07 Mayıs 2005
Sayı: 2005/18 (18)


  Kızıl Bayrak'tan
   “Her gün 1 Mayıs!” şiarıyla mücadeleyi yükseltelim!
  Tayyip Erdoğan Sabra-Şatila kasabı
Şaron’un ayağına gitti
  İstanbul’da 1 Mayıs... 60 bin işçi, emekçi
ve genç alanlardaydı
  İstanbul 1 Mayıs’ından yansıyanlar
  1 Ankara...İşçi ve emekçi katılımı zayıf bir 1 Mayıs!
  İzmir’de 1 Mayıs...
İşçi katılımında zayıflık
  1 Mayıs gösterilerinden
  Kayseri’de 1 Mayıs... İşçi ve emekçilerin
coşkusu alana yansıdı
 Ankara BDSP’nin 1 Mayıs çalışması
  1 Mayıs Ankara: Yoğun ve parçalı gençlik
katılımı
  İstanbul Ekim Gençliği’nin 1 Mayıs
çalışmalarından
  2005 1 Mayısı’nın çağrısı… Birleşik, kitlesel ve devrimci bir gençlik
hareketi için mücadeleye!
 Güney Kürdistan sorunu üzerine ön
düşünceler/2 (Orta sayfa)
1 Mayıs hazırlıklarından

 DİSK Genel Başkanı: “Patronlarla
çıkarlarımız ortaktır”!

 Dünya’da 1 Mayıs...
 Venezuella yönetimi ABD’yle askeri
işbirliğine son veriyor
Bölgedeki işbirlikçi-gerici rejimler
emperyalist işgali meşrulaştırıyor
Anti-faşist zaferin 60. yıldönümü
Vietnam; ABD emperyalizminin unutamadığı
yenilgi!
Çok sağcı bir Papa/ Vicente Navarro
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Güney Kürdistan sorunu üzerine ön düşünceler/2

H. Fırat

Toplamı içinde Kürt ulusal direnişi 20. yüzyılın neredeyse bütününde kural olarak emperyalizmin düşmanlığı, oyunları ya da ihanetiyle yüzyüze kaldı. Güney Kürdistan üzerinden bu olgusal gerçek özellikle belirgindir. 1920'lerde baş gösteren ve aralıklarla 1945'e kadar süren başkaldırılar her seferinde İngiliz emperyalizmince, özellikle de onun acımasızca kullanılan hava kuvvetlerince ezildi. Barzani'nin önderlik ettiği ilk büyük ayaklanma (1943-45) büyük bir zaferin eşiğinden yine aynı nedenle son anda döndü. İngilizler'in Irak monarşisine dolaysız ve çok yönlü tam desteği ve en kritik anlarda savaşa bizzat katılması olmasaydı, Kürtler Güney'de özgürlüklerini muhtemelen çoktan, daha İkinci Dünya Savaşı sonrasında kazanmış olurlardı.

Emperyalizmin Kürt halkına karşı suç dosyasına İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu kez Doğu Kürdistan'daki olaylar eklendi. Sahnede artık ABD emperyalizmi de vardı. ABD ve İngiltere gerici Şah rejimine tam destek vererek, Mehabad Kürt Cumhuriyeti'nin yıkılmasında dolaysız bir rol oynadılar. Onlar Kürt halkının kendi kendini yönetme yolundaki bu ilk anlamlı girişimini basitçe bir “Sovyetler oyunu” olarak değerlendiriyor ve ezilimesini istiyorlardı. Kürt halkının özerkliğini istemeyenler, İran halklarının tümü için de demokrasiyi ve bağımsızlığı istemiyorladı. Nitekim ‘50'li yıllarda Mussadık'in Ulusal Cephesi buna yönelik bazı adımlar atınca ve doğan çatışmaya kitlelerin ağırlığını koymasıyla Şah ülkeden kaçma yolunu tutunca, tezgahladıkları faşist CİA darbesiyle onu yeniden başa geçirenler yine ABD emperyalistleri oldular.1979'daki yıkılışına kadar tüm İran'ı olduğu kadar Doğu Kürdistan'ı da kasıp kavuran faşist Şahlık rejiminin arkasında, çok yönlü tam desteği ile her zaman Amerikan emperyalizmi vardı.

