1 Mayıs'04
Sayı: 2004/17 (09)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist NATO Zirvesi'ne Denizler'in anısından güç ve ilham alarak hazırlanalım!
  Geleceğin devrimci 1 Mayıslar'ına doğru!..
  12 Eylül ürünü cübbeli faşist terör aygıtı olarak DGM'ler...
  Varşova polis işgali altında!
  Telekom'da özelleştirme süreci başladı!
  Emperyalizme karşı mücadele programı ve EMEP
  BDSP'nin "İşçilerin birliği, halkların kardeşliği!" pikniği başarıyla gerçekleştirildi...
  Mamak BDSP 1 Mayıs çalışmalarından...
  "Kamu Reformu", sendikalar ve KESK'in tutumu
  TKİP, geçmişin devrimci mirasının biricik gerçek savunucusu ve temsilcisidir
  Irak halkı emperyalist barbarlığa teslim olmuyor
  Siyonistler Arafat'ı ölümle tehdit ediyor!
  İsrail barışın bedelini ödemek istemiyor"
  ABD emperyalizminin Kosova planları
  Medya: "Güç bende artık"!
  Eğitim-Sen Ege Bölge toplantısı yapıldı...
  Kıbrıs ve Annan Planı
  Bültenlerden...
  Bir roman: "Direnen Haliç"
  İsrail: Bir Büyük Cephanelik
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
“Kamu Reformu”, sendikalar ve
KESK’in tutumu

Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı meclisten büyük ölçüde geçmiş bulunuyor. Tasarının kalan geçici maddelerinin görüşülmesi AKP hükümeti tarafından ince bir manevrayla seçim sonrasına bırakıldı. AKP hükümeti bu manevra ile, sendikaları da bu sürece ortak etme ve böylece sendika bürokratları üzerinden hareketin bölünmesinin önünü açma amacı güdüyordu. Nihayetinde “diyalogculuk” sendikaların yumuşak karnını oluşturuyordu. Bu hedefe yönelmiş bir manevranın sendikalar nezdinde karşılık bulmaması olanaklı değildi, öyle de oldu.

Hükümetin diyalog çağrısına önce Hak-İş ve Türk-İş olumlu yanıt verdiler ve Türk-İş 6 Mart eyleminden çekildiğini açıkladı. Sonrasında Türk-İş eyleme katılacağını açıklasa da 6 Mart eyleminde, tasfiye saldırısıyla yüz yüze bulunan Yol-İş ve özelleştirmelerle karşı karşıya bulunan bazı sendikalar dışında, Türk-İş tabanından kimsecikler yoktu. Katılımcıların yarısını Yol-İş üyelerinin oluşturması ise Türk-İş’in çağrısından değil, tasfiye saldırısının ilk muhatabı durumunda bulunan Karayolları ve Köy Hizmetleri işçilerinin duyarlılıklarından ileri geliyordu. Öyle ki, Türk-İş yönetiminden eyleme katılan olmadığı gibi, Genel Başkan Salih Kılıç da eylemde bulunmuyordu.

KESK bürokratları ise hükümetin “eylemleri bırakın” çağrısını manevra olarak nitelendiriyor ve ‘oyuna gelmeyeceklerini’ ileri sürüyorlardı. Fakat KESK bürokratları da en az Türk-İş bürokratları kadar, hükümetin “diyalog masası”nda bulunmayı arzuluyorlardı. Ancak KESK’in tabanı hala yeterince uysallaştırılamadığı gibi, hakim reformist anlayışlar 6 Mart’ı yerel seçimlere dolgu malzemesi yapma arzusu içindeydiler. Bu iki etken KESK’in eylemi iptal edebilmesinin olanaklarını ortadan kaldırıyordu. Hem 6 Mart’a katılmış olmak, hükümetle girilecek pazarlıklara da engel değildi. Öyle ki, “reforma evet, tuzağa hayır” söylemi, zaten sendikalar cephesinden hükümete yapılmış bir çağrı anlamına geliyordu.

