1 Mayıs'04
Sayı: 2004/17 (09)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist NATO Zirvesi'ne Denizler'in anısından güç ve ilham alarak hazırlanalım!
  Geleceğin devrimci 1 Mayıslar'ına doğru!..
  12 Eylül ürünü cübbeli faşist terör aygıtı olarak DGM'ler...
  Varşova polis işgali altında!
  Telekom'da özelleştirme süreci başladı!
  Emperyalizme karşı mücadele programı ve EMEP
  BDSP'nin "İşçilerin birliği, halkların kardeşliği!" pikniği başarıyla gerçekleştirildi...
  Mamak BDSP 1 Mayıs çalışmalarından...
  "Kamu Reformu", sendikalar ve KESK'in tutumu
  TKİP, geçmişin devrimci mirasının biricik gerçek savunucusu ve temsilcisidir
  Irak halkı emperyalist barbarlığa teslim olmuyor
  Siyonistler Arafat'ı ölümle tehdit ediyor!
  İsrail barışın bedelini ödemek istemiyor"
  ABD emperyalizminin Kosova planları
  Medya: "Güç bende artık"!
  Eğitim-Sen Ege Bölge toplantısı yapıldı...
  Kıbrıs ve Annan Planı
  Bültenlerden...
  Bir roman: "Direnen Haliç"
  İsrail: Bir Büyük Cephanelik
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Bugünün reformistleri, “Denizler’in tuttuğu yolu inkar eden döneklerden öte bir şey değildirler...”

TKİP, geçmişin devrimci mirasının biricik gerçek savunucusu ve temsilcisidir

Komünistler geçmişin devrimci mirası konusunda söylenmesi gerekenleri zamanında ve fazlasıyla söylemiş bulunuyorlar. Söylenenlerin bir kısmını burada, 6 Mayıs’ın yıldönümü vesilesiyle, bir kez daha yineliyoruz. Bundan iyi bir vesile olamaz; zira 6 Mayıs, devrimci geçmişi en özlü biçimde simgeleyen önemli bir tarihi olaydır.

Denizler devrim için yola çıkmış ve bu uğurda yaşamlarını feda etmişlerdi. Devrime yaşamını adamış devrimcilerin bugünkü mirasçıları da doğal olarak bugünün devrimcileri olabilir ancak. Uzun yıllardan beridir devrimle yakından uzaktan herhangi bir ilişkileri kalmamış, artık tümüyle düzene sığınmış devrim döneklerinin hala da devrimci mirası istismar etmeye yeltenmeleri, onların yaşadığı genel çürüme ve kokuşmanın bir yansımasından öte bir şey değildir.

Bu istismarı etkisizleştirmenin en iyi yolu, devrim döneklerinin maskesini düşürme mücadelesini ayrım gözetmeksizin tüm devrim şehitlerine etkin biçimde sahip çıkma tutumuyla birleştirebilmektir.

Sunduğumuz metinler bunu zaten fazlasıyla gerekçelendirdiği için biz burada yalnızca bir kez daha altını çizmekle yetiniyoruz...

“... Partimizin kuruluşu, onyıllardır bu topraklarda devrim ve sosyalizm davası uğruna kavga vermiş, emek harcamış, acı çekmiş, büyük yiğitlik örnekleri sergilemiş dünün ve bugünün devrimci kuşaklarının yarattığı birikimin güvenceye alınmasıdır...”
(TKİP Kuruluş Bildirisi)

Bir tarihsel birikimin üzerinde yükseliyoruz

Kendi kısa tarihimiz boyunca da vesile doğdukça vurguladık; hiçbir şey boşluktan doğmaz, doğamaz. Bizi doğuran, küçük-burjuva devrimciliğinden kopuşumuzu ve yeni temeller üzerinde ortaya çıkışımızı olanaklı kılan bir geçmiş devrimci birikim var. Daha önce de önemle belirtmiştim; bu birikimden kök almasaydık, bu birikimle hesaplaşma yeteneği de gösteremezdik. Her diyalektik kopuş kendinden önceki dönemin birikimi üzerine yükselir daima. Kopuşun ortaya çıkardığı yeni bilinç, eski bilincin kavranması ve ileri bir noktada diyalektik olarak aşılması anlamına gelir. Eğer komünizmin 150 yıllık mirası olmasaydı, eğer Ekim Devrimi’yle başlayan 70 yıllık bir tarihi dönemin toplam birikimi olmasaydı, bu büyük tarihi birikim ve miras olmasaydı, eğer Türkiye’nin son 35-40 yıllık kitlesel boyutlar kazanmış siyasal m¨cadeleleri, bu mücadeleler içerisinde oluşmuş devrimci birikimi olmasaydı, biz böyle bir parti kurmak gücü ve olanağı bulamazdık. Biz bu anlamda aynı zamanda olumlu bir birikimin, devrimci bir birikimin ürünüyüz. Onu anlayan, onu özümseyen, ondan ileriye taşınacak herşeyi alan, onda geriyi, başarısızlığı, zaafiyeti temsil eden herşeyle de hesaplaşan bir mücadelenin ürünüyüz.

