Kıbrıs sorunu, Annan Planı, referandum, referandum sonrası gibi kavramlar, son dönemde en çok tartışılan ve uluslararası politik gündemi işgal eden kavramlar oldu... Annan Planının son raundu olan referandum yapıldı; Kıbrıs Rum tarafı bu planı üçte iki çoğunlukla reddetti, Kıbrıs Türk tarafı ise yüzde altmış beşe ulaşan net bir çoğunlukla kabul etti. Böylece Kıbrıs sorunu yeni bir aşamaya gelmiş oldu. Bundan sonra ne olacak sorusu tarafları ve ilgililerin gündemini meşgul etmeye devam ediyor. Biz işin bu boyutu üzerinde durmak yerine, sorunun kendisi ve çözüm olarak ortaya konulan Annan Planı üzerinde ana çizgileriyle bir değerlendirme yapmak istiyoruz.
Kıbrıs sorunu, işgal edilen ve bu işgale dayalı yapay bir devlet oluşturulan, stratejik açıdan çok önemli bir ülke sorunudur! 30 yıla varan işgal, Kıbrıs sorununun özünü oluşturmaktadır. İşgalin bu niteliği, uluslararası hukukun gereklerini yerine getirme, Barış Harekatı olarak tanımlama ve meşrulaştırma çabalarıyla ortadan kaldırılamaz!
30 yıldan bu yana uluslararası hukukun dışında olan Kuzey Kıbrıs, özel savaş karargahı, özel savaş okulu, her türlü kirli paranın aklandığı ve kirli işin planlandığı, örgütlendiği ve yürütüldüğü bir merkez, MHP türünden ırkçı-şoven Türk milliyetçiliğinin çok yönlü beslendiği bir alan işlevini görmüştür. Bundan dolayı mevcut fiili durumu bugüne kadar sürdürülmüş, çözüme dönük girişimler hep baltalanmıştır. Rauf Denktaşın bu baltalama hareketinin başını çekmesi de boşuna değildir.
Ancak Büyük Ortadoğu Projesinin Irak işgalinden sonra dillendirilmesi ve bunun Ortadoğu ve dünya politikasında önemli bir aşama olarak değerlendirilmesiyle birlikte Kıbrıs sorununun çözümü de yeniden, hem de dayatıcı, dikte ettirici bir tarzda gündeme getirilmiştir.
AB, daha önceden açıkladığı genişleme planı bağlamında Kıbrıs Cumhuriyetini 1 Mayıs 2004ten itibaren tam üyeliğe alma kararını almıştı. Kıbrıs sorununun çözümünden bağımsız olarak bu kararını açıklamıştı. Kuşkusuz bu kararda stratejik öncelikler belirleyici bir rol oynamıştır. Kıbrıs adası Ortadoğu ve Akdeniz su yollarını kontrol etmede çok önemli bir stratejik yer tutmaktadır. Askeri uzmanlar Kıbrısın bu konumunu Sabit uçak gemisi olarak değerlendirmektedirler. AB, gerçi, kısa vadede Ortadoğu ve dünya hegemonya mücadelesinde geri kaldığını biliyor, ama ABD karşısına güçlü bir rakip olarak çıkma isteminden de vazgeçmiş değildir. Dolayısıyla her alanda ve zeminde hazırlıklarını yapmayı, bugünden belli mevzileri kazanmayı ihmal etmiyor...
Buna karşılık ABD, AKP şahsında kendi Büyük Ortadoğu Projesine denk düşen bir ayak bulmuş ve onun üzerinden kendi politikalarını dikte edebileceğini varsayıyordu. Annan Planına ayak direten Rauf Denktaş ve onun ardındaki TCnin geleneksel iktidar güçlerini aşabileceğini hesaplıyordu. 1 Mayıs tarihine kadar Annan Planının taraflarca kabul edilmesi için bir takvim dikte ettirildi. Bu bağlamda görüşmeler, müzakereler yapıldı, sonuçta karşılıklı varılan anlaşma değil, Annanın son şeklini verdiği plan tarafların onayına sunuldu. Son raund referandumdu. Bu noktaya kadar işleyen büyük ölçüde ABDnin diktesiydi, AB de bunu destekliyordu. Burada ABD ve ABnin Kıbrıs üzerindeki planlarının örtüştüğü sanılıyor, ancak bu, görünüşte ve kimi noktalarda böyledir. Gerçekte ise ABD, TC ve onun Kuzey Kırıs üzerindeki denetiminden yararlanarak Kıbrısın tümünde konumunu uzun vadede güçlendirmek istiyor. İleride bunu askeri üs isteme ve kurma adımlarıyla tamamlamak istediği de kaydedilmesi gereken diğer önemli bir noktadır. Annan Planının arkasında esas olarak ABDnin iradesi vardı. Referandum öncesinde Kıbrıslı Rumların BMden güvence istemeleri karşısında İngiltere ve ABDnin hemen harekete geçerek bu do&curen;rultuda bir tasarı hazırlamaları, bu konudaki istek ve kararlılık derecelerini gösteren çarpıcı bir gelişme olmuştur.