Sonrasında yaşanan gelişmeler söylediklerimizi tümüyle doğrulamaktadır. 6 Mart sonrasında sağlık emekçilerinin iki günlük grevine seyirci kalındığı gibi, üzerinden iki ay geçmesine karşın yeni bir mücadele süreci de örülmedi. Dahası Emek Platformu şemsiyesi altında bu diyaloğa da girilmiş bulunuluyor. Basına yansıdığı kadarıyla Emek Platformu, yasa tasarısının 19 maddesinde değişiklikler öneriyor ve bu “alternatif taslak” diye sunuluyor. Bu önerilerde ise kamu hizmet kurumlarının yerel yönetimlere devredilmesine karşı çıkılmadığı gibi, iş güvencesi, kamu hizmetlerinin ücretsiz olması, ücret ve sosyal hakların toplu sözleşme yoluyla belirlenmesi gibi temel istemlere de yer verilmiyor. Bu değişiklik önerileri randevu istenen Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin ile yapılan görüşmelerin ardından, hükümetle yapılacak paarlıkların zemini halini alacak. Yani saldırı yasaları karşısında bir kez daha “ölümü gösterip, sıtmaya razı etme” politikası izlenerek, işçi ve emekçiler tarihin bu en kapsamlı saldırısıyla yüz yüze bırakılacaklar.

Sahte bir ikilem; yenilikçilik ve statükoculuk

KESK bürokratları daha tasfiye saldırısının gündeme geldiği günlerde “KESK bu saldırıları tek başına püskürtemez” söylemine sarılarak bugünkü pazarlıkçı tutumun zeminini döşemeye başlamışlardı. Bu söylem Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen gibi sendikalar ile yan yana gelmenin meşru dayanağı haline getirilmiş, fakat KESK bu yan yana gelişte tetikleyici bir rolü üstlenmek yerine, diğer sendikaların geri tutumlarını kendi tutumuna dayanak yapan bir noktada bulunmuştur. “Tek başımıza püskürtemeyiz”in güncel karşılığı, işçi sendikalarının geri platformlarına ve uzlaşmacı çizgilerine yedeklenmek olmuştur. Yasalar birer birer geçtikten sonra ise KESK bürokratları, kamu emekçilerinin karşısına çıkıp “işçi sendikaları ve diğer memur sendikalarının KESK’i yalnız bıraktıklarını” söyleyip kendilerini aklama yoluna gideceklerir.

İki milyon kamu emekçisinin ‘saldırıları tek başına püskürtemeyeceği’ doğru olmadığı gibi, kamu emekçileri harekete geçirilmeden diğer işçi ve yoksul halk kesimlerinin desteğini kazanmak, bu anlamıyla birleşik bir karşı koyuşu örgütlemek de olanaklı değildir. Çünkü diğer konfederasyonların ‘saldırıları püskürtme’ gibi bir derdi olmadığı gibi, yeni iş yasasının çıkışında da görüldüğü gibi onlar sermayenin en büyük yardımcıları durumundadırlar. Oysa KESK, yüzbinlerce kamu emekçisini saldırılar karşısında harekete geçirme tutumu içerisine girmemiş, işçi sendikalarının başına çöreklenmiş bürokratlarla “uzlaşma” çabasını elden bırakmamıştır.

Emekçiler Forumu dergisinde yazısı yayınlanan KESK Genel Sekreteri Mustafa Avcı, bu konuda şunları itiraf ediyor : “Bununla birlikte emek örgütlerindeki kastlaşmış sendikal bürokrasi ve yönetim anlayışı, -KESK’i bir parça dışında tutarsak- emek adına oldukça uzlaşmacı bir tutum öne çıkarmıştır. Aynı anlayışların, mücadeleyi parçalı durumda tutmak için özel çaba içinde oldukları yetmiyormuş gibi, KESK’in birlikte mücadele çağrılarına ‘evet’ dediklerinde de hedeflerine KESK’i ‘ehlileştirmeyi’ koyduklarını gizleme gereği bile duymamışlardır.”