Bugüne kadar kopuşumuza çok vurgu yaptık. Saflarından koptuğumuz geleneksel halkçı akımlarla sert bir hesaplaşma yürüttük. Bunları yapmak zorundaydık. Kopuşumuzu çok vurguladık dedim, vurgulamak zorundaydık. Zira zamanını doldurmuş bulunan bir geçmiş devrimcilik anlayışından kopuyorduk; onu aştığımızı, onu geride bıraktığımızı vurgulamak zorundaydık. Yeni bir ideolojik-politik kimlik, yeni bir örgütsel kimlik olduğumuzu, yeni bir devrimcilik anlayışını temsil ettiğimizi, tümüyle yeni bir temel kazandığımızı vurgulamak zorundaydık.

Ama gelinen yerde, partili kimlik aşamasına ulaştığımız bir evrede, biz artık sadece reddettiğimiz mirası değil, aynı zamanda üzerinde yükseldiğimiz birikimi de yeterli açıklıkta vurgulamak durumundayız. Bir tarihin ürünü olduğumuzu hiçbir biçimde unutmamalıyız. Parti olarak bizi doğuran tarihsel birikimin bilincinde olmak, bu çerçevede sol hareketin 30 yıllık devrimci mirasını yerli yerine oturtmak zorundayız.

Son 30-35 yılı bilerek özellikle vurguluyorum. Bunu hiç de ‘60’lar öncesini görmezlikten gelmek, tarihimizin bu dönemini yaşanmamış saymak için yapmıyorum. Ya da, bu ülkede cumhuriyetin ilk 30-40 yıllık döneminde, sosyal mücadeleler açısından o son derece çorak ve kısır dönemde, herşeye rağmen sosyalizm davası için bir şeyler yapmaya çalışan insanların emeğini ya da çabasını, oradaki iyiniyeti ve samimiyeti küçümsemek ya da oradan sahip çıkılabilecek şeyleri görmezlikten gelmek için yapmıyorum bunu. Ama Türkiye’de modern temeller üzerinde gerçek sosyal mücadeleler dönemi son 30-40 yıllık dönem olduğu içindir ki, ben de özellikle bu dönem üzerinden konuşuyorum. Bu dönemin birikimi üzerinde yükseliyoruz. Bu birikimi anlamalı, bu birikime sahip çıkmalı ve bu birikimin ür&uum;nü olduğumuzun her zaman bilincinde olmalıyız.

Geçmişi olmayanın geleceği olmaz, diye veciz bir söz vardır. Bu güzel bir özdeyiştir. Genellikle geçmişe tutucu ya da oportünist bir şekilde sarılmak için kullanılır, bu noktada gerici ya da geriye dönük niyetlere alet edilmiş bir sözdür. Ama temelde doğru bir sözdür. Geçmişe tutucu bir şekilde sarılanların, geçmişin zaaflarını, zaafiyetlerini savunmak için bu özdeyişe sarılanların durumu ne olursa olsun, biz geçmişle sert bir hesaplaşmayı yaşayan, o noktada geçmişi aşıp geleceğe bakan bir akım olarak kendi kimliğimizi oluşturduğumuz bir noktada, “geçmişi olmayanın geleceği olmaz” özdeyişinin anlamını pozitif bir tutumla gözönünde bulundurmalı, bunun gereklerine uygun davranabilmeliyiz.

Geçmişte olumlu olanı, bu geçmişin içinden geleceğe taşınacak olanı anlamayı ve özümsemeyi başaramayan bir hareket zaten yeni bir kimlik yaratamaz, yaşama gücü ve olanağı bulamazdı. İnkarcılığın tutunduğuna tanık olunmamıştır, kendinden önceki birikimi hiçleyen bir akımın yaşadığı görülmemiştir. Biz eğer, çok sınırlı güç ve imkanlarla çok kötü bir dönemde, gerçekten tarihsel konjonktür olarak çok kısır ve elverişsiz bir evrede ortaya çıktıysak, ama buna rağmen yaşama gücü bulabildiysek ve bugüne gelebildiysek, belli ki biz “geçmişi olmayanın geleceği olmaz” bilincine fazlasıyla sahip bir hareket olarak davranmışız. Biz bu geçmişe kaba inkarcı bir tarzda yaklaşmış olsaydık, zaten birkaç yıl içerisinde silinir giderdik. Hiçbir biçimde kök tutamazdık. Biz keni ulusal ve evrensel tarihimizde kendimize sağlam kökler bulduğumuz içindir ki, bu temel üzerinde yeni bir filiz olarak yeşermek, yeni bir gövde olarak gelişip serpilmek imkanını da böylece bulabildik.

