan ve Irak üzerinden başlayan Amerikan emperyalizmi halen Irak’ta, saldırı dizisinin daha bu ikinci ayağında, büyük bir batağa saplanmış bulunmaktadır. Kuşkusuz henüz yenilmiş değildir; fakat hedefleri yönünden daha şimdiden başarısızlığa uğradığı da kesindir. Başta Ecevit olmak üzere işbirlikçi Türk burjuvazisinin bazı deneyimli politikacıları, ABD’nin Irak’ı üçe bölmek ve bağımsız bir Kürdistan devleti yaratmak istediğini, olayların bu yönde seyrettiğini söyleyip durmaktadırlar. Olayların Irak’ın bölünmesi doğrultusunda seyrettiği açık olmakla birlikte, bu ABD’nin başlangıçtaki hedefi değil fakat uğradığı başarısızlığın yarattığı ehven-i şer bir sonuçtur. Üçe bölünmüş bir Irak’ta ABD’nin elde tutabileceği tek parça ancak Irak Kürdistanı olabilir; bu ise, başlangıçtaki hedefleri açısından düşünüldüğünde, ABD için gerçekte yenilgi demektir.

Öte yandan üçe bölünme ve Kürdistan parçasına çekilme, Irak’ı ABD için bir batak olmaktan buna rağmen çıkaramayacaktır. Bu yalnızca çatışmanın, güçlerin yeni bir mevzilenmesi temelinde ve yeni biçimler içinde sürmesi anlamına gelecektir. Gerici Arap burjuvazisi Güney Kürdistan üzerindeki tarihsel hak iddiasından öyle kolay vazgeçemeyeceği gibi, sınır sorunlarından temel önemde bir konu olarak Kerkük sorununa kadar herşey daha baştan (üstelik komşu ülkeleri de içerecek biçimde) yeni bir anlaşmazlıklar, çatışmalar ve savaşlar dizisinin nedeni olacaktır. Ve ABD böyle bir çok yönlü çatışmalar dizisi ortamında kendini bugünkü direniş güçlerinden öte güçlerle karşı karşıya bulacaktır. Kendi de bunun çok iyi biçimde bilincinde olan Amerikan emperyalizminin bu çerçevede işbirlikçi Türkiye burjuvazisinden önemli beklentileri vardır ve bunlar Türkiye’nin dış politikası kadar iç politikasını da yakından ve derinden etkileyecek niteliktedir.

Bunu ele almadan önce ve ikisi arasında bir bütünlük oluşturmak üzere ikinci konuya geçiyoruz.

Irak’a saldırıyı somut durumun gerektirebileceği uygun biçimler içinde İran ve Suriye üzerinden de sürdürmek hesabında olan ABD, ummadığı çap ve şiddetteki direnişin güçlü darbeleri altında hız kesmek ve bu ülkelere yönelik operasyon planlarını fiilen ertelemek durumunda kalmıştı. Şimdi ise onu tam da bu aynı nedenle yeni bir tutum içinde görüyoruz. Irak’ta batağa saplanan ve başlangıç hedefleri yönünden başarısızlığa uğrayan ABD, bunun yarattığı politik ve moral güç kaybını bu kez öteki ülkelere yönelik operasyonlar sayesinde elde edeceği üstünlüklerle dengelemek istemektedir. Yani Irak’ın batağa dönüşmesi ve sürecin belirsizliğe bürünmesi, ABD’yi öteki hedefler üzerinden hamle yapmaya zorlamaktadır. O böylece Irak’taki konumunu da bir parça rahatlatacağını ve süreci kontrol altına alacak doğrultuda güçlendireceğini ummaktadır.

Suriye’nin çekilmesi ve Amerikan işbirlikçisi bir yönetimin başa getirilmesiyle sonuçlanan Lübnan operasyonu bu kapsamdaydı, fakat kendi başına anlamlı olmaktan uzaktı. Asıl hedef İran olduğu halde Irak’taki belirgin başarısızlığının ardından şimdilik buna cesaret edecek gücü kendinde bulamayan ABD, halen arzuladığı sonuçlara zayıf ve çürümüş bir kastın yönettiği Suriye üzerinden ulaşmak istemektedir. Son dönemlerde bu ülke üzerinde yoğunlaştırılan çok yönlü uluslararası basınç, “Suriye operasyonu”nun bugünkü biçimidir. Bununla mevcut rejimin Amerikan çizgisine çekilmesi (birçok belirti esas tercihin bu olduğunu gösteriyor), ya da ortaya çıkacak yeni duruma bağlı olarak Amerikancı bir rejimle değiştirilmesi hedeflenmektedir.

