08 EKİM 2005 Sayı: 2005/40 (40)

  Kızıl Bayrak'tan
  AB hayallerinin çöküşü ve AB'ye hizmette buluşanlar
  AB ile müzakere süreci başladı.
  Gençlik geleceğine sahip çıkıyor
  Meclis yeni saldırılar için işbaşı yaptı
  "Sosyal Güvenlik Reformu" uygulanmadan iflas etti
Erdemir'de yağma savaşının galibi OYAK
Özelleştirme gelirleri sermayenin derdine derman olabilir mi?
  Özelleştirme saldırısında yeni hamleler
  Devlet terörü her yerde
  Tarımda yıkım ve emekçi köylülük
  Milliyetçilikler kıskacında sendikacılık ve sınıf mücadelesinde "D"İSK / Y. Akkaya
  Demokrasi mücadelesi ve Kürt sorunu/3 (Orta sayfa)
  Fransa'da onbinlerce emekçi grevde
  Kapitalist düzende parçalanmış insan cesetleri de "para eder"!

  İran yine hedef tahtasında!

  Suriye yine hedefte!
  Kürdistan sorunu, çözüm dinamikleri ve handikapları/2
  Büyükçekmece İşçi Kurultayı hazırlık çalışmalarından
  Emekçi Kadın Buluşması gerçekleşti.
  Emekçi Kadın Buluşması; Taleplerimizi kazanmanın yolu mücadeden geçiyor!
  Bültenlerden / Kamu Emekçileri Bülteni
  Savaşsız bir dünya sosyalizmle gelecek!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

İşçi Kültür Evi Kadın Komisyonu'nun “Emekçi Kadın Buluşması” etkinliğinde sunduğu metin...

Taleplerimizi kazanmanın yolu mücadeleden geçiyor!

Bugün şiddeti ve özel olarak kadına yansımalarını konuşacağız. Oldukça zor bir konuyu seçtiğimizi biliyoruz; çünkü şiddetin nerede başlayıp nerede bittiğini tespit etmek son derece güç. Aynı güçlük, nedenlerini ortaya koyup çözüm üretmek noktasında da yaşanıyor. Ekonomik koşullar, din, kültürel yapı, hukuksal yapı ile içiçe geçmiş kadına yönelik şiddeti bir tek nedene bağlamak ve o neden üzerinden sorunu ortaya koymak zor olduğu kadar yetersiz de olacaktır. Yine de tüm bu zorluklara rağmen şiddetin aslolarak eşitsizliğin hüküm sürdüğü alanlarda boy verdiğini söylemek mümkün.

Kadına yönelik şiddet genelde aile temelinde ele alınmaktadır. Biz elbette aile içindeki şiddetle ve çözüm önerileriyle ilgileniyoruz; ancak burada sadece kadına yönelik aile içi şiddeti değil, devlet terörü olarak ifade ettiğimiz sermayenin egemenliğini sürdürmek için kullandığı zoru anlamaya çalışıp, tanıkların dilinden aktaracağız. Bu zor kimi zaman karakol, cezaevi olarak karşımıza çıkarılırken, kimi zaman bizi sokağa çıkamaz, hak talep edemez hale getiren, en azından amacı bu olan yasal düzenlemeler ardına gizlenerek karşımıza çıkarılmaktadır.

Devlet teröründen bahsederken hiç kuşkusuz Kürt kadınlarından da bahsetmek gerekiyor. Köyünden koparılarak metropollerin gecekondularına sıkıştırılan, dilini bilmedikleri bir ülkede sığıntı hayatı yaşayan Kürt kadınlarından... Belki yaşadıklarını kendi dillerinden aktaramayacaklar ya da çekinceleri onları konuşmaktan alıkoyacak, ama biz yine de onların adına konuşmaya kalkmadan, acılarını aktarmaya ve tüm ülkede estirilen şovenist dalgaya karşın halkların kardeşliğini dillendirmeye çalışacağız.