Aynı konuda Türkiye ve Türkiye Kürdistanı için bir şey söylemek gerekli mi? Türkiye İran Şah rejimi ile birlikte emperyalizmin Ortadoğu'daki iki temel jandarmasından biriydi ve haklarını tanımak bir yana Kürt halkının varlığını bile inkar edip dilini yasaklarken, emperyalizmin ve NATO'nun tam desteğine sahipti. Kürt yurtseverlerine kan kusturan ve Kürtçeye resmi yasak getiren 12 Eylül cuntasının ipleri tam olarak Amerikan emperyalizminin elindeydi. ABD bugün hala “son Kürt ayaklanması”nın bastırılmasında (o buna “terörizme karşı savaşta” diyor doğal olarak!) her zaman Türkiye'ye tam destek vermiş olmakla övünebiliyor. Abdullah Öcalan'ın Kenya'dan getirilip Türk devletine teslim edilmesi bir ABD-İsrail operasyonu değil miydi? Türk devleti ile İsrail arasında en iyi ilişkiler tam da Kürt halkının mücadelesini bastırma süreci içinde kurulmadı mı?

Bu kadarı cepheden düşmanlıkların bir tablosunu veriyor bize. Bir de Kürt halkının en temel ulusal hakları uğruna verdiği tümüyle haklı ve meşru mücadeleye karşı oynanan oyunlar ve yaşanan ihanetler var. Bunun sahnesi ise bir kez daha Güney Kürdistan oldu. Güneyli Kürt hareketi ‘60'lı yılların ikinci yarısından itibaren İsrail, sonundan itibaren İran Şah rejimi ve nihayet ‘70'li yılların başında ise ABD'nin de eklenmesiyle, birarada üçü tarafından kullanıldı ve sonra da trajik bir yenilgiyle yüzyüze bırakıldı. Bu kuşaklar boyu unutulmayacak cinsten bir ihanet ve trajediydi. Oysa görüyoruz ki, olup bitenler Güneyli Kürt örgütleri, onlar bir yana daha düne kadar solcu, hatta hatta devrimci ve sosyalist geçinen Küzeyli Kürt örgütleri tarafından çoktan unutuldu bile.

Emperyalizm kendi çıkarlarına aykırı olduğu durumlarda Kürtler'in mücadelesini bizzat ezmiş, çıkarlarını dolaysız olarak ilgilendirmediği durumlarda Kürtler'in meşru haklarına ve büyük acılarına tümüyle ilgisiz kalmış, kendi sefil çıkarlarının gerektirdiği durumlarda ise Kürtler'i en alçakça biçimlerde kullanmak ve sonra ortada bırakmak yoluna gitmiştir. ‘70'lı yılların başında Güney Kürdistan'da yaşananlar, bu sonuncu durumun bir örneği oldular. Güney'de Kürtler'in yeni silahlı direnişi ‘60'lı yılların başında baş gösterdi. Monarşinin yerini almış yeni gerici Arap rejiminin ikiyüzlü ve oyalayıcı tutumları, Kürtler'i bir kez daha silaha sarılmak zorunda bırakmıştı. Bu mücadele tüm ‘60'lı yıllar boyunca kendi özgücüne ve olanaklarına dayandı ve Güney Kürdistan'ın önemli bir bölümüne bu dönem boyunca fiilen hakim oldu. 1968 darbesiyle işbaşına gelen gerici Baas rejimini sonunda (Mart 1970'te) bölgesel özerkliği kağıt üzerinde de olsa tanıyan bir anlaşma yapmaya zorlayan da bu oldu.

Bu arada Irak rejimi gitgide daha çok Sovyetler Birliği'nin etki sahasına kayıyordu. Ama Sovyetler'in bu çatışmada Kürtler'e karşı bir tutumu yoktu, tersine hem onları belli biçimlerde destekliyor ve hem de Irak rejimini Kürtler'e tavizler vererek uzlaşmaya, kanlı bastırma yöntemlerinden vazgeçmeye zorluyordu. Birçok kaynağın saptadığı gibi, Mart 1970 anlaşması biraz da bunun ürünüydü. Fakat gerici Baas rejimi Kürtler'in derin güvensizliğini fazlasıyla hakediyordu ve bu durum Kürt hareketinin emperyalizmin-siyonizmin ve Şah rejiminin tuzağına düşmesini kolaylaştıran bir rol oynadı.