Ne var ki zayıf Suriye rejimi üzerinden bu operasyon sonuç verse bile, direnme gücü ve iradesi nispeten yüksek İran dokunulmaz olarak kaldığı sürece ABD umduğu politik ve moral gücü yine de kazanamayacaktır. Bir nükleer cephanelik olan İsrail karşısında nükleer bir güç olarak varolmak konusunda kesin kararlılık içinde görünen İran’ın gitgide güçlenen meydan okumaları bunu özellikle zora sokmaktadır. İran’ın meydan okuyan tavrı siyonist İsrail’in aynı nedene dayalı tersinden basıncıyla da birleştiği ölçüde, Amerikan emperyalizmi sonuçta bir biçimde İran’la karşı karşıya gelecek gibi görünmektedir. Bu ise, ABD emperyalizmi için bir bölge üssü konumundaki Türkiye’nin dış politikası kadar toplam siyasal yaşamını yakından etkileyecek bir başka temel önemde sorun kaynağıdır.

Kürt sorunu üzerinden kuşatma ya da Güney Kürdistan açmazı

Güney Kürdistan üzerinden bağımsız bir Kürt devleti, Türk burjuvazisinin en büyük tarihi korkularından biriydi ve bu, bugün fiilen artık gerçeğe dönüşmüş bulunmaktadır. Barzani’nin yakın günlerde ABD’nin doğrudan himayesi altında Washington’dan başlayıp Londra ve Berlin’den sonra Vatikan’la süren büyük “başkan”lık turu, bu fiili duruma uluslararası bir diplomatik meşruiyet sağlama ve Güney Kürdistan’ı yarınki resmi devlet statüsüne bugünden hazırlama operasyonudur. Politik ve diplomatik bakımdan büyük bir anlam ve önem taşıyan bu gezi, ABD’nin öteki büyük emperyalist güçleri de buna ikna etmiş bulunduğunu göstermektedir. Türk burjuva gericiliğinin büyük korku ve kaygılar içinde izlediği bu gelişme karşısında yapabileceği hemen hiçbir şey yoktur. Nitekim bizzat Genelkurmay Başkanı bu alandaki gelişmeleri bir “realite” olarak tanımlamıştır ve bu, boyun eğmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok demekle aynı anlama gelmektedir. Bir süredir işlerin ve ilişkilerin bu “realite”ye göre ayarlanması da bunu göstermektedir.

Fakat oluşan “realite”ye boyun eğmek sorunların bittiği değil, tam tersine başladığı noktadır. Bugün Güney’de devletleşme düzeyine ulaşmış bir sorunun Kuzey’de hala varlığı bile resmen kabul edilmemektedir. Doğal olarak bu da Türkiye’nin kendi içinde Kürt sorunu eksenli gerilimi gitgide artan ölçülerde şiddetlendirmektedir. Geçen Newroz’dan beri tırmanan olaylar bunun somut bir yansımasından başka bir şey değildir. Newroz gösterileri yılları bulan İmralı operasyonuna rağmen Kürt halkının kırılamayan ulusal özgürlük ve eşitlik arzularının yeniden tescili olmuş, bu işi önemli ölçüde hallettiğini sanan burjuva gericiliğini şaşkınlık içinde bırakmıştı. Güney Kürdisan’daki gelişmelerin yarattığı büyük tedirginliklerle üstüste bindiği ölçüde de, Kürt sorununa ilişkin korku ve kaygılarını şiddetlendirmişti. O zamandan beri devlet büyüyen bu korku ve kaygıların sersemletici etkisi altında soğukkanlı düşünme yeteneğini adeta tümden yitirmiş görünüyor. O Kürt sorunundaki inkarcı tutumunu gitgide katılaştırmakla kalmıyor (son olarak bu “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”nin yeni biçiminde yeniden ifadesini bulmuştur), yanısıra Kürt halkına yönelik sindirici saldırı ve provokasyonlarla gerçekte sorunu daha da azdıran bir kör politika izliyor. Gerçekte bu bir politika bile değil, şaşkınlık ve çözümsüzlük içinde olayların ardından sürüklenme durumudur. Fakat sonuçları kendini, kirli özel savaşın yeniden tırmandırılması, Türk halk kitlelerinin saldırgan bir kör şovenizm içinde sersemletilmesi, baskı ve terör yasalarının tahkim edilmesi, kısaca Türkiye’nin iç siyasal yaşamının ağır bir gericilik atmosferi içinde hepten zehirlenmesi olarak gösteriyor.

