6 Kasım '04
Sayı: 2004/44 (36)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist barbarlık ve kapitalist yıkımın pençesindeki dünyada emekçilerin geleceği
  Felaket tsunaminin değil emperyalizmin eseridir.
  Deprem ve onbinleri yutan dev dalgalar
  Özelleştirme talanı sürüyor!
  Soruşturma terörü yine sahnede!
  2004 yılında sınıf hareketi
  2004 yılı ve kamu emekçileri hareketi
  Başbakan'ın Suriye gezisi
  Ekonomik büyüme ve işsizlik
  Kürt liberallerinin AB hüsranı
  BDSP'den sempozyuma çağrı
  Yoksulluğa mahkum, yozlaşmaya teslim olmayalım!
  Gençlik hareketi ve komünist gençliğin görevleri-2 / Orta sayfa
  İÜ'de ortak çalışmamız güçlenerek sürüyor
  Mimar Sinan Üniversitesi öğrencileri gözetleniyor
  YTÜ Davutpaşa Kampüsü'nde şenlikli eylem
  Irak'ı işgal eden emperyalist ordular acz içinde
  İşgalci askerler katlettikleri Iraklılar'ın organlarını da çalıyor
  Ertelenen Ukrayna seçimleri yeniden yapıldı
  2005'e girerken.../2
  Genç İşçi Bülteni'nden
  Esenyurt-Kıraç İşçi Bülteni'nden
  Toplumcu şair Şükran Kurdakul'u yitirdik
  Katliamlara karşı direniş kazanacak!
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



"Cennet", "İşçilerin Laila'sı" diye yutturulmaya çalışılan Mert Çelik Fabrikası, bir cehennemden farksız!

Mert Çelik patronu keyfi uygulamalarla
sömürüde sınır tanımıyor!

Kıraç Sanayi Sitesi?nde kurulu olan Mert Çelik Fabrikası, 400?ü aşkın işçinin çalıştığı, Avrupa?nın birinci, dünyanın ise dördüncü büyük tencere üreticisi durumunda. Günde yaklaşık 20 bin tencere üretiliyor. Tencerelerin çoğu Avrupa ülkelerine, Amerika ve İsrail gibi ülkelere ihraç ediliyor.
Mert Çelik Fabrikası daha önce burjuva gazeteleri ve televizyonlarında ?İşçilerin Laila?sı?, ?Fabrika değil cennet? gibi başlıklarla reklam konusu yapılmıştı. Patron M. Tanrısever eski bir film yapımcısı olduğundan, reklamı da medyayı da iyi kullanmasını biliyor. Reklamlara kalırsa fabrikada yok yok. Yüzme havuzu, disko, spor solonu ve sahaları, palmiye ağaçlarıyla süslü bir bahçesi! Peki bunları kimler kullanıyor, buralar hangi amaçla kullanılıyor? Bu ?cennet?te işçiler hangi koşullar altında çalışıyor? Bu ?cennet?in kapısını aralayıp bir de işçilerin gözünden bir bakalım duruma.

Sigortasız, iş güvencesiz
işçiler "cenneti"!


Bu ?cennet? köşesinde gerçek durumun ne olduğunu, azgın sömürü çarkları arasında işçilerin nasıl sömürüldüğünü daha önce Esenyurt-Kıraç İşçi Bülteni?nde yeralan yazılarla duyurmuştuk. Öyle anlaşılıyor ki, geçen süre içinde patron Tanrısever çok yol almış. Cennet köşeciğini her bakımdan donatmış!
Mert Çelik, patron gazetelerinin söylediğinin aksine, hak ve hukukun olmadığı, burjuva yasalarının bile işlemediği, herşeyin patronun keyfine göre belirlendiği, işçilerin koyu gerici uygulamalarla esaret altına alındığı bir fabrika. M. Tanrısever rüyalarını süsleyen bir sömürü cehennemi yaratmak için çok kafa yormuş, tüm yeteneklerini döktürmüş. Öyle söylüyordu bir röportajında.
Fabrikadaki sömürü ve baskının haddi-hesabı yok. İşçiler günde 12-14 saat ve hatta bazen sabaha kadar çalıştırılıyor. Fabrika da iş güvenliği adına alınmış bir önlem yok. Bunun yanında Mert Çelik patronu hak-hukuk tanımadan birçok işçiyi sigortasız çalıştırıyor. Yeni giren bir işçiye sigortasının altı ay sonra yapılacağını söylüyorlar. Ancak sözleşmeli olarak aldıklarından dolayı altı ay dolmadan işçiye hakkını vermeden atıyorlar. İşçinin şikayet etmesine karşılık önlemlerini de baştan alıyorlar. İşe alırken okumasına fırsat vermeden bir takım evraklarla birlikte işçiye adı ve soyadının yeraldığı boş bir de kağıt imzalatıyorlar. Kuşkusuz bunu boşuna yapmıyorlar. Baskı ve sömürünün bu kadar keyfi uygulandığı bir yerde işçinin imzası bulunan bu boş kağıtları patron yeri geldiğinde isteği gibi doldurup kullanabilir. İşçiyi borçlu gösterebilir. İş kazası geçirdiğinde aleyhine kullanabilir. Makine bozulduğunda bunu işçiden kesebilir. İstediği gibi doldurup kullanabileceği bu kağıtlar patronun bir nevi sigortası, işçinin ise prangası durumunda.