Bu üçlünün Irak Kürtleri'nin kendi özgücü ve kapasitesiyle belli bir yere gelmiş bulunan haklı mücadelesi üzerine oynadıkları karanlık oyunların bilgi ve belgeleri bugün artık tümüyle açığa çıkmış bulunuyor. Bu mazlum bir halka karşı oynanabilecek en rezil ve iğrenç oyunlardan biriydi. Sözkonusu üçlü için sorun basitçe, Kürtler'i kullanarak Irak rejimini zayıflatmaktan ibaretti. İsrail için bunun nedenleri özel bir açıklama gerektirmiyor herhalde. Kendi bünyesinde de koca bir Kürt sorunu bulunan İran için bu, Irak rejimiyle anlaşmazlık konusu bazı sınır sorunlarını kendi lehine bir sonuca bağlamanın bir olanağıydı. ABD içinse, İsrail'le kesişen kaygıların yanısıra, Sovyetler Birliği'nin etki sahasına kaymış bir rejimin zayıflatılmasıydı sorun.

ABD, İsrail ve İran Şahı tarafından izlenen politikanın özü şuydu: Güney Kürtleri'ne Irak rejimini uğraştıracak kadar, ama asla bölgenin dengelerini de bozmayacak ve dolayısıyla Kürtler'e hiçbir biçimde başarı sağlamayacak sınırlar içerisinde bir yardım. Bu, kazandırmadan süründürmek, dolayısıyla Kürt hareketini kendi çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda rezilce kullanmak, günü geldiğinde de bir yana atmak anlamına geliyordu. Dengelerin hiçbir biçimde bozulmaması, İran'ın olduğu kadar Amerikancı bir rejim olarak Türkiye'nin de ihtiyacıydı. Güney Kürtleri'nin kısmi bir başarısı bile İran ve Türkiye'deki Kürt sorunu üzerinden alevlendirici bir etki yaratırdı. Bunu ise bu devletlerin yanısıra onların efendisi olan ABD emperyalizmi hiçbir biçimde istemezdi, isteyemezdi. Bu nedenle yapılacak yardım, Kürtler'e hiçbir biçimde başarı getirmemeli, fakat bu arada Irak'taki rejimi uğraştırmalı ve zayıflatmalıydı. Yardımı yapanlar bu amacı, o zaman için gizli süren kendi iç ilişkilerinde aynen böyle, bu biçimde formüle ediyorlardı.

Amerika emperyalizmi, bölgedeki iki has jandarmasına sorun çıkarmadan, Sovyetler Birliği'nin nüfuz alanı olarak gördüğü Irak Baas rejimini zayıflatmak ve bununla yetinmek istiyordu. Burada İsrail, kendi başına kalsa, belki bunun ötesine geçen hedefler de izleyebilirdi. Nitekim ‘80'li yıllara ait gizli belgelerde siyonistlerin Irak'ı üçe bölme hedefi güttükleri görülüyor. Ama Amerika'nın genel çıkarları ve tercihleri İsrail'i bu konuda o gün için sınırlıyordu. Daha da önemlisi, bizzat İran Şahı bu konuda temel önemde bir sınırlayıcı etkendi. Tüm yardımlar İran sınırından yapıldığı için, Şah'ın bu sınırlayıcı tutumu belirleyici önemdeydi. Irak'ta Kürt sorunu alevlendirilirse bu Doğu Kürdistan'a, yani Kürdistan'ın İran egemenliğindeki parçasına da yansırdı. Bu nedenle Güney Kürtleri'nin kısmi düzeyde bile bir başarısının en büyük düşmanlarından biri bizzat Şah rejiminin kendisiydi. Fakat ilkesiz, pragmatist ve dünya sorunlarını ele alışta gerici bir konumda bulunan Güneyli Kürt liderliği, bu basit gerçeği algılayamayacak kadar miyoptu ve sonuçta bunun bedelini ağır biçimde ödedi ve mazlum Kürt halkına ödettirdi.

Güney Kürdistan direniş hareketinin tarihi değerlendirilirken, uzun yıllar boyunca feodal-aşiretsel öğenin ağır bastığı burjuva milliyetçi önderliğin rolü üzerinde önemle durulmalıdır. Bu rol toplamında, stratejik düzeyde bir başarısızlığın ifadesidir ve bu başarısızlığın gerisinde, dolaysız olarak sınıfsal konum ve kimlik vardır. Barzani'de temsilciliğini bulan Kürt önderliğinin gözünün hep de batılı emperyalistlerde olması gibi ilk bakışta şaşırtıcı gibi görünen tutumun açıklaması da tümüyle bu sınıfsal konumla bağlantılıdır. İlk bakışta şaşırtıcı diyorum; zira Barzani'nin uzun mücadele deneyimi gerçekte emperyalizmin ne olduğunu ve mazlum halklar karşısında nasıl bir konumda bulunduğunu ona fazlasıyla göstermiş olmalıydı.