ABD-İsrail destekli Güney Kürdistan gerçeğinin Türkiye’deki Kürt sorununu ağırlaştıran etkisi sorunun bir yanıdır. Öteki yanı bu aynı ikilinin Güney’deki Kürt devletinin tanınmasını, dahası kendileriyle aynı çizgide müttefik olarak himaye edilmesini Türk burjuvazisine ve devletine dayatacak olmalarıdır. Bunun birçok belirtisi bugünden vardır. Amerikan emperyalizminin düzen medyasındaki uzantıları uzun zamandır Amerikalı efendilerin telkinleri doğrultusunda bunu bütün açıklığı ile işleyip durmaktadırlar. İşbirlikçi büyük burjuvazinin TÜSİAD’da temsil edilen en güçlü ve ABD’ye en yakın kesimleri, kendileri yönünden gerçekçi bir tutumla buna dünden razıdırlar. Onlar bunu bir yandan artık direnilmesi olanaksız bir “realite” saymakta ve öte yandan, iktisadi-mali olanaklarına güvenerek, Güney Kürdistan’ı kendileri için yeni bir sömürü alanı ve pazar olarak görmektedirler. Kabullenmenin ve hamiliğe soyunmanın, Güney Kürdistan’ı fiilen Türkiye’nin iktisadi uzantısı ve siyasal nüfuz alanı haline getireceğine inanmaktadırlar. ABD tarafından sistemli bir biçimde iştahları bu yönde ayrıca kabartılmaktadır. Henüz açıkça dile getirme gücü ve iradesi gösteremese de gerçekte AKP hükümeti de bu konuda Amerikancı politikaya destek vermeye hazırdır ve içerde kendisine diş bileyenlere karşı varlığını ABD desteğine endekslemiş bulunduğu için, buna bir bakıma mecburdur da. Adı çok doğrudan konulmasa da Güney’deki Kürt yönetimiyle adım adım geliştirilen açık-gizli ilişkiler bunun çoktan icraata döküldüğünü de göstermektedir.

Burjuvazinin ve ordunun bir kesimi ile CHP ve MHP gibi düzen partileri elbette halihazırda buna karşıdırlar. Fakat bu karşıtlık uygulanabilirliği olan bir politikadan çok tarihsel Kürt sorunu korkusundan, bunun bir uzantısı olarak geleneksel inkarcı Kürt politikasının körlemesine bir devamından ibarettir. Bu bir politika değil fakat çözüm bulamadıkları, bulma olanaklarından da yoksun bulundukları büyük bir açmazdır. Yaşadıkları açmazın öteki bir yanı da, ABD, İsrail ve giderek bütün bir batı emperyalizminin destek ve omuz verdiği bir gelişmeye, bu aynı güçlerin bölgedeki en sadık uzantıları olarak karşı durmaları oluşturmaktadır. Bunu karşı durmaktan çok, durmak istemek olarak tanımlamak daha doğrudur; zira olaylar bu karşı duruş politikasının tutmayacağını günden güne daha açık olarak göstermektedir.

Eğer Türkiye’de bir Kürt sorunu bulunmasaydı, dahası Kürt sorununun asıl belirleyici gövdesi Türkiye’de olmasaydı, bu durumda kuşkusuz sorun kalmaz, sözkonusu açmaz oluşmaz, Güney Kürdistan üzerinden yaşanan gelişmelerin bunaltıcı etkisi Türk burjuva gericiliğini bu denli uğraştırıp yormazdı. Tersine, onyıllardan beridir siyonist İsrail ile yakın ilişkileri Amerikancı konumun bir gereği olarak benimseyip uygulayan tüm kesimleriyle bu aynı burjuva gericiliği, yine aynı konumun bir gereği olarak bu kez, Amerikan emperyalizminin Güney Kürdistan üzerinden yarattığı bu yeni mevziye de tüm gücüyle omuz verirdi. Nitekim böyle “yan sonuçları” olmadığı için Yugoslavya’nın parçalanmasına gönül rahatlığı içinde omuz verilmiş, bunun için yürütülen emperyalist savaş içinde Türk sermaye devleti dolaysız olarak yer almış, bu bölünmenin ürünü yeni devletlerle çok yakın ilişkiler kurulmuştur. Gelgelelim sorunun temelden farklılığı ve dolayısıyla kritik özü de burada anlamını bulmaktadır. Irak’ın bir Kürt devleti doğuracak biçimde bölünmesi demek, Türkiye’deki Kürt sorununa acilinden çözüm ihtiyacı demektir. Bunu soruna taraf hemen herkes çok iyi bilmektedir.