M. Avcı burada bir doğruya işaret etmekle birlikte, bunu eksik bırakmaktadır. Ortada yalnızca ehlileştirme çabası içerisinde olanlar değil, tam da bu çabayı besleyecek bir tarzda ‘ehlileştiklerini kanıtlama çabası’ içerisinde bulunan bir KESK yönetimi bulunuyor. Bu ehlileşme ise M. Avcı gibi düşünenlerin baş aktörlüğünde yürütülüyor. Nihayetinde M. Avcı’nın Emekçiler Forumu dergisinin Mart sayısında yayınlanan bu yazısı, “Cepheden ret değil, alternatif çözüm gerekli” başlığını taşıyor. Fakat M. Avcı’yı ve kamu reformunun yerel yönetim ayağına destek veren Yurtsever Emekçiler’i diğerlerinden ayıran bir fark var: M. Avcı ve Yurtsever Emekçiler tutumlarını dobra dobra savunurken, diğerleri suskun kalmayı ve gerçek konumlarını gizlemeyi bir alışkanlık haline getirmiş bulunuyorlar. KESK GenelBaşkanı Sami Evren, şu sıralar bir gazetenin köşe yazarlığı mertebesine atlamış bulunuyor. Öyle ki, bu gazetede KESK başkanı sıfatıyla değil, Sami Evren olarak yazıyor ve haliyle de, kamu emekçileri hareketinin ihtiyaçları ve KESK’in alması gereken tutum yazılarının konusu olmuyor.

Mustafa Avcı söz konusu yazısında kamu reformu karşısında cepheden reddeden bir tutum içerisinde olmayı ‘statükoculuk’ olarak nitelendiriyor ve “yapılması gereken; yasanın içine girip tartışmaktır” diyerek, hükümetle yapılacak pazarlığı temel bir tutum haline getiriyor. “Marjinal sol gruplar” diye nitelendirdiği devrimci anlayışları “ayağı yere basmayan talepler öne çıkarmak”la itham eden Avcı, üstü kapalı bir şekilde ‘retçi’ tutumu savunanları, “bilinçli ya da bilinçsiz uluslar arası sermaye ve yerel işbirlikçileri adına konumlanmış kadrolar” olarak nitelendiriyor. Ardından ise “Bu, bir anlayıştır ve aynı anlayış iktidar değilse de, KESK’in içinde de mevcuttur” diyerek KESK’in cepheden reddeden bir tutum içerisinde olmadığını da itiraf etmiş oluyor. “Aynı şekilde ve yine KESK içinde, do&urren;ru diyalog ve seviyeli bir tartışmayla ikna edilebilir durumu olan çoğunluklu bir kesimin de farkında olmadan” iktidarda olmayan bu retçi anlayışa destek sunduğunu söyleyen Avcı, “makul çoğunluk durumunda olan bu kesimler üzerinde çalışmak görevdir” diyerek, KESK’in yönetici kadrolarının ardından, saldırılar karşısında cepheden bir tutum alınması gerektiğini düşünen kamu emekçilerini de ehlleştirmeye soyunuyor.

KESK yönetiminde yasayı olumlayan yaklaşım yasanın sınırlı da olsa merkezi idare lehine yerel yönetimlerin yetkilerini arttıracağı gerekçesiyle demokratikleşme yönünde olumlu olduğu savını ileri sürmekte, buradan hareketle yasanın toptan reddedilemeyeceği tutumunu geliştirmektedir. Oysa oluşturulan platformda yer alan Türk-iş ve burjuva kemalist örgütler ise, tersinden tam da buradan hareketle, merkezi idarenin otoritesinin, yani üniter devlet yapısının zayıflayacağı gerekçesiyle yasaya karşı çıkmaktadırlar.