Onun 1943-45'deki başarılı mücadelesi ve zafere yürüyüşü, bizzat İngiliz emperyalizmi tarafından son anda engellenmişti. Fiilen silahlı kuvvetlerinin başında bulunduğu Mehabad Kürt Cumhuriyeti, ki kuruluşunda Sovyetler Birliği'nin çok özel katkısı vardı, bizzat ABD ve İngiliz emperyalizminin izlediği politika ve aldığı tutum sonucunda yıkılmıştı. Bu yıkılışın ardından Kürt yurtseverleri ABD ve İngiliz emperyalizminin desteğindeki İran ve Irak gerici rejimleri tarafından katliamdan geçirilirken, Barzani ve partizanlarını ülkesine kabul eden ve 12 yıl boyunca barındıran (bu arada her açıdan eğiten) yalnızca Sovyetler Birliği olmuştu. (Oysa ‘75'teki büyük ihanetin ardından ABD tek Kürt savaşçına bile iltica vermeye yanaşmamış, İran sınırlarını kapatmış, ABD Barzani'yi ülkesine muhtemeldir ki salt yaşattığı ihanetin gerisindeki rezalet o gün için açığa çıkmasın diye kabul etmek zorunda kalmıştı. Barzani, daha henüz sıradan bir liderken Kremlin'de dönemin Sovyet lideri Kruşçev'le görüşebilmişti; oysa ‘75'teki ihanetin ardından sığındığı ABD'de, tam dört yıllık ısrarlı ve yakarış dolu çabalarına rağmen, bir tek ABD yetkilisi tarafından kabul edilmemişti, üstelik bizzat onlar tarafından bu duruma düşürüldüğü halde!). Bürokratik yozlaşma içinde devrimci ilke ve politikaları artık tümden bir yana bırakmış bulunsa da Sovyetler Birliği ‘70'li yılların başına kadar Güney Kürtleri'nin haklı mücadelesine karşı bir tutum içinde olmamıştır. Belki bilinen revizyonist çizgisi ve büyük devlet politikasının çıkarları gereği, Irak komünistlerini olduğu gibi Kürtler'i de rejimle uzlaşmaya zorlamıştır, fakat bu karşıt olmaktan yine de daha farklı bir tutumdur. Aynı Sovyetler Birliği'nde Kürt dili, edebiyatı ve kültürü için yapılanların sözünü bile etmiyorum, ki Barzaniler uzun yıllar boyunca buna dolaysız olarak tanık olmuşlardı.

Tüm bunları Barzani liderliğinin dolaysız deneyimlerine yalnızca bazı örnekler olarak veriyorum ve bunlara pekala İran ve Türkiye Kürtleri'nin emperyalizme göbekten bağlı rejimler altında ve bizzat ABD desteğinde çektiklerini de ekleyebilirim. Bu iki ülkede Kürtler'in varlığı inkar ediliyor, dilleri bile yasaklanabiliyordu. ABD emperyalizminin güdümündeki rejimler altında bu muamele ile yüzyüze kalanlar Irak Kürtleri'nin kendi öz kardeşleriydi ve ulusal dava temsilcisi konumundaki Barzani liderliğinin bundan çıkarması gereken temel önemde sonuçlar olmalıydı.

Oysa tüm bu tarihi gerçeklere, bizzat Barzani'nin kendi dolaysız acılı deneyimlerine rağmen, Barzani liderliği dünya sorunlarına bakışta gerici ve anti-komünistti, gözü her zaman emperyalizmin desteğini almak ve bunun karşılığı olarak da bölgede özellikle ABD'ye dayanak olabilmekteydi (bu hevesinin bedeli, ‘75'deki ihanet ve utanç verici yenilgi oldu). Öte yandan Barzani'nin dolaysız denetimine ve keyfi yönetimine girdiği ölçüde, KDP bünyesindeki ilerici, devrimci öğelere karşı da belirgin bir tahammülsüzlük gösterildi. Birçoğu tasfiye edildi. Bu politikanın sonucu olarak günü geldi Talabani türünden harekete büyük hizmetleri olmuş adamlar bile kaçıp İran'a sığınmak zorunda kaldılar. Revizyonist politikalarının bedelini ağır ödemek durumunda kalarak sonunda çaresizce Kürt bölgelerine sığınan Irak Komünist Partisi mensuplarına karşı da Barzani liderliğinin aynı gerici tutumu aldığını biliyoruz. Bunlardan yüzlercesi bizzat Barzani'nin peşmergeleri tarafından katledildi. (Oysa tüm hatalı çizgisine, Kasım diktatörlüğü hakkındaki safça hayallerine rağmen, Irak Komünist Partisi Irak'ta Kürtler'in hakları ve özgürlüğü konusunda olumlu tutuma sahip biricik siyasal hareketti ve bu nedenledir ki saflarında çok sayıda Kürt kökenli kadro ve militan vardı). İran Şah rejimiyle flörtün başladığı dönemin sonrasında Doğu Kürdistanlı Kürt yurtseverlerine karşı alınan ibret verici tavır konusunda ise bizzat Dr. Kassumlu gibi son derece güvenilir bir kimsenin tanıklığına sahibiz. Barzani liderliği bu İran KDP'sine mensup bu militanları ya öldürüyor, ya da tutuklayıp İran rejimine iade ediyordu. Dahası İran KDP'si üzerindeki etkisini kullanarak Kürdistan'ın bu bölgesindeki mücadeleyi “dondurma” yoluna bile gidebiliyordu.

