Ülkücü mafya şeflerinden Alaattin Çakıcının yurtdışına kaçarken Beşiktaş Kulübü referansı ile pasaport alması ve Shengen vizesi kullanması futbol Susurlukunun açığa çıkmasına neden oldu. Sözkonusu vize skandalı, kitlelerin, başarılarını kendi başarılarıyla özdeşleştirdikleri futbol takımlarının ve futbolun kimlerin elinde oyuncak olduğunu gösterdi. Yanısıra, eskisi gibi olmayacak masallarına rağmen Susurlukun kendini hatırlatması açısından da önemliydi.
Tahliye edilmesine rağmen hakkındaki davalar nedeniyle cezaevine geri dönme olasılığı yüksek olan Çakıcı, kaçış için Nesim Malki cinayetinde azmettirmekten sanık olan Erol Evcilin adamı İbrahim Arı adına düzenlenmiş pasaportu kullandı. Beşiktaş Kulübü Başkanı Serdar Bilgilinin elektronik imzasının kullanıldığı referans yazısında İbrahim Arı kulüp yöneticisi olarak tanımlanıyor ve ilgililerden bu kişiye her türlü kolaylığın gösterilmesi isteniyordu. Nitekim bu kolaylığın ilk kez gösterilmediği, yine Beşiktaş kulübüne ait seyahat acentası kullanılarak Çakıcının kardeşi Gencay Çakıcı ve yeğeni Barış Çakıcının da yurtdışına gittikleri anlaşıldı. Bu kaçış olayında kilit isim, mafya dünyasına yakınlığıyla bilinen kulüp menajeri Sinan Engindi. Çakıcının hem uzaktan akrabası hem de yakıdostu olan Enginin kaçırılmadan önce Çakıcı ile 62, kardeşi Gencay Çakıcı ile 18 telefon görüşmesi yaptığı tesbit ediliyordu. Nitekim Çakıcı ile ağabey-kardeş yakınlığını gizlemeyen Sinan Engin kulüpten uzaklaştırıldı. Sinan Engin uzaklaştırılırken, BJK Travelling (kulübe ait seyahat acentası) çalışanı bir kişi de olaydaki sorumluluğu nedeniyle işinden çıkarıldı. Bu kişinin adı Kerem Eymür.B kişinin ünlü Susurlukçu Mehmet Eymürün yeğeni olduğu sadece bir gazeteye yansıdı.
Tabii ki Çakıcı ile görüşen birçok kişinin telefonları dinlenirken ve polisin kendi deyimiyle hepsi tacizli takip edilirken, nasıl olup da kaçabildiği kamuoyunda başka bir tartışma konusu oldu. Yalçın Doğan bir yazısında, kaçmadan bir ay kadar önce bir restorantta Çakıcıyı, Sinan Engin ve üçüncü bir kişiyi birlikte gördüğünü yazdı. Ardından Star gazetesi o gün masada üç değil dört kişi olduğunu ve dördüncü kişinin tanınmış bir polis müdürü olduğunu yazıyordu. Şimdi emniyet bu mensubunu tesbit etmeye çalışıyor!
Çakıcının futbol dünyası ile ilişkileri sadece Beşiktaş kulübü ile de sınırlı değil. Cumhuriyet gazetesinde Ecevit Kılıç, 21 Mayıs 2004 tarihli haberinde Türk futbolu Çakıcıya emanet diyor ve Çakıcının Galatasaray kulübü ikinci başkanı Ergun Gürsoy ile de görüştüğünü yazıyordu. Nitekim Ergun Gürsoy da köylüm dediği Çakıcı ile görüşmesini yalanlamıyor, Çakıcı aradığında, nasıl beni bir daha arama diyebilirim ki diyerek bu görüşmeyi savunuyordu. Haberin devamında Çakıcının Gürsoyu, Türkbank ihalesinde kendisine rakip Cankurtaran grubunun ihaleden çekilmesi için kullandığı yazılıyordu. Yine aynı haberde olaylı futbol federasyonu seçimlerinde Çakıcının adayına karşı seçimi kazanan Haluk Ulusoy ile Çakıcının baştırılması için Gürsoyun nasıl aracılık yaptığı anlatılıyordu. Bu kirli ilişkilere eklenebilecek o kadar çok şey var ki...