Proletarya sosyalizmi dönemi

Türkiye’nin ‘60’lı yıllarına baktığımız zaman, net bir biçimde bir burjuva sosyalist hareket görüyoruz. Aslında görkemli bir dönemdir, ‘60’lı yıllar. Türkiye’de bir sol uyanış dönemidir. Sosyalizmin büyük heyecanlar yarattığı, sosyalist olmak iddiasındaki politik akımların toplumla yüzyüze, düzenin resmi güçleriyle karşı karşıya geldiği, kendini bir kuvvet olarak hissettirebildiği bir dönemdir. Solun ilk kez olarak kitleselleştiği bir dönemdir. Bu gerçek bir heyecan ve coşku dönemidir. Bence Türkiye’nin sol ve sosyalizm konusunda samimi heyecanları ve coşkuları yaşadığı bir dönemdir, ‘60’lı yıllar. Ama bu aynı zamanda, marksist bilincin ışığında devrimci açıdan bakıldığında, çok da yüzeysel bir dönemdir. Çünkü bu dönemin soluna çok büyük ¨lçüde orta sınıf aydınları damgasını vurmaktadır. Mücadele edenler alt sınıflar oldukları halde, o dönemin bilinci çok büyük ölçüde YÖN, MDD ve TİP’de ifadesini bulan orta sınıf aydınları tarafından oluşturulmaktadır. Bu dönemin ideolojik görüşlerine, programlarına, mücadele platformlarına baktığımız zaman, düzenin ve düzen kurumlarının aşılamadığını görmekteyiz. Biz burjuva sosyalizmi derkn de bunu kastetmekteyiz. İşin özünde düzeni kendi temelleri üzerinde reforme etme programlarıdır bunlar.

‘60’lı yıllar burjuva sosyalizminin damgasını vurduğu bir dönem oldu ve bu dönem ‘71 Devrimci Hareketi’nin çıkışıyla kapandı. ‘71 Devrimci Hareketi yeni dönemin, devrimci küçük-burjuva radikalizminin, aynı anlama gelmek üzere küçük-burjuva sosyalizminin doğuşunu işaretler. Bilindiği gibi biz, ‘71 Devrimci Hareketi’ni Türkiye’nin reformist geleneğinden devrimci bir kopuş olarak değerlendiriyoruz. Buradaki devrimci kopuş, ‘71’in devrimci akımlarında/örgütlerinde ifadesini bulan küçük insan gruplarının silahlanarak dağa çıkması ya da şehir gerillacılığı yapması değildir hiç de. Kopuşun kendisi asıl anlamını bu akımların ideolojik-politik bilincinde bulmaktadır. Bu akımlara baktığımızda, bunların devlet konusunda, devlet yıkıcılığı konusunda, düzenin daha temel noktalardan reddi konusuda, düzen kurumlarının karşıya alınması konusunda radikal bir ideolojik-politik tutum içerisinde olduğunu görüyoruz. Kopuşa asıl anlamını veren de bu zaten. Yoksa küçük insan gruplarının silahlanarak dağa çıkmış olması ya da kentlerde bir takım silahlı eylemler yapmış olması değil. Bunların sembolik politik-pratik anlamı var yalnızca.

‘71 Hareketi, kendinden birkaç yıl sonra görkemli bir büyüme yaşayacak büyük devrimci akımlara kaynaklık etti. Ve kalıcı olan yan hiç de küçük insan gruplarının silahlı eylemi olmadı. İşin bu bireysel şiddete dayalı eylem çizgisi yanı daha ‘74 yılında geride kalmış, aşılmıştı. Bu ancak o dönem Türkiye’sinde, ‘70’li yıllarda fazla bir ciddiyeti olmayan bir takım küçük grup ve çevreler tarafından sürdürülmek isteniyordu. Oysa ‘71 Hareketi’nden köklenen asıl akımlar büyük kitlesel mücadelelerin içerisinde kendilerini buldular. Kitle çizgisine oturdular. Büyük kitle eylemlerinin bir parçası, yer yer öncüsü haline geldiler. Demek ki kalıcı olan, küçük insan gruplarının silahlı eylemleri değil. Devrimcilik orada hiç de devlete silah çekmekten ibaret değil. Devle ve düzen kurumlarını karşıya alan, şiddete dayalı devrim fikrine bağlılık gösteren bir ideolojik ilerleme sözkonusu. Devlet ve devrim konusunda bir ilerleme var, kopuşun ideolojik-politik özü, ifadesini asıl olarak burada bulmaktadır. ‘60’lı yılların sol akımlarına, burjuva sosyalizminin temsilcisi bu akımlara baktığımızda, olmayan da bu zaten.