Spor salonunda "sabah jimnastiği" adı altında kışla disiplini


Mert Çelik?te ağır sömürüye, dizginsiz bir baskı eşlik ediyor. Fabrikada kışla disiplini hakim. Sabah işe başlama saati 8:00 iken işçilerin 40 dakika öncesinden fabrikada bulunması zorunlu kılınmış. Saat 7.20?de iş elbiselerini giyen işçilere, kötü bir müzik eşliğinde aerobik, jimnastik yaptırılıyor. Bunun adı zorunlu sabah sporu. Katılmayanlardan 25 milyon kesinti yapıyorlar. Bunun da güya işçilerin sağlıklı yaşamaları için yapıldığı iddia ediliyor. Ancak bunu diyenler, işçileri günde 12-14 saat, hatta bazen sabaha kadar bütün gün ayakta, posası çıkıncaya kadar çalıştırıyorlar. Ama bu ağır çalışma koşullarının sağlığa hiçbir zararı olmuyor! İşçilerin sağlığını o kadar düşünüyorlar ki kanserojen maddeler içeren üretimin yapıldığı bazı bölümlerde hiçbir koruyucu önlem alınmadığı gibi en basitinden yoğurt, ayran vb. süt ürünleri bile esirgeniyor işçilerden. Bundan rahatsız olduğunu dile getiren işçiler hakarete uğruyor, 25 milyon para cezası kesiliyor ya da işten atılıyorlar.

Kaza bedenin zekatıdır!


Yine işyerinde herhangi bir iş güvenliği alınmadığı gibi iş kazası geçiren işçilere de hakaret ediliyor. Peki, bu yorucu çalışma koşullarında, çay molasının dahi olmadığı uzun çalışma saatleri boyunca kaza geçirmemek mümkün mü?
Duvarda asılı olan bir panoda yazılanlar patronun işçilerin sağlığını nasıl düşündüğünü açıkça ele veriyor: KAZA BEDENİN ZEKATIDIR. Yani, ibadet eder gibi üretin, çalışın. Kaza olursa da bu ayrıca sevap hanenize yazılacaktır. Makineye kolunu mu kaptırdın? Olsun, bu da bedeninden verdiğin bir zekat sayılacak, boşa gitmeyecek.
Peki neden M. Tanrısever bedeninin zekatını vermez? O ki dini bütün bir müslüman olmakla övünür durur. Bu zekat sadece işçiye mi mahsustur? Bırakalım gerici Ortaçağ çalışma koşullarını, bu anlayış, bu dayatmalar düpedüz kölelik değil midir?

Dayak da cennetten çıkma!

Fabrikanın bazı bölümlerinde her gün belirlenen sayıda üretim yapmak zorunlu. Bu sayı tutturulamadığı zaman işçi azarlanıyor. Bu sayı tutturulduğunda ise ertesi gün sayı biraz daha artırılıyor. Böylece patron hem işçileri birbirleriyle rekabet ettirerek bölüyor, hem de üretimi arttırmış oluyor. Hatalı mal çıkartan işçiye ise para cezası veriliyor. Fabrikanın her bölümü kameralarla izleniyor. Yavaş çalışan veya fabrika içinde yavaş yürüyen işçilere hakaret yağdırılıyor, üstüne üstlük para cezası ile cezalandırılıyor. Bunu tekrarlaması ise işten atılması için neden olarak gösteriliyor. Uygulamalar sadece para cezasından, ya da işten atmaktan ibaret değil. Çoğu durumda işçiler dövülüyor. Patron kapıya bağlı itlerini bu tür işler için besliyor. Kan emici patron çoğunlukla yanında silahlı adamları ile dolaşarak bir de bu yoldan korku salıyor işçilere.