Daha da uzatılabilecek bütün bu gerici politik tutum ve davranışlar, Barzani liderliğinin sınıfsal konum ve kimliği ile bağlantılıdır kuşkusuz. Bu, aşiret-tarikat ilişkileriyle içiçe bir feodal-burjuva konum ve kimlikti. İzlediği mücadele en dar anlamda bir ulusal haklar mücadelesiydi ve taşıdığı demokratik muhteva yalnızca bu sınırlardaydı. Bunun ötesinde, feodal ilişkilere karşı bir tutum ve Kürt köylülüğünün feodal-aşiretsel bağlardan özgürleşmesine ilişkin herhangi bir demokratik politikanın esamesi bile yoktu. Tersine tüm bu geleneksel ilişkiler bu sınıfsal konumun bir yansıması olarak özenle korunuyor, dahası yürütülen mücadele için bir olanak sayılıyordu. Mücadele özgürleşmiş ulus bireyleri değil, fakat feodal bağımlılık ilişkileri içindeki aşiret mensupları üzerinden yürütülüyordu. Üstelik tam da aynı ilişkiler, Kürt direnişine karşı sonu gelmeyen ağa ve aşiret reisi ihanetlerine yolaçtığı halde. Irak rejiminin neredeyse kurumsallaştırdığı ünlü caşlar, tam da bu Ortaçağ kalıntısı ilişkilerin dolaysız ürünü olduğu halde. Geleneksel ilişkilerin uzun yıllar boyunca bu özenle korunuşu, verilen zorlu ve bedeli ağır mücadelelere rağmen Güney Kürdistan'daki devrimci demokratik emekçi kitle potansiyelinin gerçekte hiçbir dönem gereğince açığa çıkarılamadığının da bir göstergesi sayılmalıdır.

Anti-feodal demokratik bir muhteva taşımayan bir hareket sonuçta anti-emperyalist de olamaz, ya da tersi. Güney Kürdistan'daki Barzani liderliğinin bize bir kez daha çarpıcı bir örneğini verdiği temel önemde bilimsel tarih dersi işte budur. Barzani liderliği olayların itmesiyle dünya ilerici-devrimci güçlerine yanaşıyor, fakat bilinçli sınıfsal tutumuyla gözü hep emperyalistlerde, özellikle de Amerikan emperyalizminde oluyordu. Gerçekte uzun onyıllar boyunca dünyanın ilerici güçlerinden herhangi bir zarar görmek bir yana iyi-kötü hep de politik ve moral desteğini aldığı halde.

Dünya gericiliğine duyulan bu eğilim, ‘60'lı yılların ikinci yarısından itibaren İsrail ve İran ilişkileriyle ete-kemiğe büründü. ‘70'lerin başında ise ABD ile kurulan dolaysız ilişkilerle taçlandı. Bu ilişkilerin belirtileri çoğaldıkça, dahası gerici Baas rejimi bunu Kürt direnişini gözden düşürmek için başarıyla kullandığı ölçüde, Güney'deki Kürt hareketi hızla prestij kaybetti, dünya ve bölge halkları nezdinde şaibeli hale geldi, doğal olarak dünya ilerici-devrimci güçlerinin de desteğini yitirdi.