‘70 yıllar, bu temel üzerinde ortaya çıkan ve ‘70’li yıllara egemen yaygın küçük-burjuva hareketliliği içinde kendini bulan küçük-burjuva sosyalizmi dönemi oldu. Küçük-burjuva sosyalizmi de kendi çapında görkemli bir dönem yaşadı, gelişip serpildi. Fakat sonuçta o da gelişmesinin sınırlarına vardı. Belli bir noktadan sonra da karşı-devrimin sert karşı saldırısıyla yüzyüze kalarak yenilgi ve yıkımla sonuçlandı. Ve ‘80’lerin ortası, bu yenilginin, bu yıkımın çok da rastlantı olmadığını, sözkonusu olanın basit bir karşı-devrim yenilgisi olmadığını, bu hareketlerin yapısal zaafiyetleri, açmazları temeli üzerinde bu denli yıkıcı ve tasfiyeci etkisini gösterdiğini ortaya koydu. Yine ‘80’lerin ikinci yarısı, küçük-burjuva hareketliliğinin artık geçmişteki biçimiyle tekrarlanmayacağına da tanıklık etti.

Dolayısıyla, ‘60’lı yıllar orta sınıf sosyalizminin, bu anlamda burjuva sosyalizminin gelişip serpilmesi dönemi olduysa, ‘70’li yıllar da küçük-burjuva sosyalizminin gelişip serpilmesi dönemi oldu. Ve ‘80’li yıllar, bu her iki sosyalizm türünün ürünü olan akımların yenilgiyi yaşadıkları ve dağılma süreçleriyle yüzyüze kaldıkları bir evreye tanıklık etti. Biz işte tam da bu dönemde, ‘80’lerin ikinci yarısında, siyasal mücadele sahnesine doğduk. Ve bir dönemin, burjuva ve küçük-burjuva sosyalizmlerinin birbirlerini izleyerek sırayla damgasını vurdukları bir dönemin kapandığını ve artık proletarya sosyalizminin damgasını vuracağı dönemin başladığını ilan ettik.

Ama az önce dünya üzerinden söylediğimin bu çerçevede bir kez daha altını çiziyorum. Bu bizim, deyim uygunsa dar bir insan çevresinin, o günkü bilincinin ve inancının ifadesiydi. Dönemler daima sınıflar mücadelesiyle ve sosyal hareketliliklerle belirlenir. Dönemlerin bitişi, yeni dönemlerin başlayışı, nesnel toplumsal nedenler ve dinamiklerle belirlenir. Küçük insan çevrelerinin bilinci bunu yalnızca kavrayıp yansıtabilir. Bir dönem kapanıyordu, biz bunu farkettik. Yeni bir dönemin ilk işaretleri konusunda ciddi bir etken o dönemin sınıf hareketliliği idi. Ama bunun ‘91 yılının başında kırılmaya uğraması ve bugüne kadar belini yeniden doğrultamaması, kendi birikimini, kendi enerjisini bugüne kadar ortaya koyamaması, sınıf hareketinin damgasını vuracağı yeni bir dönemin henüz başlayamadığının da bir göstergesi. Ama biz bu yei dönemi kucaklayarak bir siyasal akım olarak ‘87’de doğmuşuz. Belli bir gelişme yaşamışız ve bugün partimizi kuracak aşamaya gelmişiz. Deyim uygunsa başlayacak dönemi kucaklayacak bir öncü hazırlık süreci içinde olmuşuz.

Yeni döneme işçi sınıfının ve tarihsel olarak onun temsil ettiği proleter sosyalizminin damgasını vuracağının açık göstergeleri şimdiden var. İlk gösterge, sınıfın bu yeni döneminin başlangıç evresinde ortaya koyduğu ilk hareketlenmeler, oradaki kapasite, potansiyel idi. İkinci bir gösterge ise tersinden bir olgu üzerinden yansıyor. Küçük-burjuva kitleler belli hareketlilikler ortaya koysalar bile geçmişi tekrarlamayacaklarını aradan geçen on yıllık süre içerisinde fazlasıyla göstermişlerdir.