Patron tanrı, işçiler kul!

Tüm bu uygulamalara ikiyüzlü bir propaganda eşlik ediyor. Yemek paydosunda Kur?an okutulup vaazlar veriliyor. Bu vaazlarda işçilere şükretmeleri, isyan etmemeleri, birisi tokat attığında öteki yanağını uzatmaları gerektiği gibi şeyler söyleniyor. Sabah işe koşarak gelmeleri, akşam ise yavaş yavaş gitmeleri, fabrika içinde koşturarak çalışmaları öğütleniyor. İbadet diye sunulan M. Tanrısever?e kölelikten başka bir şey değil. Sık sık bu propagandaya uygun film gösterimleri de yapılıyor fabrikada. İşçinin hal ve hareketlerinin nasıl olması gerektiğini söylemekle yetinmiyor bu asalak patron, bunu katı kurallara bağlıyor ve bizzat denetliyor. Bunlara uymamak, itiraz etmek işten atılma gerekçesi. Patrona itaat etmeyen, konulan kuralları çiğneyen işçilerin ispiyonlanması öğütleniliyor. Böylece bu asalak patron, yalnızca köle gibi boyun eğen işçiler değil, aynı zamanda sınıf kardeşlerini, mesai arkadaşlarını ispiyon eden düşkünleşmiş, onursuzlaşmış bir sınıf yaratmak istiyor. Ve M. Tanrısever tüm bunları dürüst, babacan, dini bütün bir müslüman ve modern bir iş adamı maskesi altına yapıyor.
İşte fabrikada kurulan bu aşağılık sömürü ve baskı düzeninin adı ?cennet? oluyor. Ve işçilerin önemli bir kısmı, dini duyguları nedeniyle, bir kısmı işten atılma korkusu yüzünden, bir kısmı ise ne yapacağını bilemediği için bu koşullara boyun eğiyor.
Peki bu böyle daha ne kadar devam edecek? Mert Çelik işçileri artık bu soruya bir yanıt vermek zorundadırlar.

Bu cehennemin kapılarını kıralım!

Mert Çelik işçilerine üç kısa noktada kısa bir hatırlatmada bulunmak isteriz.
Birincisi; M Tanrısever, binbir maske takarak kârına kâr katmaktan başka bir şey düşünmeyen sömürücü sınıfın bir temsilcisi, dini bunun için kullanan kan emici bir asalaktır. Bu sömürücü asalağa inanmak, boyun eğmek kula kulluk etmek demektir. Köle olmayı kabul etmek demektir. Unutmayalım ki patron patrondur. Onların dini imanı paradır. Tek dertleri kârlarına kâr katmaktır. Bu asalaklara, onların sahtekarca vaazlarına inanmak, bile bile aldanmaktır. Mert Çelik işçileri herşeyden önce gözbağlarını açarak bu gerçekleri görmeli, işçileri köleye çeviren dayatmaları uygulamaya bir son vermelidir.
İkincisi; sömürü düzeninin yaydığı korkulara boyun eğerek çalışmanın ve yaşamanın sonu onursuz, kişiliksiz bir insan olmak demektir. Geleceği olmayan bir sınıf demektir. Mert Çelik işçileri korkuyla, baskıyla teslim alınmak istenen onurlarına sahip çıkmalıdır!
Üçüncüsü; onurumuzla yaşamak, döktüğümüz alınterinin karşılığını almak mı istiyoruz? Çalışma ve yaşam koşullarımızın düzelmesini mi istiyoruz? Öyleyse yapmamız gereken bir sınıf olduğumuzun bilincine varmak, patronların karşısında örgütlü bir sınıf gibi davranmak ve gücümüzü birliğimizden almaktır. Bunun için yola çıkan bir sınıf, onursuzca yaşamayı, köle gibi çalışmayı reddetmeye başlamış demektir. Bunları başaran bir sınıf, korkuyu da yener, yenilmez gibi görünen patronları da!

