24 Nisan'04
Sayı: 2004/08


  Kızıl Bayrak'tan
  1 Mayıs'a doğru belirsizlikler tablosu
  DİE raporunun yeni itirafları ve gizledikleri
  İkinci DEP davası sounçlandı...
  Düzen ordusu nasıl demokratlaştı?!
  NATO: Halklara karşı bir kirli savaş örgütü!
  Ordunun asli görevi burjuva düzenin güvenliğidir!
  Devrimci tutsaklardan açıklama...
  İmzalar KESK MYK'sına ulaştırıldı...
  Liseli gençlik yanıt vermek için 1 Mayıs'ta alanları doldurmalı!
  1 Mayıs'ta alanlara!
  1 Mayıs faaliyetlerinden...
  Uluslararası işçi sınıfı hareketi tarihinde ve Türkiye'de 1 Mayıs
  Bush-Blair çetesinden kasap Şaron'a tam destek...
  İşgalci haydut takımı "Irak batağı"ndan çıkış yolları arıyor!
  BM'de "insan hakları" ikiyüzlülüğü
  Bugün 23 Nisan, neşe dolamıyor insan!
  1 Mayıs ve Kürdistan emekçileri
  İzmir Eğitim-Sen 3 No'lu 1. Olağanüstü Genel Kurulu
  Bültenlerden...
  Bir-Kar 4. Gençlik Kampı başarıyla gerçekleştirildi...
  Ateş saçan Yürekli yoldaş mezarı başında anıldı
  "Plana hayır, önemli olan ortak eylem"
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
İkinci DEP davası sonuçlandı...

Karar aynı, yankıları farklı

AİHM kararı gereğince ikinci kez yargılanan DEP milletvekilleri için sonuç değişmedi. Davayı gören Ankara 1 No’lu DGM, ‘94’te verilen 15 yıl hapis cezası kararını aynıyla onaylayarak, devletin DGM siyasetinde herhangi bir değişiklik bulunmadığını göstermiş oldu.

Oysa, aradan geçen 10 yılda, Türkiye’nin, siyaseten bayağı değiştiğini gösteren bol miktarda veri var ortalıkta. Bunlardan bir kısmı da, bu karar vesilesiyle dökülüyor. Kararın açıklanmasını takibeden günkü gazetelerin haber ve yorumları, konuya ilişkin “değişimin” rengini de niteliğini de sergilemekte.

Bu haber ve yorumlara bakılırsa; karar hiç de adil değildir, bu milletvekilleri 10 yıldır boşu boşuna hapiste tutulmuştur, karar ayrıca Türkiye’nin AB yolunu tıkayacaktır, vs., vs...

Sanki daha dün (10 yıl önce) bu milletvekillerini linç girişimini başlatan bu aynı medya organları değildir. Sanki daha dün, bugün gadre uğradıklarını söyledikleri aynı kişileri, binbir iftira, küfür ve hakaret eşliğinde hapse gönderenler bu “iliştirilmiş” yazar takımı değildir. Peki ne oldu da böyle ifade değiştirdiler? Devletle “ilişik”leri mi kesildi? Değişen onlar mı, artık farklı mı düşünüyorlar?..

Hiç ilgisi yok. Onların kimliğinde iyiye-güzele-ileriye yönelik en ufak bir değişiklik yok. Bunu pek çok farklı konudaki görüş ve beyanlarından biliyoruz. Ama gene de ortada bir “değişim” bulunduğu kesin. Ve bu değişime DGM’lerin ayak uyduramadığı da.

DGM’lerin kaldırılmasına ilişkin yasa tasarısı hazırlandığı, AB’ye uyum kapsamında diğer yasal değişiklikler için de hazırlıkların sürdüğü koşullarda, AB’nin pek hassasiyet gösterdiği bu “dava” konusunda daha esnek olunabileceği, olunması gerektiği öğütleniyor özetle. Nitekim, AB’den beklenen “sert” tepkiler de gecikmiyor. Öncelikle, davayı Avrupa Parlamentosu adına takip eden İtalyan parlamenter Luigi Vinci, daha DGM çıkışında tepkisini kararın “utanç verici” olduğu yorumuyla dile getirdi. DGM’leri Musolini İtalyası ve Nazi Almanyası mahkemeleriyle de karşılaştıran/benzeştiren Vinci’nin açıklamaları, “bağımsız yargı”ya müdahale sızlanmalı tepkilere konu edildiyse de, ağırlık, Avrupacı-değişimci çevrelerde kalmayı sürdürüyor.