Bu ülkede yeni bir sosyal mücadeleler dönemi ancak işçi sınıfının damgasını taşıyabilir. Artık biz ‘60’lı ve ‘70’li yıllardaki türden küçük-burjuva yığınların egemen olacağı ve damgasını vurabileceği bir tarihsel dönemi bu ülkede yaşayamayacağız. Türkiye’deki sosyal ilişkilerin evrimi, küçük-burjuvazi üzerinde yıkıcı etkiler yapan bir takım başka gelişmeler sözkonusu. Biz çoğu kere yirmi yılın yorgunluğu dedik, ama bu işin gerçekte öznel yanı. Bir de bunun nesnel temeli var. Türkiye’de burjuvazi bugün öyle bir egemenlik kurmuş, öyle bir örgütlü aygıt yaratmış, siyasete, kültüre, ideolojiye ve gündelik yaşama öylesine yön vermektedir ki, bu hakimiyetin karşısında ideolojik sağlamlığı ve politik bir gücü, ancak gerçekten bu düzenin anti-tezi oan sınıf, onun temsilcisi ve öncüsü politik akım, yani komünist bir sınıf partisi başarabilir. Sayısız sol akım içerisinde bütün bu kargaşaya, bütün bu çalkantıya karşı ideolojik açıdan sağlam durmayı yalnızca komünist hareketimizin başarmış olması bile bu açıdan hiçbir biçimde rastlantı değildir.
Bu gerçek, yeni döneme işçi sınıfının damgasını vuracağının, işçi sınıfının temsilcisi olan akım üzerinden kanıtlanmasından başka bir şey değil. Yani bir toplumsal sınıfın gösterebileceği bir kapasiteyi ve tutarlılığı, o sınıfın henüz kendini siyaset sahnesinde ortaya koyamadığı bir dönemde, o toplumsal sınıfın temsilcisi olan siyasal akım kendi şahsında gösterebilmektedir. Bizim üzerimizden yansıyan, gelecekte işçi sınıfının gerçekleştireceği önderlik kapasitesinin bir göstergesinden, bu sınıfa özgü devrimci tutarlılığın bir ifadesinden başka bir şey değil. Ve öyle anlaşılıyor ki, ‘60’lı yıllar burjuva sosyalizmi için bir yükseliş, ‘70’li yıllar küçük-burjuva sosyalizmi için bir yükseliş, ‘80’li yıllar bu her iki sosyalizm türü için bir yenilgi ve çözül&uum;ş dönemi oldu. Devrimci kitle hareketleri yönünden durgun geçen ‘90’lı yıllar ise yeni bir sosyalizm türü için, proletarya sosyalizmi için bir şekillenme dönemi olarak yaşandı. Ve öyle anlaşılıyor ki, partili bir kimlikle gireceğimiz 2000’li yıllar, partimizin damgasını vuracağı bir dönemin de ifadesi olacaktır.

(TKİP Kuruluş Kongresi Açılış Konuşması’ndan...
Partinin Adı ve Amblemi, Eksen Yayıncılık, s.32-38))

Parti ve geçmişin devrimci mirası

Bugün Türkiye devrimci hareketinin geçmiş mücadelelerinin doğal mirasçısı biz komünistleriz. Bunu bugünkü sonuçlardan hareketle söylüyor da değiliz. Dönüp bizim daha ilk ayrışma dönemi değerlendirmelerimize ve polemiklerimize, Z. Ekrem polemiğine bakınız (H. Fırat, Küçük Burjuva Popülizmi ve Proleter Sosyalizmi, 6. Bölüm), orada bu konuda gerçekten ilginç değerlendirmeler bulacaksınız. Bizim çıkışımız geçmişle köklü bir hesaplaşmaya dayanıyordu, bu nedenle kestirmeden “inkarcılık”la suçlanıyorduk. Bu bize bilimsel inkar ile kaba küçük-burjuva inkarcılığı arasındaki temelli farkı ortaya koyma olanağı vermekle kalmadı, ideolojik hasımlarımıza, geçmişe böyle tutucu biçimde yapışıp kalırsanız çok geçmeden onu savunup sürdürecek gücü de endinizde bulamazsınız ve böylece devrimci geçmiş karşısında küçük-burjuva bir inkarcı konuma asıl siz sürüklenirsiniz deme fırsatı da verdi.

Bugün sonuç ortadır. Daha o zamandan, bize karşı gerici bir ayak direme gösterenlerin kendi geçmiş devrimci kazanımlarını bile koruyamayacaklarını söylemiştik, bu aynen doğrulandı. O dönemki somut muhataplarımız olan TDKP şefleri, geçtik genel devrimci hareketin mirasını, TDKP’nin kendi devrimci kazanımlarını bile koruyamadılar. Bize karşı gericilik yaparken sımsıkı sarıldıkları bu çizgiyi çok geçmeden terkettiler ve bildiğiniz gibi liberalizmin batağına boylu boyunca battılar. Aynı şeyi ‘71 devrimcilerinin mirasına karşı yaptılar, bugün ‘60’ların TİP çizgisine geri dönerek, Deniz Gezmişler’e de ihanet ettiler.