(Esenyurt-Kıraç İşçi Bülteni'nin Aralık 2004 tarihli sayısından alınmıştır...)

***********************************************************

Patronlar bunu hep yapıyor...Sudan gerekçelerle işten atıyor, tazminat hakkımıza el koyuyor...

Tazminatsız işten atmalarına izin vermeyelim!

Ağır ve kötü çalışma koşulları altında emeğimizin karşılığını alamadan çalışıyoruz. Azgınca sömürüldüğümüz, düşük ücretle çalıştığımız yetmiyormuş gibi patronların uydurduğu keyfi gerekçelerden dolayı işten atılıyoruz. Sudan bahanelerle bizleri kapı önüne koyan kan emici patronlar tazminatımıza el koymak için binbir oyuna ve yalana başvuruyorlar.
Zaman zaman düşük ücretlerden, ağır çalışma koşullarından bunalan bazı arkadaşlarımızın ?patron beni işten atsın da üç kuruş tazminatımı alıp başka bir iş bakayım? diye düşündüğünü görüyoruz. Yaşanan onlarca örnek de gösteriyor ki, böyle düşünenlerin hiçbiri istediklerini alamıyor. Bu bir tarafa canını dişine takıp çalışan fakat buna rağmen işten atılan arkadaşlarımızın ezici bir çoğunluğu da aynı akıbeti yaşıyor.
Haketmediğimiz halde çıkışımızı 17. maddeye dayandırdıklarında tazminat alamadığımızı hepimiz biliyoruz artık. Buna gerekçe olarak amire hakaret, verilen görevi yerine getirmemek, işyerini zarara uğratmak gibi asılsız nedenler kullanılıyor çoğunlukla. Yasalar onlara böyle bir hak tanıyor. Yasalar bu hakkı onlara tanıyor ama bu onların haklı olduğu anlamına gelmiyor. Çoğunlukla haklı olan bizler haksız duruma düşürülüyor, böylece tazminatımızı alamıyoruz. Peki neden?
Çoğunlukla tazminatsız işten atıldığımızda ne yapmamız gerektiğini bilmediğimiz ya da bildiğimiz halde gerektiği gibi haklarımızın peşine düşmediğimiz için patronlar daha rahat davranıyor, bunu bir kural haline getiriyorlar. Sonuçta kaybeden biz oluyoruz.
Bu kuralı bozmak herşeyden önce bu oyunları boşa çıkarmakla mümkündür. Bunun yolu ise boyun eğmek, susmak ya da tepkilerimizi içimize atmak değil, tazminat hakkımızı almak için tüm yolları kullanmak, birey olarak değil bir sınıf olarak, işçi sınıfının bilinçli bir neferi olarak onların karşısına çıkmaktır.
Böylesi durumlarda yapılması gereken ilk iş, bu haksızlığa karşı diğer sınıf kardeşlerimizin desteğini almak olmalıdır. İkincisi ise, tazminatımız verilene kadar hiçbir çıkış kağıdına imza atmamak, gerekirse bir avukata başvurarak karşı dava açmaktır. Bilmeliyiz ki, patronların önümüze koyduğu çıkış belgesine imza atmak demek, haklı olduğumuz halde ?ben işten atılmayı hak ettim?, ?patron haklı, ben haksızım? demektir. Böyle bir durumda açacağımız davanın da, göstereceğimiz tepkinin de bir anlamı ve yaptırımı kalmaz.
Çalınan, gaspedilen bizim emeğimiz ve alınterimizdir. Onlara alınterimizi gaspetmenin o kadar kolay olmayacağını göstermeliyiz ki, patronlar bu oyunu eskisi kadar rahat oynayamasınlar. Unutmayalım ki, haklarımızı ancak bu şekilde kazanabilir ve patronlara bu şekilde geri adım attırabiliriz.
Ve unutmayalım ki her gün onlarca, yüzlerce işçi bu türden haksızlıklara uğruyor. Demek ki, bu türden saldırılar hepimize yönelik. Kaybeden değil kazanan olmak için birlikte karşı koymalı, haklarımızı sonuna kadar savunmalıyız.


(Esenyurt-Kıraç İşçi Bülteni'nin Aralık 2004 tarihli
sayısından alınmıştır...)