Bizler kadınların hayatını çekilmez kılan ekonomik şiddeti bir diğer başlık olarak seçtik. Kadın işsizliği, toplumsal işbölümüne uygun olarak ekonomik yaşamda alanları daraltılan emekçi kadınları ve mücadelede tuttukları yeri aktaracağız.

Şunu söylüyoruz: Mücadele etmeden hep birlikte varolana, bize dayatılanlara “hayır” demeden eşitlik ve özgürlük üzerine kurulu yeni bir yaşam yaratmak mümkün değil. Kağıt üzerinde yapılan yasal değişiklikler, koşullar değişmediği sürece, kadınlara karşı ayrımcılığın önlenmesinde ancak küçük bir gelişme sağlar. Bu nedenle bizim asıl vurgumuz biraraya gelmeye, sorunlarımızı paylaşmaya, birlikte çözüm üretmeye dair olacak.

Egemenliği sürekli kılma aracı olarak şiddet

Toplumlar, çıkarları birbirleriyle uyuşmayan -hatta çatışan- sınıflara bölünmüştür. Bu farklı sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişki, bir kesimin yararına olarak çözümlenmek zorundadır. Baskı ve şiddet araçları da, bu uzlaşmazlığın çözümü noktasında devreye girmektedir. Egemen sınıfların şiddet aygıtlarının en güçlüsü ise devlettir. Marx'ın da ifade ettiği gibi devlet, “sürekli ordu, polis, bürokrasi, din adamları ve yargıçlar gibi organları ile merkezileşmiş” güçlü bir baskı mekanizmasıdır. Yani devlet, toplumda varolan yerleşik kanının aksine, hiç de sınıflar üstü bir konuma sahip değildir.

Devlet, uzlaşmaz çelişkinin keskin uçlarından birinin, temsilcisi olduğu egemen sınıflara yönelme tehlikesine karşı, ezilenleri dizginleyebilmek, sindirebilmek ve boyun eğdirebilmek için vardır. Bu söylediklerimizi yapabilmek için bir taraftan bilincimizi eğitimle, din ile, medya ile biçimlendirirken, bunların yeterince etkin olmadığı yerde sistematik teröre ve şiddete başvurmaktadır.

Devletin şiddet dolu baskıcı yüzü tekil veya döneme özgü bir görüngü değildir. Devlet, yapı itibariyle baskıyı kendinde cisimleştirmek zorundadır; çünkü uygulanan ekonomik yıkım programları, özelleştirme saldırıları, işsiz-geleceksiz-umutsuz bırakma politikaları, emekçi kesimlerin huzursuzluğunu arttırmaktadır. İşçi sınıfı ve emekçilerin insanca yaşamaları için gerekli olan sağlık ve eğitim gibi en temel gereksinimleri bile doğru düzgün sağlayamayan, hatta bunları da özelleştirme kapsamına alan, kendi kârlarını arttırmak için onlara kölelik koşullarını dayatan sermaye iktidarının -ve sözcüsü devletinin- başvurduğu en etkin yol ise azgın bir devlet terörüdür. Özellikle Türkiye gibi, bağımlı bir ekonomiye sahip ülke devletlerinin vahşi yüzlerini acımasızca sık sık göstermeleri bundandır.

Devlet terörü ile varedilen sefalet ve yoksulluktan en fazla etkilenen kadın emekçiler, devletin çıplak şiddetine de maruz kalmaktadırlar. Kadınlar devlet terörü ile hayatın pek çok alanında karşılaşmaktadır. Kimi gün işi ve aşı için yaptığı eylemlerde/grevlerde, kimi gün evini yıkmaya geldiklerinde, kimi gün hücre tipi tabutluklara girmeyeceğini ifade ettiğinde, kimi gün üniversite işgallerinde, kimi gün cezaevinde işkenceye maruz kalan evlatları için yaptığı eylemlerde, kimi gün işgal altındaki topraklarında ve hatta Kürt kadını gibi şoven ulusal histeriler eşliğinde dilinin bile yasak olduğu topraklarda... Sefalet ve eşitsizlik düzenine karşı giriştiği bu kavgada yerini alan kadınların, devlet terörüyle ayırt edilmeksizin karşılaşması da kaçınılmazdı. Zindan direnişleri, işyeri işgalleri, eylemler, gerilla mücadeleleri kadınlar olmadan düşünülemeyeceği gibi, bunlara karşı yapılan katliamlar, gaz bombaları, gözaltılar da kadın olmadan düşünülemez.