Biz ise daha o zamanda söylediğimiz gibi; geçmişin zaaflı ve hatalı olan yönlerine acımasızca vurduk, ama tam da bu sayede, geçmiş hareketten devrimcilik adına geride kalan canlı, olumlu, yaşayabilir ne varsa onu ileri bir düzeyde, işçi sınıfı devrimciliği temelinde yaşatma olanağı bulduk. Bugünün Türkiye’sinde geçmiş devrimci kuşakların manevi anısına ve devrimci siyasal mirasına en anlamlı ve içtenlikli bir biçimde sahip çıkabilen biricik parti TKİP’dir ve bu da rastlantı değildir. Öteki herkes bunu daha çok kendi grup kökenleri üzerinden yapabiliyor ve buradan yansıyan tutum bildiğimiz o küçük-burjuva dargörüşlülüğünün ve mülkiyetçiliğinin yansımasından başka bir şey değildir. TKİP’nin tutumu ise temelden farklıdır ve gerekçesi, daha o ilk çıkış değerlendirmeerinde, sözünü ettiğim o ilk polemiklerde, açıklıkla ortaya konulmuştur.

Geçmişten gelen akımların bugünkü akıbeti hiçbir biçimde bizim onların geçmişindeki devrimci tutumu ve kazanımları sahiplenmemize engel değil. Tam tersine, bugünkü akibet geçmiş devrimci mirası sahiplenmede partimize daha büyük sorumluluklar yüklüyor. TİKKO kökenli akımların bugünkü durumu hiçbir biçimde İbrahim Kaypakkaya’yı küçümsemeyi gerektirmiyor, tam tersine, onu tarihimizdeki en önemli devrimcilerden biri olarak daha çok sahiplenmemizi gerektiriyor. 23 yaşında yitirdiğimiz bu genç devrimci, birkaç örgütün 30 sene boyunca tüketebileceği bir düşünsel-politik miras bırakarak gitmiş bir insandır. Çok değerli bir devrimcidir, sadece ser verip sır vermediği için değil; ondan daha da önemli olarak, devrimi ve devrimci siyasal mücadeleyi ciddiye aldığı i&ccedi;in, buna hayatını adadığı için, ve nihayet bu çerçevede, o dönem için gerçekten anlamlı olan belli düşünsel açılımlar ve sorgulamalar yapmayı başardığı için.

Bunu ‘71 devrimcileri için genelleştirebiliriz de. ‘60’lardaki mücadele solu güçlendirdi, mücadelenin radikalleşmesi ve dünyadaki olayların etkisi solu da radikalleştirdi ve onun içinden devrimci bir akım çıktı. Bu devrimci akım çıktığında mücadele yöntemi olarak siyasal maceracılık olarak nitelenebilecek bir yolu seçtiği için, yaptıkları çıkışın anlamı bir ölçüde karardı. Ama orada maceracılık geçiciydi, devrimi tercih etmek ise kalıcı... Kalıcı olan, devrim davasına sahip çıkmak ve düzene başkaldırmaktı. Bunu küçük insan gruplarının silahlı direnişi olarak yapmaya kalkmaları kuşkusuz hatalıydı, ama bu çıkışta önemli ve baskın özellik hiç de bu değildi. Bu sadece geçici bir davranış şekliydi ve nitekim hızla aşıldı, daha ‘74 yılında çok büyük ölçüde geride bırakıldı.

Geleneksel solun tasfiyeci süreçler içinde tükendiği ya da konum değiştirdiği bir dönemde biz bu mirasa her zamankinden çok önem vermeliyiz. Çünkü son tahlilde biz oradan geliyoruz, bizim ortaya çıkışımızı olanaklı kılan birikimdir burada sözkonusu olan. Bizi ortaya çıkaranın yakın geçmişin devrimci birikimi olduğunu hiçbir biçimde unutamayız, ortaya çıkış anımızdan itibaren biz bunu bilinçli bir tutumla ve özenle vurgulayageldik. EKİM, “boşluktan değil, bir geçmişin, bir birikimin bağrından doğdu” dedik. Biz o geçmişi bilimsel zeminde eleştirerek aştık, kabaca inkar ederek değil. Bu onu kucaklayarak yeni bir düzeyde yaşatmak demekti. Onda canlı, anlamlı ve kalıcı olanı alıp ileriye taşıyan, geri, ölü ve çürüyen yanına ise acımasızca vuran bir tutumun temsilcileri olduk biz.