TC de Annan Planına onay vermişti, bunda ABD politikaları doğrultusunda hareket etme eğilimi kadar, uluslararası ilişkilerde Kıbrıs kamburundan kurtularak daha geniş bir manevra olanağı ve zemini yakalama istemi de belirleyici olmuştur. Geleneksel çizgide verilen tavizleri ordu ve katı ırkçı şoven kesimlere kabul ettirmede ABDnin verdiği kararlı destek önemli derecede rol oynamıştır.
Buna karşılık Kıbrıs Rum yönetimi ve Yunanistan kendilerine dayatılan Annan Planının final versiyonunu kabule yanaşmamış ve bu tutumunu referanduma taşıyarak halkın ezici desteği ile taçlandırmıştır. Rum halkı neden böyle davranma gereğini duymuştur?
Türkiyede kimi siyasetçiler ve yorumcular, Rumların referandumda hayır demeleriyle zaten kaybedecekleri bir şey olmazdı, her durumda 1 Mayıs 2004 tarihinde ABye tam üye olacaklardı diyorlardı. Kuşkusuz bu değerlendirme bazı temel gerçekleri gözlerden kaçırıyordu. Herşeyden önce Annan Planı, 1974te gerçekleşen işgal hareketini meşrulaştırıyor ve kalıcılaştırıyordu. Buna göre 1974 işgal hareketiyle topraklarını, mal varlıklarını kaybeden Rumların önemli bir çoğunluğu bu haklarından ebediyen vazgeçmiş oluyorlardı. İşgal hareketinden sonra Kıbrısa yerleşen Türkiyeli Göçmenlerin önemli bir bölümü Kıbrıslı kimliğini kazanıyordu. Bu da adadaki nüfus dengesinin kendi aleyhlerine bozulması anlamına geliyordu. Bu kayıplarına karşılık kazançları sınırlıydı. Bu temel etkenlerden dolayı halk, oyunu #147;hayır doğrultusunda kullandı.
Annan Planından en kazançlı çıkan devletlerden biri İngiltere idi. Sömürge döneminden kalma ve bugüne kadar varlığı devam eden askeri üsleri kalıcılaşıyor ve daha dokunulmaz bir nitelik kazanıyordu. Ortadoğu hegemonya kavgasının derinleşerek devam ettiği günümüzde anılan askeri üslerin stratejik önemi daha bir anlaşılır olmaktadır.
Annan Planı Kıbrıs Rum halkının oylarıyla reddedildi.
Kıbrıs sorunu yeni bir aşamaya gelmiş olsa da varlığını sürdürüyor. Sorunun doğrudan muhatapları arasına AB de girmiş bulunuyor. Bu, uzun vadede TCnin işini zorlaştıracak bir etken. Yakın dönemde Annan Planına evet denilmesi nedeniyle kimi manevra olanakları kazanmış olsa da bu, yine böyledir. Yine bu dönemde ABD Rumlar üzerinde baskı kurmaya çalışacak, hatta KKTCyi tanıma kozunu bile kullanabilir. İşlerin daha da çatallaşması durumunda varolan fiili parçalanma hukuksal bir kılıfa da büründürülebilir. Bunların hepsi birer olasılıktır. Anlaşılan o ki Kıbrıs üzerindeki mücadele boyutlanarak devam etme eğilimindedir.