Devletin şiddet mekanları karakollar, hapishaneler, muhaliflere karşı imha politikalarının açıktan uygulandığı alanların başında gelmektedir. Erkek ve kadın devrimciler itirafçılığa zorlanır, ihanete teslim olmadıkları koşullarda bireysel ve toplu katliamlarla karşılaşırlar. Devlet bu katliamları uygularken kadın ve erkek arasında bir fark görmemektedir. Fakat kadınlara fiziki baskının yanısıra psikolojik işkence de pervasızca uygulanmaktadır. Kadın kimliğine yönelik ağır hakaret eşliğinde cinsel taciz ve tecavüzle de teslim alınmaya çalışılmaktadır. Gülbahar, Asiye, Şükran gözaltında tacize uğrayan birkaç kadın sadece. 1997 yılından beri 211 kadın gözaltında tacize uğradığı için İnsan Hakları Derneği'ne başvuruda bulunmuştur. Yapılan bu insanlık dışı işkence, daha sonraki yaşantılarında, kadınların psikolojik birçok sorunla karşılaşmasına da neden olmaktadır.

Devletlerin bir diğer şiddet aracı da savaşlardır. Barış içinde sürdürdükleri diplomatik anlaşmalarını devam ettiremedikleri koşullarda, devletler savaşları planlamaktadır. Dünyada temiz içme suyuna dahi erişemeyen, kızamık gibi önlenebilir hastalıklar sebebiyle ölen, elektrik imkanları olmayan, günde bir dolardan az gelirle yaşamaya çalışan milyonlarca insanın varlığına rağmen, savaş teknolojilerine devasa bütçeler harcanmaktadır. İnsanlığa açlık ve yoksulluğun en katmerlisini getiren savaşlar, kadınlara da ağır acılar yaşatmaktadır. Savaşlarda kadın bedeni düşman askerlerinin ilk ganimeti olarak görülmektedir. Dünya tarihinde yaşanan kitlesel tecavüzlerin adresi de savaşlardır. Somali'de, Bosna'da, Filipinler'de, Afganistan'da ve en son Irak'ta yaşanan dramlar hafızalarımızdadır. Ayrıca sevdiklerinin savaşlarda ölmesi kadınların hayatları boyunca anacakları bir acı olmaktadır.

Türkiye'de uygulanan bir diğer baskı ise Kürt kadını özgülünde yaşanan ulusal baskı ve sömürüdür. Kürt kadını, Kürt illerinde süren savaşın en ağır bedelini ödemek zorunda kalmıştır. Binlerce insan evlerini terkedip büyük kentlere yerleşmek zorunda bırakıldı. İçişleri Bakanlığı'na göre 11 ilde 811 köy ve 2469 mezra olmak üzere toplam 3.280 yerleşim birimi boşaltılmıştır. Göçle birlikte kentle tanışan Kürt kadını yoksulluk, işsizlik, kültürel farklılıklar, çocukların eğitim sorunları gibi ağır sorunlarla yüzyüze kalmıştır. Bu sorunlarla başetmede zorlanan Kürt kadını aileyi taşıyıcı güç olarak ağır bir yükün altına girmektedir. Özellikle kentlerde büyük bir yoksulluk ve işsizlikle karşı karşıya kalan Kürt ailesi, hırsızlık, çetecilik, uyuşturucu, fuhuş gibi sorunların sosyal tehdidi altında yaşamını sürdürmektedir. Okula gitmesi gereken çocuklar sokaklarda çalışmak zorunda kalmaktadır.

