07 Mayıs 2005
Sayı: 2005/18 (18)


  Kızıl Bayrak'tan
   “Her gün 1 Mayıs!” şiarıyla mücadeleyi yükseltelim!
  Tayyip Erdoğan Sabra-Şatila kasabı
Şaron’un ayağına gitti
  İstanbul’da 1 Mayıs... 60 bin işçi, emekçi
ve genç alanlardaydı
  İstanbul 1 Mayıs’ından yansıyanlar
  1 Ankara...İşçi ve emekçi katılımı zayıf bir 1 Mayıs!
  İzmir’de 1 Mayıs...
İşçi katılımında zayıflık
  1 Mayıs gösterilerinden
  Kayseri’de 1 Mayıs... İşçi ve emekçilerin
coşkusu alana yansıdı
 Ankara BDSP’nin 1 Mayıs çalışması
  1 Mayıs Ankara: Yoğun ve parçalı gençlik
katılımı
  İstanbul Ekim Gençliği’nin 1 Mayıs
çalışmalarından
  2005 1 Mayısı’nın çağrısı… Birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik
hareketi için mücadeleye!
 Güney Kürdistan sorunu üzerine ön
düşünceler/2 (Orta sayfa)
1 Mayıs hazırlıklarından

 DİSK Genel Başkanı: “Patronlarla
çıkarlarımız ortaktır”!

 Dünya’da 1 Mayıs...
 Venezuella yönetimi ABD’yle askeri
işbirliğine son veriyor
Bölgedeki işbirlikçi-gerici rejimler
emperyalist işgali meşrulaştırıyor
Anti-faşist zaferin 60. yıldönümü
Vietnam; ABD emperyalizminin unutamadığı
yenilgi!
Çok sağcı bir Papa/ Vicente Navarro
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

DİSK Genel Başkanı: “Patronlarla çıkarlarımız ortaktır”!..

İşçi sınıfına ihanetin dipsiz kuyusu!

İşçi ve emekçilerin alanlara çıktığı 1 Mayıs günü, Akşam Gazetesi'nde DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi'yle yapılmış bir röportaj yayınlandı. “Patronlarla çıkarlarımız aynı” başlığıyla yayınlanan röportajda Süleyman Çelebi'nin sorulara verdiği yanıtlar DİSK'in ne hallere düşürüldüğünü, Türkiye işçi sınıfı hareketinin Türk-İş gericiliğine karşı mücadelesinin ürünü olarak kurulan ve zamanında sınıf hareketinin gelişmesinde önemli roller üstlenen DİSK'in nasıl da sermayenin elinde bir oyuncağa dönüştürüldüğünü gözler önüne sermektedir.

DİSK'in mücadeleci geleneğine sahip çıkan fakat bu röportajı okumayan işçiler de 1 Mayıs günü alana giderken ellerine tutuşturulan dövizler sayesinde bu durumu görmüş olmalıdır. Bilindiği gibi bütün Türkiye'de DİSK kortejlerinde fabrikasyon olarak üretilmiş ve üzerlerinde “Ülkemi seviyorum”, “İşimi, fabrikamı seviyorum” gibi her 2-3 kelimesinden biri “sevgi” olan dövizler taşınmıştır.

DİSK Genel Başkanı her ne kadar röportajda sorulara verdiği yanıtlarla bu “sevgi” dolu yeni şiarların eski görüşlerini savunmanın farklı bir biçimi olduğunu dile getirse de gerçek durumun böyle olmadığı çok açıktır. DİSK yönetimi sermaye ile uzlaşmayı ve sınıf işbirliğini temel alan “çağdaş sendikacılık” çizgisini derinleştirme yolunda yeni bir adım atmıştır.

Süleyman Çelebi DİSK'in eski görüşlerini hala savunmaya devam ettiklerini söylüyor. Oysa biz Süleyman Çelebi ve ekibini eski DİSK'in pratiğini savunmasıyla değil “çağdaş sendikacılık” çizgisini DİSK'e hakim kılma mücadelesinden tanıyoruz. DİSK Tekstil'de ortaya koydukları uzlaşmacı ve ihanetçi pratikten tanıyoruz. Daha önceki örnekler bir yana, daha bir yıl önce Castleblair'de sergiledikleri ihanetten tanıyoruz. Ve nihayet bundan birkaç ay önce patron örgütlerinin temsilcisi olarak AB kapılarında lobi faaliyetlerine soyunmalarından, kalburüstü patronlarla birlikte katıldığı yemeklerde attığı “çıkarlarımız ortak” nutuklarından tanıyoruz.