Açıkça görüldüğü gibi Kıbrısın yeniden şekillendirilmesinde halkların iradesinden çok emperyalist merkezlerin ve onların yerel ayaklarının istemleri, kısa ve uzun vadeli hegemonya hesapları belirleyici bir rol oynamıştır.
Devrimcilerin görüşü ve tutumu, öncelikle Kıbrıs üzerindeki hegemonya mücadelesini deşifre etmek, halkların bağımsızlık ve özgürlük özlemlerine karşıt olan bu hesap ve planlara karşı net bir tavır almak, her iki taraftan kaynaklanan milliyetçi yaklaşımlarla kendi sınır çizgilerini çok kesin bir biçimde belirlemek, işgal ve bu temelde oluşan yapılara karşı ikirciksiz bir duruşa sahip olmak biçimde özetlenebilir. Bu, her türlü işgal, hegemonya ve denetimden uzak, halkların özgür iradelerini yansıtan Bağımsız Birleşik Kıbrıs biçiminde de ifade edilebilir.
Halkların kanını döken, ülkeleri yakıp-yıkan, işgal etmek için her yola başvuran ABD emperyalizmi akıl almaz zulümlerle özdeşleşmiş bir barbardır. Avrupa dahil dünyanın dört bir yanındaki halkların bu barbar çeteyi en büyük tehlike görmesi, ondan nefret etmesi bundandır.
Türkiyedeki egemenler kampında ise, Amerikan uşağından geçilmiyor. Büyük Ortadoğu Projesi ile bölge halklarını öncelikli hedef olarak belirleyen bu savaş çetesinin hizmetindeki düşkün takımının, devletin temel kurumlarından siyasi partilere, kapitalist asalaklardan bürokrasiye, yargıdan medyaya kadar her tarafta cirit attığı biliniyor. Bu düşkünler ABDnin çıkarını kendi çıkarları, ABDnin zararlarını kendi zararları kabul ediyorlar. Amerikan askerleri ölmesin diye mehmetçik kanını piyasaya sürmüşler, pazarlığı Bushla yürüten Erdoğana bol bol tezahürat yapmışlardı.
Bu tiksinti verici yalakalığı en açık ve pervasızca yapan hiç kuşkusuz sermaye medyasıdır. Öyle ki, bu kiralık kalemler emperyalist ordulardan önce Iraka saldırmış, Amerikan askerlerinden önce Bağdatı fethetmişlerdi. Bağdatın düşüşünden sonra Amerikan medyasına taş çıkartacak cinsten bir sevinç histerisine girenler de bu soysuz güruhtan başkası değildi. Keza, çocuk kadın erkek ayırımı yapmadan her gün katliam yapan işgalcileri kahraman, ülkesinin özgürlüğü için direnen Iraklıları ise terörist sayanlar da yine kalemlerinden kan damlayan bu Amerikan yalakalarıdır.
Kokuşmuş sermaye medyası son günlerde Afganistanda ölen bir Coninin yasını tutuyor. Çünkü söz konusu olan sıradan bir asker değil, ABDde ünlü bir futbolcuymuş. 11 Eylül saldırılarının ardından futbol kariyerini bırakarak orduya yazılan eski ABD futbol oyuncusu Pat Tillmanın, Afganistandaki bir çatışmada öldürüldüğü haberi Amerikalıları yasa boğdu. ABDliler Afganistanda hayatını kaybeden eski Amerikan futbol yıldızına ağlıyormuş.
Adı geçen askerin kahraman ilan edilip yüceltilmesinin nedeni ise, Arizona Cardinal kulübünün 3.6 milyon dolarlık teklifini geri çevirerek 18 bin dolara Afganistanda savaşmayı tercih etmesiymiş. Bu da ne kadar vatansever olduğunu gösteriyormuş. İşgal askerlerini yüceltip uşaklıkta birbiriyle yarışan bu soysuzlar, Afganistanı yakıp-yıkan, katliamlara imza atanların da bu aynı askerler olduğu gerçeğini gizliyorlar. Zaten onların misyonu gerçekleri anlatmak değil, üstünü örtmektir.
Sermaye medyasının tutumu tiksinti verici olmakla beraber şaşırtıcı değil. Zira emperyalist barbarlar ile kapitalist asalakların attıkları kemikleri kemirenler, bu cellatlar için kalem oynatma onursuzluğuna mahkumdurlar.