“Reforma evet, tuzağa hayır” diyenler işte böylesine ciddiyetsiz ve ilkesizce bir birliktelik içerisine girmektedirler. Birinin ‘demokratikleşmenin adımı’ olarak gördüğü bir şeyi, diğeri ‘üniter devletin parçalanması’ olarak görmekte, ama yine de bu ayrı konumlar M. Avcı’nın dediği gibi “karşı çıkma temeli üzerinde mücadele birliği”nde buluşabilmektedirler. Söylenmesi gerekir ki, ‘tasfiye saldırısının gerçek amaçlarını gizlemek’, bu karşıt görünen konumları birleştiren harç durumundadır.

Yasa ne yerel idareler lehine merkezi idarenin otoritesini zayıflatmakta, ne de üniter devlet yapısında herhangi bir zayıflamaya yol açmakta. Yasa ile yerel yönetimlere bırakılan yetki, sadece ticarileştirilen kamu hizmet alanlarının yönetimi ile sınırlıdır. Kamu hizmet kurumları bu yasayla birlikte belediye ve yerel sermaye örgütlerinin denetimine bırakılarak ve kâr mekanizmasına bağlanarak özelleştirilmektedir. Böylelikle daha önce merkezi bütçeden ayrılan sınırlı kaynaklarla idare edilen bu kurumlar, bundan böyle ürettikleri hizmeti satarak kâr sağlayan işletmeler haline getirilecektir. Tümüyle sermayenin çıkarları uğruna yapılan bu düzenlemeyle yerel yönetimler basit bir aracı role soyundurulmaktadır. Bununla birlikte merkezi idarenin bu kurumlar üzerindeki denetim yetkisi güçlendirilerek korunmaktadır. Diğer taraftan merkezi iktidar, kamu hizmetlerini kaşılıksız sağlama yükünden kurtularak, çıplak bir zor aygıtı olarak yetkinleştirilmektedir. Çünkü yetki devri kamu hizmeti üreten kurumları elinde tutan bakanlıklarla sınırlanmış, içişleri, dışişleri, savunma ve maliye gibi gerçek güç ve baskı araçlarını tutan bakanlıklar, yetki devrinin dışında bırakılmıştır. Dahası, saldırı programı gerekçelendirilirken kullanılan argümanların başında, “devletin asli işlevlerinedönmesi” gelmektedir.

Saldırı yasalarının gerçek amaçları ve anlamı bu kadar açıkken, her iki anlayış da bunu gizlemeye çalışmaktadır. M. Avcı ve şürekası ise saldırı yasalarına cepheden karşı duranları ‘statükocu’ olarak nitelemektedir. Oysa gerçekte emperyalist-liberal saldırılar karşısında duranlar, işçi ve emekçilerin hak ve kazanımlarını koruma tutumu içerisinde olanlar değil, düzenin ve devletin yeniden yapılandırma operasyonu içerisinde kendilerine bir ‘statü’ arayanlar statükocudurlar. Devrimci kamu emekçileri bugüne kadar mevcut statükoyu ve devleti savunan bir noktada durmadıkları gibi, mevcudu reddetme adına emperyalizmin plan ve liberal saldırılarının, bu anlamıyla da emperyalizmin yeni bir ‘statüko’ oluşturma projesinin içerisinde kendilerine yer aramadılar. Bilinmelidir ki, liberal saldırıların cepheden karşısına geçmek ‘statükoculuk’ olmadı&curen;ı gibi, sermayenin uluslararası saldırılarından ‘demokratikleşme’ beklemek de ‘yenilikçilik’ değildir.