Fakat Avrupa’dan tepkiler, Vinci’nin sözleriyle sınırlı kalmayı sürdürmüyor. Milletvekillerinin “derhal(!)” serbest bırakılması gerektiği, hatta hatta, tüm siyasi tutukluların serbest bırakılması gerektiği yolunda mesajlar gelmeye devam ediyor.

Tam da “Kıbrıs üzerinden AB hayalleri”nin büyütülmeye çalışıldığı bir süreçte, DEP davası nedeniyle Avrupa’dan gelen bu basıncın, hak ve özgürlük istemlerini emperyalistlere havale etme eğilimlerini nasıl da güçlendireceği çok iyi görülebilmelidir. Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkları için asıl tehlike bu eğilimdir. Aslında, emperyalist çözümün nasıl bir çözümsüzlük olduğunu görmek için farklı konuları irdelemeye bile gerek yok. Salt Kürt sorunu üzerinden bakıldığında dahi tablo son derece açık ve nettir. Avrupalı emperyalistler bir yandan 3-5 milletvekili üstünden böyle kıyameti koparırken, diğer yandan Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına ilişkin tek söz sarfetmemektedir. Zaten AGİK toplantılarında da karar altına alınmıştır ki,emperyalistler, “hak ve özgürlük”leri uluslar ya da sınıflar için değil sadece bireyler için tanır. Böylelikle, ancak ulusal ya da sınıfsal birlik ve örgütlü mücadele sayesinde kullanılabilecek olan bu haklar kullanılamaz hale gelsin.

Kürt halkına özgürlük mü, asla!.. Çünkü Kürt halkına özgürlük, Bask halkına da, Katalon halkına da, Kuzey İrlanda halkına da özgürlük anlamına gelir.

Ama Leyla Zana’ya özgürlük, Hatip Dicle’ye özgürlük, Orhan Doğan’a, Selim Sadak’a özgürlük... Hatta Öcalan’a bile özgürlük kimse için risk teşkil etmeyecektir. Tersine, AB yolunda demokrasicilik oyununun inandırıcılığına büyük katkılar sağlayabilecektir. En büyük katkısı da, hak ve özgürlüklerini sadece ve sadece örgütlü mücadeleleriyle kazanabilecek olan kitlelerin AB ve demokrasi hayalleriyle bir süre daha oyalanabilmesidir.

İşçi sınıfı ve emekçiler, bu oyalama taktiklerine karşı en güçlü yanıtı 1 Mayıs alanlarından yükseltecekleri “hak ve özgürlük” talepleriyle vermelidir. Tabii ki Leyla Zana’ya da, ama öncelikle “Kürt halkına özgürlük!” şiarları, işçilerin birliği halkların kardeşliği talebi, 1 Mayıs’ta, emperyalistlerin ve uşaklarının suratında güçlü bir şamar olarak patlamalıdır.



Devrimci sınıf mücadelelerinin izinde
Yeni 1 Mayıslar yaratmak için ileri!

İşçi sınıfının mücadele tarihi ve bu birikim üzerine inşa edilmiş olan devrimci ideolojisi, hak ve özgürlükleri kazanmanın tek yolunun “devrimci sınıf mücadelesi” olduğunu yazar. Oysa, zamanında bu aynı mücadelenin ürünü olarak doğmuş olan sendikalar, uzun bir süredir, sınıf mücadelesi derslerini egemen sınıfın çıkarlarına uygun biçimde yazmayı ve öğretmeyi iş edinmiş bulunuyorlar.