Bu şaibeli ilişkinin akıbetini biliyoruz; bizzat ABD'nin de katkısıyla Şah ile Baasçılar Kürtler'in satışı üzerinden anlaştılar (Mart 1975). Bunun sonuçları tarihi Kürt direnişi için tam bir felaket oldu. Kürtler'e yardımlar bir anda bıçak gibi kesildi, sınırlar kapatıldı ve savaşta beklenmedik ani bir güç dengesizliğiyle yüzyüze kaldılar. Irak Baas rejimi İran Şahı'yla yaptığı anlaşmanın verdiği özgüvenle Kürtler'in üzerine yürüdü ve o güne dek önemli mevziler elde etmiş büyük Kürt direnişi (1961'den beri kesintisiz olarak sürüyordu), sonuçta hazin bir yenilgiye uğratıldı. Buna karşı, üstelik Barzani liderliğinin tüm duygusal yakarışlarına rağmen, ne Amerika ne de İran Şahı kılını kıpırdatmadı. Uzun yıllar kendi özgücüyle direnen ve düşmanıyla başedebilen bir hareket, son bir kaç yıldır (1972-75) kendini artık tümüyle ABD-Şah desteğine uyarladığı için, bu desteğin aniden ve tüyler ürpertici bir acımasızlıkla çekilmesinin hemen ardından direniş bir anda çöktü. Herşeyini ABD emperyalizmine ipotek eden Barzani önderliği mücadelenin bittiğini ilan etti ve gidip daha bir de yine kendisine bu oyunu oynayanların insafına sığındı.

Bu Amerika'nın Kürtler'e ilk büyük ihanetiydi. Bütün belgeler gösteriyor ki Amerika için Kürtler sadece bölgede kendi ihtiyaçları, politikaları ve manevraları çerçevesinde kullanılması gereken, kullanılabilen bir olanaktan öte hiçbir şey değildiler. Ne onların yüzyıla yaklaşan acıları, ne de en haklı ve meşru istemleri ABD'li şefleri zerre kadar ilgilendirmiyordu. Bunu en iyi biçimde bizzat Kissinger (ki tüm bu alçakça oyunun gerisindeki baş aktördü) ve üstelik daha o günlerde, en soğukkanlı biçimde formüle de etmiştir. Katliam ve toplu sürgünlerle yüzyüze olan Kürtler'in yardım yakarışlarını, “Gizli operasyonlarla (kirli işlerle demek istiyordu) misyonerlik faaliyetleri birbirine karıştırılmamalıdır” sözleriyle soğukkanlı biçimde reddedebilmiştir. Kürtler'i direnmeye teşvik ederken liderleriyle bizzat görüşen İran Şahı, Cezayir'den döndükten sonra Barzani'yi bir kez daha kabul etme lütfunda bulundu, ama sadece yaptığı antlaşmayı dikte etmek ve başınızın çaresine bakın demek için! Söylediklerini söyledikten sonra Barzani'nin bir çift söz söylemesine bile fırsat tanımadan, “tartışma bitmiştir, çıkabilirsiniz!” diyerek onu huzurundan adeta kovdu. KDP adına görüşmelere katılan insanların dolaysız anlatımları üzerinden biliyoruz bugün bütün bunları.

Barzani utanç verici bozgundan sonra Amerika'ya gitmek için çırpınıp durdu, zar zor İran Şahı'ndan bir pasaport alarak sonunda gitti. Orada görünüşe göre kanserden, gerçekte ise kahrından öldü. Yıllarca muhatap alınmadı, incitilip aşağılandı, ilişkileri ve görüşmeleri sınırlandı, CİA tarafından sürekli biçimde denetim altında tutuldu. Yeni başkan Carter'a ve ABD'ye övgüler ve yakarışlar dolu mektuplarına (ki bunlar yaranma amacına dayalı olarak gerici anti-komünist söylemler içeren mektuplardı) rağmen kimse kendisiyle görüşmedi.

ABD, hiçbir ilerici değeri ve kaygısı olmayan, mazlum halklara herhangi bir sempati göstermek bir yana dünya ölçüsünde onları ezen, egemenlik altında tutan bir sistemin baş jandarması emperyalist bir güçtü. Elbette ki Barzani'nin yakınmalarına zerre kadar aldırış edilmeyecekti. Kürtler kirli bir operasyonda kullanılmış, arzulanan amaç elde edilmiş ve böyle sorun hiç değilse o gün için artık kapanmıştı. O dönem için diyorum, zira 1979'da bölge jandarmalarından biri İran'da devrilip yerine ABD ile sorunlu bir rejim kurulunca, ABD bir kez daha bölge Kürtleri'yle bu rejime karşı ne yapılabilir diyerek yeni bir Kürt dosyası açtı. Bir kez daha emperyalist çıkarları gerektirdiği için ve bir kez daha emperyalist çıkarların gerektirdiği sınırlar içinde...