Siyasi mücadele içine giren Kürt kadını da, bunun bedelini en ağır şekilde ödemek zorunda kaldı. Yaşam ve özgürlük hakkının ortadan kaldırılmasının dışında, gözaltında cinsel taciz ve tecavüz gibi cinsel saldırılara da maruz kaldı. Korucu ya da diğer güvenlik güçlerinin tecavüzüne dair örnekler, boyun eğmeyen kadınların anlatımıyla son yıllarda kamuoyuna da taşındı. Remziye Dinç, Şükran Aydın gibi kadınlar yaşanan şiddetin gün yüzüne çıkmasını sağladılar. Yıllarca bölgede konuşlanmış askeri güçlerin, korucuların hakaretine, tacizine, tecavüzüne maruz kalan Kürt kadını ayrıca eğitimsizlik ve gerici gelenek ve görenekler eliyle de sindirilmeye çalışılmıştır/çalışılmaktadır. Ancak, tüm bunlara rağmen, baskıya ve zora karşı örgütlenen mücadele Kürt kadınının ilerlemesini de sağlamıştır.

Kadının ikincil konumunun sebebi olan sermaye devleti, kadın sorununu ele alınırken gözardı edilmemesi gereken bir öneme sahiptir. Bu topraklarda ve dünyanın her yerinde yaşanan baskının ve geri bırakmanın ardında dolaysız olarak sermaye devleti vardır. Kadının karşı karşıya kaldığı aile içi şiddet de, ekonomik şiddet de temelini varolan toplumsal örgütlenişin devamını, özel mülkiyetin korunmasını amaç edinen devletin varlığına ilk elden bağlıdır.

Kadına yönelik aile içi şiddet

Kadına yönelik aile içi şiddet, kadınların karşı karşıya kaldığı önemli sorunlardan biridir. Burada kullanılan kavram aile içi olmasına rağmen şiddetin hiçbir türünün aileyle sınırlandırılmayacağını, aile içinde yaşanan şiddetin toplumsal bir olgu olduğunu, özel alan olarak tanımlanan alanın kamu olarak tanımlanan alanın bir parçası olduğunu belirtmek gerekiyor. Aile içi şiddet ekonominin örgütleniş biçimiyle, hukukla, genellikle kadınların dışında kaldığı ya da tutulduğu siyasal alanla, tüm bunlarla iç içe geçmiş, nüfuz etmiş kültürel dokuyla, ya da bir başka deyişle gelenek-göreneklerle, yaşam biçimiyle sıkı bağlara sahiptir. Tüm bu yapılanmalar kadına bakışı şekillendirmekte, kadının ne olduğunu belirlemekte ve şiddet bunun üzerinden kendisine yer bulmaktadır.

Kadına yönelik aile içi şiddet, içinde farklılıklar barındırsa da, tüm ülkelerde karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle ülkelerin refah düzeylerinden bağımsızdır. Bunun anlamı şiddeti ekonomik koşulların sonucu sayan anlayışın, bir başka deyişle yoksulluğun ve işsizliğin sonucu olduğu görüşünün gerçekliği tek başına açıklayamayacağıdır. Çeşitli sorunlar, ekonomik buhranlar gibi, şiddeti tetikleyebilir ancak hiçbir faktör tek başına açıklayamaz. Sözkonusu olan kadına yönelik aile içi şiddet olunca bu daha açık bir biçimde ortaya çıkar. Yasal düzenlemelerde kadın-erkek ayrımının yapılmadığı görece refah toplumu olarak adlandırılan İsveç gibi ülkelerde de kadınlar aile içinde şiddete maruz kalmaktadırlar. Bu şiddet varolduğu içindir ki, şiddete uğrayan kadınları korumak için İsveç'te her yerleşim biriminde kadın sığınakları kurulmuştur. Avusturya'da boşanmaların %59'unun nedeni şiddettir. ABD'de her yıl 4 bin kadın öldürülünceye kadar dövülmektedir. Afrika'da aile-toplumsal-dinsel şekilleniş nedeniyle 80 milyon kadın sünnet edilmektedir.