Peki, bizim çıkış dönemimizde bizi inkarcılıkla suçlayarak ona kıskançlıkla sahip çıkar görünenler ne yaptılar? Ne yaptıklarını çok geçmeden gördük. ‘71 devrimcilerinin devrim adına yükselttikleri bayrağı terkettiler ve gelinen yerde artık tümden gerisin geri TİP çizgisine döndüler, TİP parlamentarizminde karar kıldılar. Halbuki ‘71 devrimcileri, Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar, Kaypakkayalar, tam da TİP parlamentarizmini reddederek devrimi seçmişlerdi. EMEP’liler dün devrimi terketmişlerdi, bugünse artık TİP çizgisinde karar kılmış durumdalar. Ama büyük bir utanmazlıkla, “Deniz Gezmişler’in yolu bugün parlamentoya çıkmıştır” diyebiliyorlar. Salt kendilerine parlamento yolu göründü umuduna kapıldıkları için. Bu gerçekten tam bir utanmazlıktır, en kabasından bir inkardır ve geçmişin anısına da üyük bir saygısızlıktır.

Deniz Gezmiş’i Deniz Gezmiş yapan, onların bugün temsil ettiği çizgiyi ‘60’lı yıllarda temsil eden siyasal akımdan kopmaktır. TİP oportünizminden, reformizme ve parlamentarizme dayalı bir akımdan kopmaktı o zamanlar sözkonusu olan. Oysa hala Deniz Gezmişler’in adını istismar etmeye yeltenenler bugün gerisin geri oraya dönmüş bulunuyorlar. Demek ki böyleleri Denizler’in tutuğu yolu inkar eden döneklerden öte bir şey değildirler.

(H. Fırat, Dünya, Türkiye ve sol hareket/7,
Kızıl Bayrak, 13 Aralık 2003)



Denizler’in değil TİP oportünizminin mirasçıları!

EMEP’in gelinen yerde giderek anlam ve inandırıcılığını yitiren bu ikiyüzlülüğü, Blok pratiğine Deniz Gezmişler, Sinan Cemgiller şahsında moral dayanaklar bulmaya yeltenince hepten çirkin, giderek tiksinti veren bir hal almaktadır. Devrimden koparak tümüyle reformizme yönelen bir akımın, reformizmden koparak devrime yönelen bir akımın temsilcilerinden moral destek bulmaya kalkması başlı başına bir çirkinliktir ve burjuva pragmatizminin son derece kaba ve arsız bir örneğini sunmaktadır.

EMEP, ideolojik, politik ve moral anlamını çoktan yitirmiş kökenini kullanarak bu alanda her türlü ölçü ve ahlaki değerden yoksun bir kampanya yürütmekten yarar umabilmektedir. Oysa revizyonizmin temsilcisi Kruşçev ve avanesi Lenin’in partisini ve dolayısıyla mirasını ne denli temsil ediyorlardıysa, bugünün EMEP takımı da Deniz Gezmişler’i, onların mücadelesini ve mirasını işte ancak o kadar temsil edebilir.

EMEP’in kampanyası Mustafa Yalçıner şahsında hepten bayağı bir hal almıştır. Devrimci kimlik ve değerleri daha 12 Eylül başında ve üstelik en utanç verici biçimde ayaklar altına sermiş, Denizler’e daha o günden ihanet etmiş bu sahte “Nurhak kahramanı”, devrimci geçinmekten yarar uman bu liberal düzenbaz, ahlaki değer ve kaygılardan yoksunluğun bir örneği olarak Denizler adına konuşma, onlar adına bugünün genç kuşaklarına seslenme hakkını kendinde bulabilmektedir.

Fakat sorun kişisel ve ahlaki olmaktan öte siyasaldır ve asıl tahrip edici yönü de buradadır. Liberal düzenbazların sorunu “Denizler’in yolu meclise çıkmıştır” biçiminde sunmaları bu tahribatın özünü ortaya koymaktadır.

Gençliğin ‘68’deki kitlesel dinamizmi ve genç devrimcilerin ‘71’deki devrimci çıkışları, dönemin reformist-parlamentarist çizgisinden kopuşun bir ifadesiydi. O dönemin reformist-parlamentarist çizgisini Aybar-Boran-Aren üçlüsünün simgelediği TİP yönetimi temsil ediyordu. Deniz Gezmişler’in temsil ettiği hareket ise tüm tarihsel anlamını ve önemini bu çizgiden kopuşta bulmaktadır. Bunu ‘70’li yılların ortasından itibaren ve ‘90’lı yılların başına kadar bugünün bu liberal düzenbazları da pekala iyi bilmekte ve savunmaktaydılar.

Fakat onlar ‘90’lı yılların ortalarından itibaren devrimden ve devrimcilikten tümden koptular ve gelinen yerde reformist-parlamentarist çizgiye tam olarak oturdular. Böylece ‘60’lı yılların sol siyasal yelpazesi ışığında bakıldığında, dönemin TİP yönetiminin temsil ettiği çizgiye gerisin geri dönmüş oldular. Kendilerine illa geçmişten ideolojik, politik ve moral bir dayanak arayacaklarsa, bu, dönemin parlamentarist avanaklığa dayalı Aybar-Boran çizgisinden başka bir şey değildir. Bir parça dürüst davranabilseler, yapmaları gereken de tamı tamına budur.