Sorunu ağırlaştıran ve içinden çıkılması zor bir ikileme dönüştüren ek etkeni zaten dile getirmiş bulunuyoruz. Kendi içindeki Kürt sorununu boğmakla meşgul olan ve bunu bir kez daha gerçek anayasası üzerinden katı inkarcı bir “milli politika” olarak yinelemiş bulunan Amerikancı bir rejim, emperyalist efendilerinin bölgedeki yeni mevzisi olarak Kürt devletini tanımak ve dahası himaye etmek sorunuyla yüzyüzedir bugün. Bu, başlarına gelebilecek felaketlerin en büyüklerinden biri sayılırdı ve bugün somut olarak gelmiş bulunmaktadır. Halihazırda, ABD’nin gitgide anlamını yitiren resmi söyleminden güç alarak, “Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması”na ilişkin istek ve hassasiyetlerini yineleyip durmakla yetiniyorlar; daha fazlasını yapacak, daha ötesine geçecek güçten ise tümüyle yoksunlar. Başlarına geçirilen çuvalla Amerikalı emperyalist efendiler bunu onlara yeterli açıklıkta göstermiş de bulunmaktadır. Onlar ise buna rağmen yeniden Amerikancı çizgiyle tam uyuma geçerek, bu terbiye operasyonundan gerekli sonuçları çıkardıklarını gösterdiklerine göre gerçekte yapabilecekleri fazla bir şey yok. Ordunun başındaki adam, Barzani’nin Beyaz Saray’da gösterişli törenler eşliğinde “başkan” olarak ağırlanmasını bir “realite” sayarken, elinde olmayarak bu aynı gerçeği en dolaysız biçimde ve en üst seviyeden doğrulamış olmaktadır.

Ama yineliyoruz; Güney’deki fiili devleti realite olarak kabullenmek yetmiyor, emperyalist efendileri bu realitenin resmi düzeyde benimsenmesini ve yakın ilişkiler içinde himaye edilmesini de istiyorlar. Buradan gelen dayatmalardan bir kaçış olanağı olabileceğini sanmıyoruz; bu ancak ABD-İsrail ikilisini karşıya almakla olanaklı olabilir ki, olacak şey değildir. Bu olanaksızlığı bize olayların seyri de yeterli açıklıkta göstermektedir.

İran ve Suriye konusunda Amerikancı çizginin açmazı derinleştirecek sonuçları

Fakat emperyalist efendilerin sorunu sadece kendi Kürt politikalarını Güney Kürdistan üzerinden Ankara’daki işbirlikçilere dayatmaktan ibaret değildir. Şu sıralar bundan da önemli ve acil olan, bir bütün olarak bölge politikasının, acil olarak da İran ve Suriye politikasının ABD çizgisiyle tam uyuma getirilmesidir. Türkiye’nin komşularıyla olan ilişkilerinin ABD emperyalizminin bölge politikalarıyla daha sıkı biçimde uyumlulaştırılması, gelinen yerde Türk burjuvazisi için tercihten öteye artık bir zorunluluk olmuştur. Bu zorunluluğun hassas dengelere dayalı ekonomik ve mali nedenlerden öteye, bizzat bölgedeki gelişmeler ve bunun Kürt sorunu üzerinden yarattığı sonuçlarla sıkı sıkıya bir ilişkisi var. ABD’nin Irak politikasının bir parça olsun uzağına düşmenin bile kendisine nelere malolacağını görmüş bulunan ve bundan dersini almış görünen bir egemen sınıf ve devlet iktidarı ile karşı karşıya olduğumuzu söylersek, kendini uyuma mecbur hissetmenin ne anlama geldiğini de en kestirme yoldan anlatmış oluruz herhalde.