Dolayısıyla ortada şaşıracak bir şey yok. Arsız arsızlığına devam ediyor. İşçi sınıfının yarattığı mücadele değerlerinin üzerinde tepinmeyi sürdürüyor. Bir yandan 1 Mayıs kürsüsünden sahte mücadele nutukları atarken, diğer yandan işçilerin eline sermaye ile kavga etmemeyi, onları sevmeyi telkin eden şiarların yazılı olduğu dövizler tutuşturuyor. Bu Süleyman Çelebi geçekten de işini biliyor.

Bu şaşırtıcı olmadığı gibi önemli de değil. Önemli olan DİSK'e gerçekten de sahip çıkma iddiasında olanların bu durum karşısında takınacakları tavır. Önemli olan DİSK tabanındaki mücadeleden yana öncü işçilerin bu duruma göz yumup yummayacakları.

Ekte Akşam'dan Ahmet Tulgar'ın Süleyman Çelebi ile yaptığı ve 1 Mayıs günü yayınlanan röportajı olduğu gibi okurlarımıza sunuyoruz (Metnin başlığı ve ara başlığı gazetedeki biçimiyle korunmuştur). Tüm devrimcileri ve özellikle de devrimci işçileri Çelebi'nin sınıfa ihanetini bir kez daha belgeleyen bu metni dikkatle incelemeye ve olanaklı olduğunca her yerde işçilerle tartışmaya çağırıyoruz.

**********************************************************************

Patronlarla çıkarımız aynı

1 Mayıs İşçi Bayramı- ki bizim literatürümüzde işçi sınıfının dayanışma ve mücadele günüdür; algılayışımızda ise bu sistemin, bu dünyanın bütün ezilenlerinin, sömürülenlerinin, mazlumlarının protestolarını topluca dile getirdikleri gündür- işte bu günün öncesinde, Cuma günü, Devrimci İşçi Sendikaları'nın (DİSK) Genel Merkezi'nin kapısını araladım. Pankartlar, dövizler hazırlanıyordu içeride.

Hani şu birkaç gündür tartışılan, en azından ilgi uyandıran ÖDP grafikli, renk tercihli, ‘sevgi insanı işçi' imajlı sloganların olduğu. Bir kere şunu baştan söyleyeyim: Bu ‘Fabrikamı seviyorum', ‘Evime ekmek götürmeyi seviyorum', ‘şunu seviyorum', ‘bunu seviyorum' diye formüle edilen sloganlar her ne kadar çoğu yayın organında DİSK'in bir tarz modernleşmesi olarak kutlansa da, beni çok rahatsız etti. Çalışma dünyasında büyük sorunların yaşandığı, işsizliğin had safhada olduğu bir ülkede mesnetsiz bir mutluluk tablosu sunuyor bu sloganlar, bu sevgi söylemi. Ayrıca modern değil, tam tersi 20., hatta 19. yüzyılın bile gerisine düşmüş bir bakış açısı. ‘Artı-değer sömürüsü' filan sanki daha keşfedilmemiş gibi.

Şimdi bu duygularla giriyorum DİSK binasına, buluşuyorum DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi ile ama bir yandan da cezaevinde, aynı avluda volta atmışlığım olan biri o. Kırmadan, dökmeden, nasıl anlatacağım derdimi, nasıl formüle edeceğim sorularımı.

Ama Süleyman Çelebi'yi çok rahat buldum. DİSK'in siyasi giysisini çıkarıp, siyasi sorumlulukların yükünü üzerlerinden attıklarından beri fikirlerini daha rahat zikrediyorlar. Ama tam da işçi sınıfının örgütlü gücünün, inisiyatifinin böylesi gerekli olduğu bir dönemde bu kadar uzlaşma da fazla değil mi? Bu kadar barışıklık sistemle?