(Tasfiyeci Sürecin Yeni Aşaması,
Kızıl Bayrak, 23 Kasım 2002)



“Binlerce Kürt devrimcisinin anısına
saygı ve bağlılık...”

PKK dışında kalan ve genel olarak reformist çizgide bulunan Kürt solu zaten uzun zamandır tüm umudunu AB ve ABD’ye bağlamıştı. Şimdi artık dünün PKK’sı da bu çizgidedir, KADEK bu köklü kimlik ve konum değişikliğini simgelemektedir bir bakıma. İmralı savunmalarındaki inkarcı-tasfiyeci çizgiye oturmanın sonunda gelip varacağı yer de buradan başkası olamazdı herhalde.

Bugünün bu Amerikancı Kürt çevreleri sanıyorlar ki, dünyanın emperyalist jandarması ABD bu mazlum halka özgürlük ve bağımsızlık getirecek, ona nihayet bir devlet kazandıracak. ABD bunu Kürtler için yapmakla da kalmayacak, yerleşik statükoları yıkarak tüm Ortadoğu halklarını özgürleştirecek, bölgede demokratik düzenlerin yolunu düzleyecek vb. Bunu böyle düşünen dünün solcusu bugünün bu Amerikancıları, böylece düne kadarki kimliklerini terketmekle kalmıyorlar, bu kimliği ortaya çıkaran bütün bir tarihi, bu tarihin ürünü ideolojik-politik bilinci ve moral değerleri de kabaca terkedip bir kenara atıyorlar. Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketinin en iyi geleneklerine ihanet ediyor, onun anti-emperyalist mücadele mirasına sırtlarını dönüyorlar. Denizler’in, Mahirler’in ve Kaypakkayaların, Mazlum Doğanlar’ın ve Kemal Pirler’in devrim davasını terkederek işin özünde karşı safa geçiyorlar. Ulusal özgürlük mücadelesini emekçilerin çıkarlarına ve kurtuluş davasına bağlayan bakışı ve çizgiyi bir yana bırakarak kendi mülk sahibi sınıflarının, Kürt burjuvazisinin yanında ve safında yer alıyorlar. Kürt hareketinin devrimci kimliği karşısında uzun yıllar boyunca içlerine hapsettikleri Aerikancı ve Avrupacı duygu ve hezeyanlarını bugün artık pervasızca dışa vuran Yaşar Kayalar’la aynı yerde saf tutuyorlar.

Bu köklü bir konum ve tutum değişikliğidir; bu nedenle de cepheden bir mücadelenin konusu haline getirilmek durumdadır. Kürt hareketinin birçok yapısal zaafına katlanmak ezilen ulus konumunun sonucu olarak sahip olduğu demokratik muhteva nedeniyle olanaklıdır, fakat Amerikancılığına hoşgörüyle yaklaşmanın olanağı yoktur. Zira bu, emperyalizmden özgürlük bekleme çizgisi, ezilen ulus milliyetçiliğinin demokratik muhtevasına da ihanettir. Emperyalizme karşı tutum, çağımızda ve günümüzde, her türden ilerici, demokratik ve devrimci iddianın olmazsa olmaz koşuludur, ayrım çizgisi ve mihenk taşıdır. Bu tutumu bir yana bırakanlar, umutlarını ve geleceklerini emperyalizme, üstelik onun baş jandarması konumundaki emperyalist bir güce bağlayanlar, böylece her türlü ilerici demokratik kaygıyı ve değeri bir yana bırakarak, ça&currn;daş gericiliğin yanında saf tutmuşlar demektir.

Bu konumu seçmiş ya da olayların akışı içinde bu konuma sürüklenmiş Amerikancı Kürt milliyetçilerinin maskesini düşürmek, böylece Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketinin en iyi geleneklerini savunmak, Kürt emekçilerinin ve yeni kuşak genç Kürt yurtseverlerinin bu çizgiye alet edilmesinin önüne geçmek, bugünün temel önemde bir devrimci sorumluluğudur. Kürt halkının en iyi evlatlarını feda ederek yarattığı muazzam devrimci-demokratik mirasın, geleneklerin ve birikimin savunulması bunu gerektirmektir. Ulusal özgürlük mücadelesini emperyalizme karşı mücadele ile sıkı sıkıya birleştiren, bunu Kürt emekçilerinin sosyal kurtuluşu davasına bağlayan, buna inanan ve bu inançla kendilerini feda eden binlerce Kürt devrimcisinin anısına saygı ve bağlılık bunu gerektirmektedir.

(H. Fırat, Dünya, Türkiye ve sol hareket/4,
Kızıl Bayrak, 8 Kasım 2003)