Ağır yenilgiye rağmen Güney'deki Kürt direnişi bitmedi, bitemezdi de. Bu direnişin güçlü tarihsel kökleri ve muazzam bir birikimi vardı. Zorlu mücadeleler içinde güç biriktirmiş, her yenilgiden sonra yeniden toparlanmayı başarmış, uzun yıllar için kurtarılmış bölgeler yaratmış, Irak'taki her rejim değişikliği sonrasında resmen muhatap alınarak ateşkesler yapılmış, pazarlıklarda taraf olmuş, sonuçta kağıt üzerinde kalsa da rejimi özerk yönetim üzerinden bir takım tavizlere mecbur etmeyi başarmış bir hareketti burada sözkonusu olan. Bu birikimden güç alarak yeniden dirilmesi kaçınılmazdı ve öyle de oldu.

Mücadele İran-Irak savaşı patlak verince yeni sorunlarla yüzyüze kaldı. İran ile Irak arasındaki sınırın 500 kilometreyi bulan bir bölümünün Kürdistan bölgesinden oluşması, burayı savaşın esas alanı haline getirdi ve Kürtler'i iki ateş arasında bıraktı. Daha da kötüsü, Irak rejimi ile İran rejimi karşılıklı olarak birbirlerinin Kürtleri'nden yararlandılar, türlü yardım ve vaatlerle onları birbirlerine karşı kullandılar. Bu konuda en ölçüsüz ve pragmatist olanı bir kez daha Irak Kürt liderliği, artık oğul Barzani'nin liderliğindeki KPD ile Talabani'nin YNK'sı idi. Kürdistan'ı aralarında bölüşmüş dört devlet, her zaman Kürt sorununu kontrol altında tutmak için, bir devlet oluşumuna doğru gidişini kesin olarak engellemek için, olanaklıysa hareketin tümden bastırılması için, kendi aralarında düzenli olarak işbirliği içinde olmuşlardır. Ama bu aynı devletler, kendi çıkarlarının gerektirdiği durumlarda, bu sorunu birbirlerine karşı kullanmaktan da geri durmamışlardır. ‘70'lı yılların başında Şah'ın yaptığı bu idi. ‘80'lı yıllarda 8 yıllık boğazlaşma boyunca Molla rejimi ile Baas rejiminin birbirlerine karşı yaptığı bu oldu. Kürt örgütleri, özellikle de Güney Kürdistan'dakiler, sözünü ettiğim yapısal zaafları nedeniyle bu oyunlara kolayca geldiler. Oysa 8 yıllık savaş biter bitmez, savaşı sürdürenler dönüp bu kez kendi Kürtleri'ne karşı acımasız bir bastırma savaşı yürüttüler, kitlesel katliamlar ve sürgünler birbirini izledi.

8 yıllık savaş boyunca emperyalist dünyanın Kürtler'i zerre kadar umursamadığını da biliyoruz. ABD emperyalizmi ve müttefikleri için o dönem önemli olan Irak'ın İran'a karşı desteklenmesi, böylece İran'daki rejimin güçten düşürülmesi, olanaklıysa yıkılmasıydı. Bunun için Saddam Hüseyin'i her yolla desteklediler. Onu tepeden tırnağa silahlandırdılar, buna daha sonra Kürtler'e karşı da kullanılacak olan kimyasal ve biyolojik silahlar da dahil. Bugünün Rumsfeld'inin o günlerde Saddam'ın huzuruna bizzat çıkarak bu işe aracılık ettiğini biliyoruz. Saddam gibi bir savaş makinası varken, Kürtler o gün ABD emperyalizmi için önemsiz bir ayrıntı bile değildi.

Sonra İran-Irak savaşı bitti, Kuveyt işgali geldi, işgalin ardından Amerika'nın müdahalesi, Amerika'nın Kürtler'i ve Şiiler'i ayaklanmaya çağrısı, ayaklanmanın ardından ise Şiiler gibi Kürtler'in de ortada bırakılması ve Saddam rejimi tarafından bir kez daha katliamdan geçirilmesi... Bu Amerika'nın Kürtler'e ikinci büyük ihanetiydi ve sonuçları bir kez daha çok ağır oldu. Ve bölgede duruma hakim olduğu halde, dolayısıyla Saddam rejimini dizginleyebileceği halde (savaşta yenilmiş ve teslim olmuştu), Amerika Kürtler'in bu çapta ezilmesini bir kez daha elleri böğründe izlemekle yetindi. Bizzat ABD başkanının çağrısı üzerine güneyde Şiiler, kuzeyde Kürtler ayaklanarak Baas rejiminin temellerinin çürük olduğunu göstermiş, böylece onu politik ve moral olarak zayıflatmış oldular. O aşamada bu kadarı yetti Amerika'ya. Saddam'ın yerine yeni bir şey koyamadığı sürece bunu yeterli gördü ve ayaklanmaya herhangi bir destek vermediği gibi kanlı biçimde bastırılmasına da sesini çıkarmadı. Tam tersine kısmen hava gücü kullanılarak ezilmesine göz yumarak destek bile verdi.