Neyse; röportaja geçelim. Yine de kutlu olsun herkesin 1 Mayıs'ı. Herkesin 1 Mayıs'ı kendine artık.

DİSK ne kadar değişti? Sizin gözünüzde işçi sınıfının konumu, ideolojisi ne kadar değişti? Yeni tanımlamalar yaptınız mı işçi sınıfının devrimciliği konusunda?

Kurulduğumuz gün kuruluş bildirgemizdeki bütün talepler bugünü öngörmüş taleplerdi. DİSK'in bu kuruluş bildirgesi aslında bugünün fotoğrafını veriyor. DİSK o bildirgesinde 'devrimcilikten' ne anladığını da tarif etmiştir. Bu da şudur: 'Tutucu, bağnaz ilişkiler karşısında yenilikçi bir sürecin öncülüğünü yapmaktır.'

Nereye kadar gidecek bir süreç bu? Bu kadarla sınırlı mı yani; yenilikçilikle?

Şimdi şöyle: Biz kuruluş bildirgemizdeki söylemlerimizle bugün de çakışıyoruz. Burada bir problem yok. Sadece bugüne bakıldığında bu taleplerimizi daha anlaşılır, daha toplumla buluşan bir vizyona oturtmaya çalışmaktır. Bu sloganlarla, bu yeni sloganlarımızla biz işçi sınıfının bu yeni dönemde rolünün ne olması gerektiğini ifade ediyoruz. Geçmişte biz DGM'lere karşı çıktık, bu yüzden yargılandık. Bugün artık DGM yok. Geçmişte 141-142'ye karşı çıktık. Bugün artık bu ceza maddeleri yok. Geçmişte 'Kahrolsun Faşizm' diyorduk. Bugün 'Demokrasiyi seviyorum' diyoruz. Geçmişte olduğu gibi şimdi de işsizliğe, sömürüye karşı çıkıyoruz. Bugün bunun için 'Paylaşmayı seviyorum' diyoruz.

Ama işte karşı çıkılması, protesto edilmesi gerekenleri söylemek yerine sevgi sözcükleri söylemek, biraz bugünkü duruma ilanı aşk etmek anlamına gelmiyor mu? Tamam bazı mühim ilerlemeler kaydedildi ama 1 Mayıs'ta çözüm talep edilecek bir dizi sorun unutturulmuş olmuyor mu? Mesela işsizlikten mustarip kitleler kendilerini bu memnun ifadeler karşısında unutulmuş hissetmezler mi, kırılmazlar mı size?

Biz 35 slogan ürettik. Hepsinin geçmişi de, bugünü de ifade eden karşılıkları mevcut. Bizim amacımız şunu göstermek: Biz sadece karşı çıkmıyoruz, sadece 'kahrolsun şu, bu' demiyoruz. Çözümü de ortaya koyuyoruz. İşsizliğe karşı 'işimi, fabrikamı seviyorum' diyoruz. Daha önce biz fabrikamızı sevmiyor muyduk? Biz o zamanlar da fabrikalarımızı koruyorduk. Ama şimdi bu sevgiyi ifade etmeye daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Yani işsizlik sorununun bu kadar büyüdüğü, fabrikaların kapandığı bir ortamda. En son SEKA direnişi de bu değil midir?

Ama tam tersine işçiler 'biz bu kadar çalışmayı, bu kadar uzun saatler fabrikada kalmayı istemiyoruz, iş saatlerinin azaltılmasını istiyoruz' deseler Batı'daki işçiler gibi, işsizlik sorunu daha kolay çözülmez mi? Yeni istihdam olanakları doğmaz mı? Bu sloganda ise 'bir iş bulduk, hiç olmazsa işsiz değiliz, ne olursa olsun çalışalım' gibi bir söylem sezilmiyor mu?