Şiddetin görünümü her ülkede değişmekte ancak varlığını korumaktadır. Türkiye'de yapılan araştırmalara göre evli her 100 kadından 34'ü fiziksel şiddete maruz kalmaktadır. Türkiye'de aile içi şiddetin bir başka biçimi de töre cinayetleridir. Töre-namus adına kadınlar öldürülmektedir. Kadın erkeğin namusu olmakta, erkeğe de bu namusu korumak görevi biçilmektedir. Kısacası kadın erkeğin malı-mülkü olarak görülmektedir. Güldünya, Şemse, Kadriye, Pınar töre cinayetlerine kurban verdiğimiz birkaç kadın sadece. Bildiklerimizden çok daha fazlası ise intihar adı altında saklanmakta, gizlenmektedir.

Aile meclislerinde töre cinayetlerine onay verenler arasında annelerin de bulunması hiç şaşırtıcı değildir. Çünkü sorun kadının erkek tarafından nasıl görüldüğü değil, bir bütün olarak erkek ve kadın kimliklerinin nasıl oluşturulduğudur. Doğarken kız ve oğlan çocukları olanların “kadınlık”, “erkeklik” kavramlarıyla biçimlendirilmesidir. Toplumsal kadın, toplumsal erkek kavramlarının neye tekabül ettiğidir. Bu nedenle ezilen, hor görülen pek çok kadın bunu olağan karşılayabilmektedir.

Kadına yönelik aile içi şiddet de diğer şiddet biçimlerinde olduğu gibi kaynağını eşit olmayan güç ilişkilerinden almaktadır. Ya da egemen olanın egemenliğini koruma isteğinden almaktadır.

Kadın ve ekonomik şiddet

Devlet terörüne maruz kalan, savaşlarda ve aile içinde şiddete uğrayan, sömürüden en çok pay alan kadınlar, ekonomik anlamda da çifte baskıya maruz kalmaktadırlar. Sermaye düzeni kadınları ucuza çalışan, baş eğen, örgütlenme bilinci gelişmemiş, kolayca piyasa dışına atılabilen, gerektiğinde çağrılabilen emekçi kesim olarak görmekte ve ona uygun davranmaktadır. Küçük bir azınlık bir kenara bırakılırsa, emekçi kadınlar en kötü koşullara sahip sektörlerde, güvencesiz çalıştırılmaktadır.

Ekonomik anlamda özgürleşmenin sağlanması, evden dışarı çıkamayan, geleneksel aile yapısı çerçevesinde eve hapsedilmiş kadınlar açısından özgürleşmeyi, fakat bununla birlikte sınırlı bir özgürleşmeyi ifade etmektedir. Şöyle ki, çalışan kadınlar ekonomik özgürlüğünü sağlamış olduklarından “koca”ya bağlı bir yaşam sürdürmekten kısmen de olsa kurtularak özgürleşebilmenin sınırlı adımlarını atabilmektedir. Ancak, diğer yandan ücretli emekçi konumuna geldiklerinde bu kez sömürü düzenini daha çıplak gözlerle görmektedirler. Diğer bir deyişle, ekonomik şiddet kapitalist düzenin çarklarında kendisini göstermektedir. Ancak, bu süreç kadın emekçiler açısından daha sancılı ve sıkıntılı yaşanmaktadır.