Amerikan emperyalizmi hiçbir biçimde halkların özgürlüğü ile ya da meşru ulusal hakları ile ilgili değildir, olamaz da. Emperyalist bir güç olarak çıkarları ne zaman, neyi, ne kadar gerektiriyorsa ancak o kadarını yapar. Çıkarları gerektiriyorsa ve güç dengeleri çerçevesinde olanaklıysa, Kürtler'e devlet de kurdurur. Ama yalnızca çıkarları gerektirdiği için, çıkarlarının gerektirdiği sınırlar içerisinde ve çıkarlarının gerektirdiği yere kadar. Koşullar ve güçler dengesi değişip çıkarları başka bir şey gerektirirse, o devletin tepe taklak yıkılmasına da aynı soğukkanlılıkla göz yumar, dahası bu yıkılışa destek bile verir. Burada herhangi bir ahlaki ölçü ya da ilke sözkonusu değil. Eğer illa da bahsedilecekse, sözkonusu olan ilke ya da kural, her zaman için Amerikan emperyalizminin emperyalist çıkarları ve bunun gerekleridir.

Amerikan emperyalizminin bugünkü müdahalesinin yarattığı olanaklara bakarak, bu çelişkilerden yararlanalım, Amerika'nın desteğini alalım, şunu şuraya kadar götürelim demek mümkün ve bunun burjuva milliyetçi bir bakışaçısı içinde bir yere kadar bir mantığı da var. Ama bundan hareketle, Amerika Ortadoğu'ya barış ve Kürtler'e özgürlük getiriyor, Amerika demokrasi ve özgürlüğün bayrağını taşıyor Ortadoğu'ya demek, Amerikan yalanlarını bölge halklarına ve mazlum bir ulus olarak Kürtler'e tekrarlamaktan başka bir anlam taşımaz. İşin bu kısmı tam bir aldatmacadır, bilimsel ve tarihi gerçeklerin kaba bir biçimde çiğnenmesidir. Amerika hiçbir yere demokrasi götürmemiştir, ne geçmişte ne de bugün. Irak'a ne getirdiğini görüyoruz. İster Ebu Garib, ister Felluce, ister Filistin üzerinden bakınız, sonuçta Amerika'nın Ortadoğu'ya ne getirdiği bellidir ve ortadadır. Ortadoğu'da en kuralsız, en gerici, en despotik, en iğrenç rejimler bizzat Amerika'nın desteği sayesinde ayakta duruyorlar. Bu gerçeği ister Ortaçağ artığı Suudi rejimi, ister Mısır'daki despotik burjuva diktatörlüğü, isterse savaşı, işgali, yıkımı ve katliamı bir yaşan biçimi haline getirmiş siyonist rejim üzerinden ele alın, sonuç özünde aynıdır.

ABD Kaddafi'yle sorunlu olduğu sürece Kaddafi bir “diktatör”dür ve halkına “özgürlük” lazımdır. Kaddafi papucun pahalı olduğunu görüp Amerika'ya boyun eğdiği zaman neredeyse Kaddafi'den iyisi yoktur. Şimdilerde emperyalist şeflerden biri gidiyor biri geliyor, yakında Bush da giderse şaşmayın. Kendileri yönünden sorun çözüldü, dayatılan konum ve umulan çıkar elde edildi, gerisi onların sorunu değil, onları ilgilendirmiyor. Libya halkının o yozlaşmış ve soysuz rejim altında çektikleri emperyalist şefleri zerre kadar ilgilendirmiyor artık. Libya yeniden bir egemenlik sahası haline getirildikten sonra sorun, dolayısıyla bugüne kadar ki demagojik söylemler bitti. Böylece bir kez daha görüyoruz ki, sorun Amerika ve tüm öteki emperyalistler için asla demokrasi ya da halkların özgürlüğü değil, fakat sadece kendi emperyalist hesapları ve çıkarlarıdır.

(Devam edecek...)