Öncü ve devrimci kamu emekçileri
ihanete geçit vermemelidirler

KESK bürokratları tasfiye saldırısı karşısında, saldırıları püskürtecek bir mücadeleyi örgütleme iradesinden yoksun oldukları gibi, böyle bir niyet de taşımamaktadırlar. Daha yolun başında dile getirilen “tek başımıza püskürtemeyiz” tutumu bugün en az zararla sıyrılma adına “reforma evet” maskesi altında hükümetle pazarlık yapma çizgisine evrilmiştir. Fakat KESK bürokratları bu tutumlarını gizleme çabası içerisindedirler ve tüm eylem planları buna hizmet etmekte, hak alıcı, hizmet üretiminden gelen gücün kullanılmasına dayanan militan bir mücadele yolu değil, emekçileri yorup umutsuzluğa sevkeden protestocu bir tarz izlenmektedir. Ocak ayında 4688 sayılı sahte sendika yasasının değiştirilmesi üzerinden hükümetle başlatılan pazarlıkların bugün hangi aşamada olduğu üyelerden gizlenmekte, ‘toplu sözleşme ve grev istemi mücadelenin konusu olmaktan çıkartılıp, bu pazarlıklara indirgenmektedir. Aynı şekilde kamu reformu karşısında da pazarlıkçı-uzlaşmacı bir tutum sergilenmekte, işçi sendikalarının sınıf işbirlikçisi tutumuna kayılarak hızla ‘ihanetçi’ bir konuma kanat açılmaktadır.

KESK’de “iktidar” olan anlayışlar siyasal platformda, sosyal demokratlarla kol kola hızla düzenin icazet alanına savrulurken, sendikal planda da emekçilerin gerçek çıkar ve taleplerinden kopmakta, sınıf uzlaşmacılığını esas alan “çağdaş sendikacılık” kulvarına koşmaktadırlar. Yaşadığımız günler 4688 sayılı yasanın çıkışından bu yana çok suların aktığının, fiili meşru mücadele zemininin terk edilerek sınıf uzlaşmacılığının bir çizgi haline geldiğinin somut kanıtları durumundadır. Reformist anlayışların ve KESK yönetiminin, sınıf işbirliğinde daha ne kadar ileri gidebileceklerini önümüzdeki günler gösterecektir.

İşte böyle bir anlayışa sahip olan bir “önderlik”in kamu emekçilerini örgütleme ve mücadeleye seferber etme şansı ve gücü olabilir mi? Böyle bir “önderlik”ten saldırı programına karşı net ve sonuç alıcı bir mücadele hattı kurması beklenebilir mi? Böyle bir “önderlik”in başka birçok neden bir yana sadece bu yanıyla emekçilere güven vermesi mümkün mü? Olmadığını sadece kamu emekçileri hareketi, sadece sendikal mücadele sahasında değil siyasal arenada yaşananlar da yeterince açıklamıyor mu? Yerel seçimler, liberal solun seçim perişanlığı, tüm bu soruların yanıtını bir başka cepheden vermiyor mu?

Tüm bunlardan çıkarılması gereken sonuç şudur: Liberal sol ve onun KESK içerisindeki iz düşümlerinin sınıf ve emekçi hareketinin çıkarlarıyla herhangi bir bağı kalmamıştır. Bu liberal-reformist çizgi, artık ideolojik planda kapitalizmin dışında başka bir dünya perspektifinden de yoksun durumdadır. Tüm varoluşları burjuva parlamentosu ve belediye sosyalizmine bağlanmıştır. Sendikal planda ise “çağdaş sendikacılık” batağına saplanmışlardır. Bunun içindir ki, burjuvazinin cephaneliğinden sınıf mücadelesine ve örgütlenmesine saldırmaktadırlar.

Kamu emekçileri, bu liberal barikatı aşmaksızın “tuzağa” düşmekten kurtulamayacaktır. Hak ve özgürlükleri kazanmanın yolu sınıf mücadelesinin yasalarına uygun bir konumlanma ve mücadele yolunu zorunlu kılmaktadır. Liberal sol, siyasette olduğu gibi sendikalarda da burjuvazinin koltuk değnekliğini yapmakta, böyle bir mücadele anlayışı ve yoluna bilinçli olarak barikat olmaktadır. Bu barikatın yarılması, bugün için kamu emekçileri cephesinden devrimci bir önderlik odağının yaratılması hedefine bağlı olarak, liberal bürokratik anlayışlarla her açıdan bir hesaplaşmayı, bayraklarında “çağdaş sendikacılık” yazanların karşısına “sınıfa karşı sınıf” bayrağını yükseltmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu ise ancak, politik-sınıf çizgisine dayalı net bir ayrışma ve saflaşma temelinde, devrimci-öncü kamu emekçilerinin insiyatifi ele almasıyla mümkündür. Bunun için sınıf kaygısı güden öncü-devrimci kamu emekçileri, sendika şubelerinde, iş kollarında, illerde yerel ve merkezi düzlemde yan yana gelmek, saldırılar karşısında mücadeleyi örgütleme sorumluluğunu sırtlanmak zorundadırlar.