Öncelikle, kadınlar genel olarak ev kadını olarak tanımlanmakta, evde yaptıkları işler ücretli iş kapsamına girmemekte, ancak ev dışında gerçekleştirdikleri işler gelir artırıcı bir faaliyet olarak görülmektedir. Bu nedenle kadın emeği erkeğinkinden daha ucuza satın alınabilmektedir. Bu nedenle kadınlar düşük ücretli, kısmi zamanlı, geçici ve kayıt dışı işlerde çalıştırılmakta, var olan kadın-erkek ücret eşitsizliği makul görülmektedir. Bugün Türkiye'de özel sektörde kadınların ücret ortalaması erkeklerinkinin ancak yarısı kadardır. Kadınlar kayıt dışı sektörlerde, düzensiz işlerde çalışmaya zorlanmaktadır.

Kayıt dışı sektör, işçiler açısından örgütsüzlük, düşük ücret, sosyal güvenceden yoksunluk, uzun çalışma süresi ve sağlıksız çalışma koşulları demektir. Bugün kayıt dışında çalışan emekçilerin çoğu kadındır. Kayıtdışı çalıştırılan 4.5 milyon işçiden 2 milyon 500 bini tekstil, konfeksiyon ve deri sektörlerinde istihdam edilmektedir. Bu üç sektör de kadınların en yoğun çalıştığı alanlardır. Sosyal güvenlik hakkından, iş güvencesinden yoksun, yani esnek çalışma koşullarında istihdam edilen kadın oranı ülkemizde toplam kadın işgücünün %40'ı civarındadır. Bu ise, hemen hemen her iki kadından birinin sendikasız, sigortasız, işten atılma tehlikesiyle yüzyüze çalışmak zorunda olduğu anlamına gelmektedir. Patronlar açısından bu durum daha fazla kâr edebilmek anlamına gelirken, kadın emekçiler açısından daha büyük baskı ve sömürü altında ter dökmek demektir.

Dahası, kadınların çalışma hayatındaki konumunun geçici olarak görülmesi, işten çıkarma süreçlerinde ilk kadınların akla gelmesine sebep olmaktadır. Geleneksel olarak, aile reisinin erkek olduğu varsayıldığı için kadın, işgücü piyasasında ikincil ve geçici bir unsur olarak görülür. Türkiye'de genel işsizlik oranı %10 iken kadın işsizlik oranı %18'dir. Patronlar evli ve çocuklu oldukları için kadınları işe almazlar. Evli ve çocuklu kadınlar patronlar açısından sömürünün sekteye uğraması, düzenli yürüyememesi demektir. Çocuğunu emzirmek, belli bir saatten sonra evine gitmek zorunda olan emekçi bir anne, patronların işine gelmemektedir. Kapitalistin amacı kârını artırmaktır, bu amaca ulaşmak için gerektiğinde işçileri 12 saat çalıştırabilmektedir. Bu sebeple, evli ve çocuklu bir kadın, işe almak için uygun bir aday değildir. Çünkü işsizliğin çok büyük boyutlarda olduğu bir ülkede, patronlar nasılsa, onun yerini tutabilecek ve daha kötü koşullarda çalışmaya razı olmak zorunda kalacak, çocuğu olmayan, emeğini daha fazla sömürebileceği işçi adayları bulabilecektir.

Türkiye'de 1980'den bu yana gittikçe yoğunlaşan iktisat politikaları işçi ve emekçileri olumsuz etkilemektedir. Uygulanan iktisat politikaları sonucu zaten yetersiz olan istihdam olanakları ortadan kaldırılmaktadır. Neo-liberal politikalar uyarınca her gün artan özelleştirmeler sonucu ekonomik şiddet daha da derinleşmekte, işsizlik katlanmakta, ücretler daha da düşmekte, emekçiler güvencesiz çalışmaya ve geleceksiz yaşamaya mahkum edilmektedir.