Şimdi bakın, bizim bu sloganları üretmemizin nedenlerinden biri de son yıllarda, son aylarda yaşanan moral bozukluğudur. Bir taraftan ayrılıkçı, milliyetçi bir ciddi yapılaşma ortaya çıktı ve körüklenmeye başlandı. Bunun önüne geçmek için mesela 'Ülkemi seviyorum' sloganını ürettik. Bizim çalışanlarımızın hepsi ülkelerini seviyor. Devletin bazı yaklaşım tarzlarına, hükümetlerin yaklaşım tarzlarına karşı çıkabilir işçiler ama ülkeyi yok sayan bir anlayışla değil.

Ama bu zaten herkesin kabul ettiği bir şey. 'Ülkeyi sevmek'le 'durumdan memnuniyetsizlik duymak, protesto etmek' birbirini dışlayan tavırlar değil ki.

Bizim bu sloganları üretmemiz şu konumumuzun değiştiği anlamına gelmiyor. Biz kurulduğumuzdan beri devletten bağımsız bir sendikal örgütüz. Biz siyasi partilerden bağımsız bir örgütüz. Biz sermayeden bağımsız bir örgütüz.

Şimdi burada duralım: Sermayeden bağımsız olduğunuzu söylüyorsunuz. Ama 'fabrikamı seviyorum' diyorsunuz bir sloganınızda. Türkiye'deki fabrikaların çoğunun mülkiyeti özel. Patronlar da, sermaye de seviyor fabrikalarını. İşte bu sevgide sermayeden bağımsız değilsiniz.

Biz ülkenin çıkarlarından bağımsız bir örgüt değiliz ama. Sürekli fabrikalar kapanıyor. Elbette seveceğiz fabrikalarımızı, kapanmamaları için çalışacağız.

Bu ama her türden uygulamaya, aşırı sömürüye de boyun eğmek anlamına gelmez mi?

Dünyadaki bütün işletmelere baktığımızda, ister sosyalist ister kapitalist olsun, işçi fabrikasıyla bütünleşmiştir ve artı-değer üretir. Bizim işte bu artı-değerden yararlanma konusunda paylaşım ilişkisini iyi kurmamız lazım. Biz fabrikamızı severken, kuru kuruya sevmiyoruz. Daha çok üretim yapılsın diye söylüyoruz.

Daha çok üretim yapılınca patronların bu biriken artı-değeri işçilere mi dağıtacağını düşünüyorsunuz?

Bunun için çalışıyoruz. Biz kendimizi, kendi çıkarlarımızı korumak adına fabrikamızı seviyoruz. Çocuklarımızın geleceğini korumak adına. Sermaye ne istiyor burada? Daha büyümek istiyor, daha çok para kazanmak istiyor. Ama o büyüyünce, bizim de istediğimiz oluyor işte: İşsizliğe karşı yeni istihdam oluşmuş oluyor. Bugün bir büyümeden söz ediliyor ekonomide. Ama bu büyümenin sonucunda bizim ücretlerimizde bir artış oluyor mu? Hayır. İstihdam artıyor mu? Hayır. Biz de bunun mücadelesini veriyoruz.

İşte, benim de söylemek istediğim bu. Sizin sloganlarınızdaki sevgi şöyle: Bir yanda sermaye, diğer yanda işçi sınıfı. İkisi de fabrikalarını seviyor. Bir aile gibi. Sanki fabrika onların ortak çocuğu. Ve çocuk zarar görmesin diye ilişkilerini sürdürüyorlar. Şöyle bir ütopyası olamaz mı işçi sınıfının: Patronun fabrikasına aşıktır işçi ve birgün ona sahip olacaktır?

İşverenle hep çelişki yaşamaz işçi. Hep zıtlık üzerine, çelişki üzerine kurulu değildir patronlarla ilişki. Bazen ortak noktalar da olabilir. Mesela kayıtdışı ekonomiye karşı olmak gibi. Biz mesela bunu patronlarla birlikte ortaya koymaktan çekinmeyiz. Kayıtdışı ekonomiden sermaye de etkileniyor, biz çalışanlar da etkileniyoruz. Bu ülkede, kayıtdışı ekonominin bu haksız rekabet ortamında hangi namuslu işveren yatırım yapar? Yatırım yapıp işçilerle uğraşmaktansa oturduğu yerden para kazanmayı daha çok ister. Bu anlamda patronlarla ortak yaklaşımımızı seslendirmekte sakınca görmüyorum.