(Kamu Emekçiler Bülteni’nin Mayıs 2004 tarihli
son sayısından alınmıştır...)



Cüret etmek zoru başarmanın yarısıdır…

Grev eksenli militan bir mücadeleyi
örgütlemek için görev başına!

Sosyalist Kamu Emekçileri, kamu reformunun gündeme geldiği günden bugüne, saldırılar karşısında grev eksenli bir mücadele programıyla çıkılması gerektiğine özel bir vurgu yapıyorlar. Çünkü işçi ve emekçilerin yüz yıllık kazanımlarının gaspı üzerinden şekillenen liberal saldırılar, sermaye düzeni açısından hayati bir zorunluluktur. Bu saldırılar kaynağını sermayenin en yaşamsal ihtiyacı olan pazar ihtiyacından almaktadır. ‘70’li yıllardan beri süregelen krizin aşılması herşeyden önce yeni pazarların açılmasına bağlıdır. Buradan sermaye iktidarının, protesto tarzındaki eylemler ve pazarlıklarla saldırılardan vazgeçirilemeyeceği çıkmaktadır. Bugüne kadarki özelleştirme deneyimleri bunu somut olarak kanıtlamaktadır. Sermaye iktidarı KİT’lerin özelleştirilmesinde önemli bir mesafe kazanmış, bunu da kendilerini protesto etmeke sınırlayan işçi sendikalarının uysal eylem tarzlarına borçlu olmuştur. Şimdi ise KESK bu aynı yoldan, protestolar ve pazarlıklar yolundan ilerlemektedir. Hiç şüphe yok ki, bu tutum kamu emekçilerini tarihinin en büyük yenilgisiyle başbaşa bırakacaktır.

Peki Sosyalist Kamu Emekçileri’nin “saldırıların püskürtülmesi için süresiz iş bırakma-grev hedefine bağlanmış bir mücadele” önermesi ne kadar gerçekçidir? Bu eksende şekillenen imza kampanyası süresince birçok kamu emekçisinden bu önermenin gerçekçi olmadığı tepkisi alınmıştır. Bu emekçi dostlarımızın birbirinden farklı gerekçeleri bulunmaktadır.

Her eylemin temel sorunu önderlik sorunudur

Sosyalist Kamu Emekçileri’nin erken bir tarihte, daha yasa tasarıları gündemleşmeden 2003 yılının Eylül ayında hazırlayıp dağıttıkları broşür, “Kamu Yönetimi Reformu: Kapsamlı bir özelleştirme ve köleleştirme operasyonu-Genel Grev için hazırlanmalıyız” başlığını taşıyordu. Eylül ayından bugüne tam sekiz ay geçti. Sosyalist Kamu Emekçileri bu sekiz ay boyunca “grev” talebini ısrarla savunmaktan, KESK yönetimi ve sendikalara hakim reformist önderlikler ise uzun aralıklarla sürdürülen protestocu eylemlerden ve pazarlıklardan vazgeçmedi. KESK Genel Sekreteri Mustafa Avcı bir yazısında ‘marjinal sol’ diye nitelendirdiği devrimci kamu emekçilerini “ayağı yere basmayan talepler öne çıkarmak”la suçluyordu. (Emekçiler Forumu, Sayı 29)