Özellikle Kürt sorunu üzerinden bu komşu devletlerle her zaman gerici işbirliğine girişmiş ve Güney Kürdistan’daki gelişmeleri bir ara bu gerici ittifakı yeniden güçlendirerek karşılamak istemiş Türk burjuvazisi, Amerikalı efendileri tarafından halen bu çizgideki girişimlerden alıkonulmuş bulunuyor. İncirlik Üssü’ne ilişkin tüm dayatmaların kabul edilmesi, İsrail’le ilişkilerde tam da Güney Kürdistan’daki gelişmeler nedeniyle oluşan arızaların hızla onarılması, ABD-İsrail-Türkiye mihverinin yeniden güçlendirilmesi, bütün bunlar bunu anlatıyor. Daha da ötesi, ABD’nin halihazırda Suriye ve İran’a yönelik olarak sürdürmekte olduğu uluslararası kuşatmaya tam destek verecek bir noktaya gelinmiştir. Siyaset Belgesi’ndeki son düzenlemeler bunu açıkça içermektedir. Bizzat Genelkurmay başkanının ağzından İran’ın “nükleer tehdit” ilan edilmesi ve bunun üst düzey yetkililer tarafından yeri geldikçe tekrarlanması bu anlama gelmektedir. Bu, İran’a yönelik en temel Amerikan argümanının devlet politikası olarak benimsenmesi demektir ve muhtemelen de yeni düzenlemeler sonrasında dış politikaya ilişkin en önemli hükümleri halen gizli tutulan “Siyaset Belgesi”nde de bu şekliyle yer almaktadır.

Sorun, ABD’nin bu ülkelere yönelik siyasal ve diplomatik kuşatmasına omuz vermekten ibaret de değildir. Temel hükümleri gizli tutulan son İncirlik Üssü anlaşmaları, Türkiye’yi bu ülkelere yönelik ABD operasyonları için sınırsız bir saldırı üssü haline getirmiştir. ABD’nin Irak politikasına “tezkere kazası”nın sonucu olarak doğan istek dışı uyumsuzluğun bedelini çuval operasyonu ve fiili Kürt devleti ile ödediğini düşünen (örneğin Demirel’e göre olup bitenlerin tek nedeni 1 Mart tezkeresinin reddidir!) Türk burjuvazisi, kendince aynı hatayı İran ve Suriye’ye yönelik operasyonlarda yinelemek istememektedir.

Fakat İran ve Suriye, Türkiye ile birlikte Kürt sorununu barındıran ve Türk burjuvazisi ile birlikte Kürtler’in ezilmesinden çıkarı olan öteki iki ülkedir. Bu gerici çıkar birliğini ABD politikalarına uyum çerçevesinde terketmek durumunda kalan Türk burjuvazisi, böylece Kürtler’in ezilmesindeki en doğal müttefiklerini de karşıya almış olmaktadır. Sorun bundan da ibaret değildir. Suriye ve İran’a yönelik ABD operasyonlarının şu veya bu ölçüde sonuç vermesi demek, her halükarda bu iki ülkedeki Kürtler’in durumunda belli sınırlar içinde bir iyileşme de demektir. (ABD, tıpkı Irak’ta olduğu gibi, bu iki ülkeye yönelik müdahalesinde de Kürt muhalefetinden en etkin biçimde yararlanmak çabasındadır ve başarılı olması durumunda bunun karşılığını Kürtler’in durumunda iyileştirmeler olarak verecektir). Bu ise Türk burjuvazisinin katı inkara dayalı Kürt politikası üzerindeki basıncın bugünküyle kıyaslanamaz ölçüde artması anlamına gelecektir. Özetle Türk burjuvazisi Kürt sorununda içinden çıkılması zor bir açmazın içindedir ve artık ne yapsa fatura olup kendisine dönmektedir.

Tüm bu gelişmelerin iç politikaya ve egemen sınıfın iç ilişkilerine etkisi, durumun bunaltıcı etkisi karşısında bir parça olsun soluklanmak üzere ve bu arada yeni “realite”ye uyum çerçevesinde düzen cephesinde son günlerde kendini gösteren yeni arayışlar, tüm bu gelişmeler karşısında devrimci duruşun anlamı, çerçevesi ve politik-pratik gereklerini ayrı bir değerlendirme halinde gelecek sayıya bırakıyoruz.

(Türkiye Komünist İşçi Partisi Merkez Yayın Organı Ekim’in Aralık 2005 tarihli 243. sayısından alınmıştır...)