İşçilere tehdit işsizlerden

Ama Türkiye'de kayıtdışı ekonomi ile mücadele sokaklarda zabıtaların işportacıları kovalaması anlamına geliyor. İşsizlerin son hayatta kalma imkanını da ellerinden almak yani. Bu konuda bir çalışma yapıyor musunuz? Hayatta kalmaya çalışanlarla parayı götürenleri birbirinden ayırmak anlamında? Çünkü aksi bir tavır, yani sadece kayıtlı ekonomide çalışanların memnun sözcüsü olmak ezilenlerin toplu gücünü parçalamak anlamına gelecektir, değil mi?

Bakın, bu bölünme zaten olmuş durumda ezilenler safında. Çünkü bugün çalışanların karşısındaki en büyük tehdit işsizler, işsiz olanlar. Çünkü bugünkü koşullarda bir standarta ulaşmış, sosyal güvenliği olan, sendikası olan işçiler yerine maliyeti daha düşük bir işçi yaratılmak isteniyor. Bir sermaye grubu bir işi yaptırırken işçilik maliyeti 800 dolar oluyor; diğeri aynı işi 400 dolar işçilik maliyetine çıkartıyor. Birisinin sömürüsüne bakın. İşçiyi sömürüyor, devleti sömürüyor, halkı sömürüyor, toplumu sömürüyor. Bunlara kayıtdışı ekonomi diyerek kibarlık yapıyoruz, soyguncu bunlar. Kayıtdışı ekonomiyle mücadele konusunda Türkiye'de herkes mutabık. Ama dışarıdan ya da içeriden Ermeni sorunu gibi sorunları gündeme şırınga eder, tek sorun buymuş gibi davranırsak Türkiye'de hiçbir sorunu çözemeyiz. İşsizlik sorunundan Türk de, Kürt de, efendim, Laz da, Çerkes de etkileniyor. Bizim ortak paydamız sosyal alandaki hayatın daha iyileştirilmesidir. Bu olursa bundan Türk de, Kürt de, Laz da, Çerkes de, Abaza da, Gürcü de yararlanacaktır. Ama Türkiye'de sanki Kürt ve Ermeni sorunundan başka bir sorun yokmuş gibi davranılıyor.

Gönderdiğiniz davetiyede işçilerin bu yıl 1 Mayıs'ta aydınlarla kol kola yürümek istediğini söylüyorsunuz. Ama bir yandan da aydınların gündemini, en azından 1 Mayıs mitinglerine katılma olasılığı yüksek aydınların gündemini, kullandıkları söylemi eleştiriyorsunuz. Aydınlara ne vaat ediyor DİSK?

'Buyrun, emekçi kesimlerle, dağınık, lokal bir buluşma yerine bizim kortejimize katılın' dedik biz aydınlara. Çalışan kesimlerle aydınların, fikir üretenlerin bir buluşmasını sağlamaya çalıştık. Biz bunu her zaman ifade ediyorduk, bu sene özel bir önem verdik.

Ama ya aydınlar radikal söylemleriyle gelip nifak sokarlarsa korteje, memnuniyetsizlikleriyle huzurunuzu kaçırırlarsa, ne yapacaksınız? Leninist örgütlenme modelindeki gibi 'dışarıdan bilinç taşırlarsa' işçi sınıfına?

Ama biz 'aydınlar öncüdür, onları öne sürelim' diye çağırmadık aydınları. Sadece bir buluşma olsun diye çağırdık, bizim süreçlerimize müdahil olsunlar diye çağırdık. Yaşamda yer alsınlar diye çağırdık, yaşamın içinde yer alsınlar diye.

----------------------------------------------------------------------------------------

Direnen FTB işçileri kazanacak!

28 Nisan günü işçi sınıfı tarihinde bir ilk yaşandı. İzmir-Gaziemir Ege Serbest Bölgesi'nde (ESBAŞ) FTB isimli uçak parçları üreten Fransız şirketinde işçiler greve başladı. Yaklaşık 8 ay önce sendikalı olan, 4 aydır toplu sözleşme süreci devam eden işyerinde, 28 Nisan'da greve çıkıldı.