Peki gerçeklik nedir? “Kamu emekçileri duyarsız!” İşte bu sözcük “grev” talebi karşısında, reformist solun çeşitli kesimleri tarafından dile getiriliyor. KESK’in yasak savma türünden düzenlediği eylemlere katılımın düşük olması ise bu sözün kanıtı olarak ileri sürülüyor. Bu, işçileri duyarsızlıkla suçlayan işçi sendikalarının tutumunun, bizim alanımıza uyarlanmış bir biçimi. Ama sorunu daha doğru bir yerden kurmak gerekiyor. Gerçeklik ‘kamu emekçilerinin duyarsızlığı’nda değil, reformist önderliğe karşı güvensizliğinde aranmalıdır. Sürecin başından itibaren saldırıları püskürtme eksenli bir tutum geliştirmeyen ve grev hedefini gündemine dahi almayan bir önderliğin geniş kamu emekçilerine güven vermesi de beklenemez. KESK’in basın açıklamaları ve miingler gibi protestocu bir eylem çizgisini eksen alması, kamu emekçilerinde bu güvensizliği daha da büyütüyor ve umutların tükenmesine yol açıyor. M. Avcı aynı yazısında “sınıf eksenli duruş ve mücadele, günümüz sorunlarına çözüm bulmakta yetersiz kalıyor” dedikten sonra, ‘ayağı yere basan’ bir tutumla “yapılması gereken; yasanın içine girip tartışmaktır” diyerek KESK’inönüne pazarlığı koyuyor. Zaten KESK de bu tutum içerisine sürüklenmiş bulunuyor.

Her eylemin temel sorunu önderlik sorunudur. KESK’e ve bağlı sendikalara hakim reformist önderliğin ‘saldırıları püskürtme ve grev’ hedefi olmadığı gibi, bunu örgütleyecek irade ve niyeti de bulunmamaktadır. İradeden yoksundur, çünkü bu önderlik ‘90’lı yıllardan beri esen tasfiyeci rüzgarın ürünüdür ve siyasal cephede düzenin icazet alanına sığınmış bir tutumu temsil etmektedir. Niyetten yoksundur, çünkü bu önderlik saldırıları püskürtmeyi değil, masabaşı pazarlıkları ve bu pazarlıklara bağlanmış bir eylem çizgisini eksen almaktadır. Kimileri ise kamu reformundan ‘demokratikleşme’ beklentisi içerisindedir.

Grevin örgütlenmesi herşeyden önce buna cüret etmeyi ve güven veren bir çalışmayla kitleleri buna hazırlamayı gerektirir. Oysa daha başından beri “tek başımıza püskürtemeyiz” diyen, kamu reformunu ‘demokratikleşme’ olarak gören (bu anlamıyla kabul eden) bir önderliğin kitleleri böyle bir mücadeleye hazırlayamayacağı açık. Grevin örgütlenmesinin reformist KESK yönetiminden beklenmesi, grev talebini gerçekten ‘ayakları yere basmayan bir talep’ haline getirmekte, bu anlamıyla da “gerçekçi” olmamaktadır. Yani sorun kitlelerin duyarsızlığı değil, önderlik sorunudur.

Geniş emekçi kitlelerin greve hazırlanması ve
devrimci önderlik sorunu

Saldırılar karşısında hak alıcı, fiili-meşru mücadele çizgisinden uzaklaşmış sendikalarımıza hakim durumdaki reformist anlayışlar, gelinen noktada pazarlıkçı bir tutuma savrulmuş bulunuyorlar. Bu durum öncü-devrimci kamu emekçilerinin önüne ikili bir görev çıkarmaktadır. Birincisi pazarlıkçı tutuma savrulan KESK bürokratlarının tabandan basınç altına alınması, ikincisi ise “saldırıların ancak grevle püskürtülebileceği” fikrinin geniş kitlelerin bilincine kazınması ve önderlik ihtiyacının karşılanmasıdır. Grev ancak bu ikili görevin üstesinden gelinebildiği koşullarda mümkün olacaktır. Bu ise sınıf kaygısı taşıyan öncü-devrimci kamu emekçilerinin yanyana gelmesi ile olanaklıdır. Sorunun ana halkası budur ve tüm çabalar burada yoğunlaşmalıdır.

(Kamu Emekçiler Bülteni’nin Mayıs 2004 tarihli
son sayısından alınmıştır...)