Emekçi kadınlar bu koşullardan daha da kötü etkilenmektedir. Kamusal alan olarak tarif edilen sağlık, eğitim işkollarında yoğun olarak istihdam edilen emekçi kadınlar özelleştirme saldırısıyla birlikte bir yandan işsiz kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalırken, diğer taraftan iş güvencesi olmadan, sözleşmeli personel olarak çalışmak zorunda bırakılmaktadır. Bu süreç kadın emekçilerin işe girişte, çalışma koşullarında ve aile sorumlulukları konusunda varolan eşitsizlikleri daha da keskinleştirmiştir. Kadın emekçiler bir yandan bir önceki dönemde edindikleri haklarını kaybederken, diğer yandan daha çok sayıda kadın emekçi, güvencesiz ve örgütsüz olarak çalışmaya razı olmak zorunda kalmaktadır. Özetle ifade etmek gerekirse, düşük ücretler, sendikasız-sigortasız çalışma ve işsizlik, kadınlar olarak yüzyüze kaldığımız ekonomik şiddetin değişmez yüzleridir.

İktisat politikaları sadece çalışma yaşamını değil, günlük yaşantımızı da biçimlendirmektedir. Son yirmi beş yıldır uygulanan neo-liberal politikalar sonucu bugün dünyada milyonlarca insan işsiz, milyonlarca insan en temel ihtiyaçlarını bile karşılayabilecek bir gelire sahip değildir. Yiyeceğe, temiz suya, barınağa, sağlığa, eğitime, kültüre ulaşamayan milyonlarca yoksul, dünya nimetlerinden yararlanamamaktadır. Buna ek olarak “kamusal iş” olarak tanımlanan çocuk bakımı, yaşlı bakımı, “kamusal alanın” tahrip edilmesi, piyasaya açılması nedeniyle yeniden kadın işi olarak tanımlanıp, hane içinde yapılmaya başlanmıştır. Özelleştirme saldırısı kadınları sadece işsizliğe, düşük ücretlere mahkum etmekle kalmayıp aynı zamanda ev içinde yaptıkları işleri de arttırmıştır. Kadınları yeniden eve hapsetmiştir.

Ekonomik özgürlük ve çalışma hayatına girmek, bizlerin hakkıdır. Ancak istihdama katılmak ileriye doğru atılmış bir ilk adımdır. Çalışma yaşamında karşılaştığımız sorunlar her geçen gün artmaktadır. Yaşam koşullarımız her geçen gün kötüleşmekte; bir grup insan çalışmadan, emek vermeden rahatça yaşarken, bizler ter dökerek yoksulluğa mahkum edilmekteyiz. Oysa bizler çalışan, emek veren kadınlarız ve bu koşullara teslim olmayacağımızı söylemek, boyun eğmemek, haklarımız için, geleceğimiz için mücadele edeceğimizi söylemek zorundayız. Böylesi bir ekonomik şiddete maruz bırakılan emekçi kadınlar olarak, bugün eğer işsizsek “iş istiyoruz” demek için, sigortasız, güvencesiz çalıştırılıyorsak sigorta hakkımız için, yanı başımızda çalışan arkadaşımızla rekabete zorlanıyorsak dayanışmayı yükseltmek için, aynı işi yaptığımız halde daha az ücret alıyorsak “eşit işe eşit ücret” talebi için mücadele etmemiz gerektiğini söylüyoruz. Tüm emekçi kadınları da bu mücadeleye omuz vermeye çağırıyoruz.

Son olarak şunları söylüyoruz: Emekçi kadınlar olarak her türlü şiddete ve ayrımcılığa karşı mücadele etmemiz gerekiyor. Bu nedenle bizler, “Devlet terörüne son!”, “Evde, sokakta, işyerinde şiddete son!”, “Parasız eğitim, parasız sağlık hizmeti!”, “Ücretsiz çocuk ve yaşlı bakım evleri!”, “İnsanca yaşamaya yeterli ücret, sigortalı, sendikalı iş!”, “Eşit işe eşit ücret!” taleplerini yükseltmeli ve bu talepler için mücadele etmeliyiz.

Mamak İşçi Kültür Evleri Kadın Komisyonu