Sendikaların bu yeni öğretisi uyarınca; ne tam bir kölelik yasası olarak hazırlanmış olduğu ortada olan yeni iş yasasına, ne özelleştirmelere, ne işten çıkarmalara, ne kölelik ücretlerine, ne sendikasızlaştırma saldırılarına, ne taşeronlaştırmalara; özetle sınıfa yönelik saldırılara karşı toplu bir hareket, bir mücadele stratejisi ve programı söz konusudur. Saldırının güncel hedefi konumuna gelen işletmelerde işçilerin yerel tepkileri dışında, ülke çapında, sınıf olarak bir karşı çıkış gündeme getirilmemiştir. Bunun yerine işçiler, ya “Cumhurbaşkanı’ndan döner” hayaliyle, ya “mahkemeye başvurduk, kararı bozduracağız” masallarıyla oyalanmışlardır. Ve sınıf hareketi cephesinde bu durum, ne yazık ki, bugünün sorunu değildir. Sendikalar yıllardır bu durumdadır. Bu da, bir yandan sınıf kitleleri arasında sendikalara olan güveni kırarken, diğe yandan yapmak yerine beklemek alışkanlığı geliştirmiştir.

Bugün, sınıf hareketine devrimci müdahalenin ana konularından birisini, sendikalar üzerinden yerleştirilen ve sadece sermaye sınıfının işine yarayan bu karşı-devrimci bilgilerin parçalanması ve yerine işçi sınıfı mücadelesinin devrimci fikirlerinin yerleştirilmesi oluşturmaktadır.

1 Mayıs, 8 saatlik işgünü hakkının, eşit işe eşit ücret hakkının, örgütlenme hakkının, dişe diş bir mücadeleyle kazanıldığı gün olarak tarihe kazınmıştır. Bugünün kutlanması, ne şanlı bir geçmişin anılması, ne de bir zamanlar kazanılmış olan hakların hatırlanmasıdır. Hepsinden önemlisi, o hakları alma yönteminin hatırlanması ve gündemde tutulmasıdır. Bu da, hak ve özgürlükleri kazanma yöntemi olarak yeniden sınıf mücadelesi alanına çıkmak, günümüzün talepleriyle yeni 1 Mayıslar yaratmak ve kazanmaktır.

Üstelik, artık günümüz, 1 Mayıslar’da simgelenen eski kazanımların üstüne yenilerini ekleme günü de değildir. İşçi sınıfının 150 yıl önce mücadeleyle kazandığı ve yine mücadeleyle evrenselleştirdiği kimi temel hakların dahi elimizden alınmaya çalışıldığı, sermayenin dünya çapında son derece organize bir saldırı yürüttüğü bir dönemden geçiyoruz. Bu saldırıların, salt işçi sınıfına karşı ve salt ekonomik içerikli olmadığı da ortadadır. Saldırının bir ayağını, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin köleleştirilmesi oluştururken, diğer ayağını da İMF, Dünya Bankası gibi uluslararası örgütlerin aracılığıyla ve sermayenin “süper” gücü ABD’nin silahlı saldırılarıyla yoksul halkların köleleştirilmesi oluşturuyor. Özellikle bu ülkelerin işçive emekçileri için çifte bir köleleştirme saldırısı, toplu katliamlar pahasına gündemde. Saldırının şimdilik hedefi değilmiş gibi görünen ülkelerin işçi ve emekçileri, bir de bu yolla sindirilmek isteniyor. Emperyalist-kapitalist sistemin gücü karşısında durulamaz, karşısına çıkanı işte böyle ezer geçer, denilmek isteniyor.

Fakat Filistin’den sonra Irak’ta da görüldüğü gibi, ezilen halkların böyle bir gözdağına boyun eğdirilerek teslim alınması mümkün görünmüyor. Emperyalizmin tüm vahşetine ve önderliklerinin tüm geriliğine rağmen, bu halklar direniş yolunu tutuyorlar. Özellikle Filistin’de, halkın bir türlü yokedilemeyen direncine rağmen bir sonuca ulaşılamamasının nedeni, devrimci bir önderlikten yoksunluğudur.

İşçi sınıfının devrimci düşüncesi ve mücadelesi, dünyanın neresinde yükselirse yükselsin, emperyalist kudurganlığın hedefindeki halkların mücadelesine de yol gösterecektir.

Filistin, Irak, Afgan halklarının direnişiyle dayanışmanın en anlamlı yolu da, devrimci sınıf mücadelesi yoluna girmek ve bu yoldan devrimci sınıf iktidarına doğru ilerlemektir. 1 Mayıs’ı, bu yolda atılacak bir adım olarak değerlendirebilmek gerekmektedir.