Futbol milyonlarca emekçinin ve gencin çetin yaşam kavgalarında sığındıkları sahte limanlardan biri. Geniş kitleleri uyuşturan, fanatizm adı altında canavarlaştıran bir sektör olarak düzen tarafından kullanılıyor. Her ne kadar aşırı profesyonelleşmesi ve Çakıcı benzeri skandallar nedeniyle kafalarda oyunun gizli kurallarının nerelerde belirlendiği üzerine soru işaretleri oluşturmaya başlasa da, neredeyse bir din gibi kitleleri etkiliyor.
Nitekim stadyumlarda kendi iç hiyerarşilerini oluşturarak örgütlenen taraftar grupları açısından futbol çoktan görsel-sportif anlamını aşmış, rakibini neredeyse ölümüne ezmeyi gerektiren bir zafer alanı haline gelmiştir. Bunun en yakın örneği bu sezon başında TSYD kupası için oynanan Karşıyaka-Göztepe maçında işlenen cinayetti. Bu gençlik grupları, tatmin olamadıkları gerçek dünyada, alt edemedikleri gerçek düşmanlarına karşı (işsizlik, eğitimsizlik, yoksulluk, bir avuç asalak elinde toplanmış toplumsal zenginliklerden dışlanma) başarılarını sahiplenebilecekleri ve başarısızlıklarına öfke kusabilecekleri bir tapınma aracı ve sahte zaferler arıyorlar. Sırf bu nedenle toplumsal olaylarda karşılarına almaktan çekindikleri polis copunu, takımının yenilmesi veya küme düşmesi durumunda karşısına almaktan korkmuyor ve yeri geldiğinde inatla karşı bile koyuyor. Buasporun küme düşmesi üzerine maçın oynandığı Sakaryanın ve Bursanın savaş alanına dönmesini anımsayalım.
Tüm bu popülerliğiyle ve gençliğin en lümpen öğelerini de içermesiyle futbol, mafya grupları için oldukça verimli bir alan. Kulüp başkanlığı kara para aklamak, popüler olmak, kendine yandaş toplamak ve toplumsal saygınlık zırhı için biçilmiş kaftan haline geldi. Burada yalnızca hayali ihracatçı Hasbi Menteşoğlu (Samsunspor), Turan Çevik ve tabii ki Oral Çelik (Malatyaspor), Ali Şen, Semih Bayülken, Aziz Yıldırım (Fenerbahçe), eski MİTçi Süleyman Seba, öncesinde Mehmet Üstündağ (Beşiktaş), bakanlık da yapmış olan M. Ali Yılmaz (Trabzonspor), yine ünlü Susurlukçu Ali Fevzi Bir ve onun Özsahrayıceditsporunu hatırlatalım.
Futbolcular arasında ise adı yine Çakıcının kaçışı ile anılan Rıdvan Dilmen, borsa spekülasyonlarında adı geçen Engin İpekoğlu, Mecnur Çolak, Sedat Pekerin babasının cenazesinden hatırladığımız Ahmet Yıldırım, Serdar Topraktepe, Sergen Yalçın, Arif Erdem (aynı isimlere Korkut Ekenin cezaevi ziyaretinde rastlıyoruz), M. Ağar ile yakınlığı meşhur Fatih Terim, tarikatlarla ilişkileri gizlenmeyen Hakan Şükür, Okan Buruk, Emre Belezoğlu vb.leri bu temaşaa sporunda varolmak için kimlere yaslanmak gerektiğinin çarpıcı örnekleri.
Son lig maçları, ortalama taraftarlara futbolun, kazananın ve kaybedenin hakemin başlama düdüğünden çok önce belirlendiği bir kirlilik içerisinde olduğunun belirtileri ile doluydu. Ç. Rizespor -Beşiktaş karşılaşmasında Rize tribünlerinde Sedat Peker Rizespora başarılar diler pankartı buna sadece bir örnek. Nitekim mesaj yerini buldu; Rizespor, ligde kalmak için mutlaka kazanması gereken maçı, rakibinin kazanmak için hiçbir çaba göstermemesiyle kazandı.
Aslında futbol yalnızca tribünleriyle değil kurumlarıyla da mafyalaşmıştır. Federasyon başkanlığı seçimlerinde Ulusoy ve Çakıcı arasındaki çekişme biliniyor. Çakıcıya kendini affettirmek için 50 kurban kesip bunları da Çakıcının cezaevindeki adamlarına dağıttığı iddia edilen Haluk Ulusoy, Macaristan Milli Takımı ile oynanacak maç öncesi Macar federasyonuna rüşvet teklif ettiği haberiyle yeteneklerinin sınır tanımadığını adeta ispat etti. Yaklaşan yeni federasyon seçimleri öncesinde taraftar kitlesi ve politik gücü en fazla olan bir İstanbul büyüğünü şampiyon yaparak da, sırası gelenin şampiyon olduğu bu tahterevallinin dengelerini ve dolayısıyla koltuğunu korumaya çalıştı.