28 Nisan'da ESBAŞ önünde başlayan grev açıklaması eylemine BDSP'li işçilerin yanısıra DİSK'e bağlı sendika başkanları ve reformist çevrelerin temsilcileri de katıldı. Ayrıca Çiğli Organize'de grevde olan GİMAŞ işçileri de destek verdi.

200 civarında işçinin çalıştığı ve 25 kişi hariç tüm işçilerin katıldığı grev alkışlar ve sloganlarla FTB işçilerinin fabrika önüne yürümesiyle başladı. Fabrika önünde grev pankartı açıldı ve ardından Serbest Bölge önünde basın açıklaması yapıldı. Ses aracı üzerinden sendika başkanları birer konuşma yaptılar. DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi de konuşma yapanlar arasındaydı. “Grevin Türkiye'de bir ilk olduğunun, bunun onurunun FTB işçisine ait olduğunun, Türkiye'de yeni sınıf hareketlenmesinin habercisi olduğunun ve sonuna kadar arkalarında olduklarını” vurgulayan konuşmaların ardından basın açıklaması sona erdi.

Kızıl Bayrak/izmir

-----------------------------------------------------------------------------------------

Grevdeki FTB işçileriyle konuştuk...

“Sonuna kadar mücadele edeceğiz!”

- Bize fabrikanızdan bahseder misiniz?

- FTB bir Fransız şirketi. Uçak parçaları üretiyor. 12 yıldır kurulmuş bulunuyor. Fransa'ya ihracat yapıyor. Bizler 8 ay önce sendikalı olduk. Bu sendika sürecinde ilk kez toplu sözleşme yapıyoruz.

- Toplusözleşme hangi noktalarda tıkandı?

- Biz %20 ile %25 arası zam istiyoruz. Patron ise bize %2 ile %4 oranında zam öneriyor. Sosyal haklar konusunda bir problem yok.

- Grev süreci hakkında ne düşünüyorsunuz?

- FTB büyük bir fabrika. İhracat yapıyoruz. Patronumuz çok kazanıyor. İstediğimiz ücret çok değil. Grevin başlanıgıç tarihi belli ama bitiş tarihi belli değil. İstediklerimizi alana kadar sürdüreceğiz. Bu fabrika bizim sayemizde büyüdü. Bu fabrikayı ayakta tutan biziz. Patron isteğimizi verirse bu fabrikaya yine biz sahip çıkacağız.

- Fabrikada şu an üretim var mı?

- Fabrikada toplam 200 işçiyiz. 175 işçi sendikalı. Sendikalı tüm işçiler grevde. Şu an üretim yok. Fabrikada tadilat var.

- Destek ziyaretleri yapılıyor mu?

- Çeşitli kurumlardan destek ziyaretleri alıyoruz. Gazetenizde bize daha fazla yer verin.

- Son olarak söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

- Sonuna kadar mücadele edeceğiz. Herkesin desteğini bekliyoruz. Geldiğiniz için teşekkür ederiz.

Kızıl Bayrak/Buca

-----------------------------------------------------------------------------------------

BEKO'da kitlesel işçi kıyımları...

BEKO'ya üretim yapan ve BEKO'nun yan sanayisi durumunda olan BEPLAS ve ALPPLAS fabrikalarında geçtiğimiz haftadan itibaren işten çıkarmalar başladı. ALPLAS'da 100, BEPLAS'da ise şimdiye kadar 20'ye yakın kişi işten atıldı. Önümüzdeki günlerde de işçi çıkarmalarının devam edeceği belirtiliyor. Bunun yanında BEKO'nun başka bir taşeronu olan Karma ve Deniz Temizlik şirketlerinde de işten atılanlar var. İşten atmaların hemen hemen her hafta olduğu BEKO'da, bu hafta sonunda da kadrolu işçilerden toplu çıkışların olacağı belirtiliyor.

BEPLAS ve ALPPLAS fabrikalarındaki işten atmalar, özellikle kölelik yasası çıkarıldıktan sonra BEKO'da uygulanması hız kazanan esnek çalışma modeli sayesindedir. Zaten bu fabrikaların kurulması ve BEKO'ya üretim yapması da işlerin taşerona devredilmesiyle uygulanan esnek çalışma modelinin bir sonucudur.