Şüphesiz Çakıcılar, Sedat Pekerler yalnızca futbol zemininde boy vermiş deve dikenleri değil. Futbol onların etkinlik alanlarından yalnızca biri. Artık televizyon dizilerine de konu olduğu üzere onlar, yaptıkları tetikçiliğin ve derin ilişkilerinin ödülü olarak kendilerine sunulan rant alanlarını talan ediyorlar. Ancak anlaşılan Çakıcı gözden çıkarılmış ve gücü sanıldığı kadar geniş olmayan bir örnekti. Aydın Enginin köşesinde yaptığı hatırlatma dikkat çekiciydi; Çakıcının kaçışı üzerine bunca yaygara kopartılırken, bir başka katil Haluk Kırcıdan hala haber alınamıyor. İnfaz hesabında yapılan bir yanlışlık sonucu tahliye edilen Kırcının kaçtığı bile kabul edilmiyor. Çünkü Kırcı bir Çakıcı değil ve kaçışı ağızlara sakız edilmeyecek kadar devlet nezdinde de¤erli bir isim.
Futbol devasa bir sektör durumuna gelmiş durumda. Sadece Türkiyenin değil Avrupanın da ensesi kalın kulüp başkanları kaynağı belirsiz paralarını milyon dolarlar halinde bu sektöre döküyorlar. Stat ve televizyon gelirleriyle, sponsorluk ve reklam anlaşmalarıyla, ürün satışlarıyla ve bunlar kadar önemli sosyal-siyasal-toplumsal güçle verdiklerini genelde katbekat geri alıyorlar. Bunun son dönemdeki tipik örneği İngiliz Chelsea Kulübünü satın alan Rus dolar milyarderi Roman Abramovichti. Rusyadaki emsali Khodorkovski yolsuzluk suçlamasıyla tutuklanırken, o saygın bir işadamı olmaya devam edebilmiştir. İtalya ve İspanyada futbol ve mafyanın Türkiyedeki kadar muhtemelen Türkiyedekinden de fazla- içiçe olduğu bilinirken, en son Portekizde yaşanan şike skandalı bu işlerin Avrupada da pek farklı olmadıcurren;ını ispatlıyor.
Devlet-mafya-futbol üçgeni kitaplar kaplayacak genişlikte bir olgu. Futbol, devlet ve onun pis işlerini yaptırdığı faşist çeteler açısından hem bir rant alanı hem de politik bir güç olanağı. Her milli maçta ve Avrupa ülkeleri ile yapılan maçlarda körüklenen şovenizmi ve yapılan hamaseti anımsarsak, gençliğin gerici-faşist odaklara kanalize edilmesinde futbolun rolü biraz olsun anlaşılabilir.
Sonuç olarak, özelde futbolda bir kirlenmeden bahsetmek yalnızca iyimser bir körlüğün ifadesi olacaktır. Futboldaki kirlenmeyi yaratanlar, Çakıcı örneğinde olduğu gibi, toplumsal yaşamın genelindeki çürümenin sorumluları ve bundan beslenen figüranlarıdır. Batı uygarlığında bu işler biraz daha yüze göze bulaştırılmadan ve saman altından yapılırken, kumarhane kapitalizmi denen ülkelerde, devlet ve sermaye eliyle beslenmiş, semirtilmiş çeteler daha ayan beyan ve kırıp dökerek yapmaktadırlar. Aradaki yegane fark budur. Sonuçta sömürülen ortalama kitlelerin spor keyfi şiddet içeren rekabet duygusu haline getirilmiştir. Fakat son yaşananlar kimi dikkatli gözlerde sportif rekabete inandırıcılığı azaltmış, futbolun saltanatını bir nebze olsun sarsmıştır.
Futboldan mafyanın ve şiddetin temizlenmesi üzerine temenniler ise, onun sayılan toplumsal ilişkileri nedeniyle kubbede hoş bir seda olarak kalacak. Köklü bir toplumsal altüst oluş ile toplumun genelinde ekonomik, kültürel bir yenilenme sağlanmadan (ki bunun adı sosyalizmdir) ve amatörleşme yoluyla spor, herkesin katılımına açık hale getirilmeden, futbol sadece futbol olamayacaktır.