Türk Metal Sendikası'nın örgütlü olduğu BEKO'da sendikanın sözleşmede de imza altına aldığı esnek çalışmanın her bir maddesi, BEKO işçisi için ücretlerin düşürülmesinin yanında kazanılmış sosyal hakların kaybını, telafi çalışmasını, verimlilik artışı adına daha çok sömürüyü, taşeronlaştırmayı ve sonuç olarak da işten atılmaları beraberinde getiriyor.

Sürekli girdi-çıktılarla neredeyse kadrolu işçisi hiç kalmayan BEKO, giderek fabrikasının her bir bölümünü ya dışarıya yan sanayilere kaydırıyor, ya da içerde taşerona devrediyor. BEKO içinde onlarca taşeron şirket var. Plastik, boyahane, kalıphane, temizlik, yemekhane, kumanda, hopörlor, taşıma, bilgisayar, yazarkasa vs. ile montajdan bazı bantlar farklı taşeron şirketlerde üretim yapıyor. Bu üretim hem fabrika içerisinde, hem de başka fabrikalarda yapılıyor. Böylece kadrolu işçi sayısı giderek azaltılılarak taşeron işçi sayısı arttırılıyor. Daha şimdiden onlarca taşeron şirket ve yüzlerce taşeron işçi olmuş durumda. İşte bugün BEPLAS ve ALPPLAS fabrikasında işten atılan onlarca işçi BEKO'da dünün kadrolu işçileriydi. Ocak ayında bine yakın kadrolu işçi işten çıkarılarak taşeron şirketlere geçirilmişti. Sözleşmeli olarak başlayan bu işçiler kısmi de olsa sahip oldukları sosyal hakları kaybetmişlerdir. Şimdi ise işten atılarak işlerini kaybediyorlar.

Plastik bölümünün taşerona devredilmesiyle bundan iki yıl önce BEKO içinde kurulan BEPLAS fabrikası, ayrı bir fabrika binası olarak geçtiğimiz yıl BEKO'nun içinden taşınmıştı. ALPPLAS fabrikası ise BEKO'nun kumandasını ve plastiğini yapan bir fabrika. BEPLAS içine taşınan ve üretimini de bu fabrika içinde yapan boyahane işçilerinin ALPPLAS fabrikasına sözleşmeli olarak geçirilmesi ise olası bir örgütlenmenin önüne geçmede ve işçileri bölmede oynanan bir oyundur. Öyle ki BEPLAS ve ALPPLAS fabrikalarının sahibi aynı patron. BEKO'da uygulanan model aynen BEPLAS fabrikasında da uygulanıyor. Kölelik yasasında da yeralan telafi çalışması hemen hemen her hafta BEKO'da uygulanıyor. BEPLAS fabrikasında da uygulanmaya başlandı. Telafi çalışmasıyla işçilerin pazar tatili ve mesaisi tamamen kaldırılmış oldu. Örneğin cumartesi işçilerin bir kısmına iş yok denilip, aynı işçiler pazar günü, işe çağrılıyor. Ve cumartesi yerine sayıldığı için mesai verilmiyor. Gerekçe olarak da “zor dönemden geçildiği” belirtiliyor. Bir yandan üretim daralması bahanesiyle işçi çıkarılırken bir yandan da yoğun işlerden dolayı işçilerden 16 saat fazla mesailere zorunlu kalmaları isteniyor. Verimlilik artışı adına az zamanda çok iş istemek gibi daha birçok benzer uygulamaları görmek mümkün.

BEKO bünyesinde çalışan kadrolu-taşeron-sözleşmeli işçiler işten atılmalara karşı biran önce ortak tepki koymak zorundadırlar. Gelişmeleri izlemek, tepkisiz kalmak, susmak çare değildir. Atılmaların önüne geçmek için biraraya gelmek ve işçi kıyımlarına dur demek gerekiyor. Sıranın kendisine gelmesini beklemek gerekmiyor. Kazanmak için birlik olmak ve mücadele etmekten başka yol yoktur.

Kızıl Bayrak/Esenyurt