1 Kasım'03
Sayı: 2003 (06)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalizme kölece bağımlılık, ...
  Irak halkının direnişi emperyalist işgalcileri sarsıyor!
  "Emperyalizm kağıttan kaplandır!"
  NATO Genel Sekreteri Robertson'un Türkiye ziyareti...
  Irak batağında debelenen ABD
  İki farklı Ramazan, iki farklı Türkiye!
  80 yıllık kontrgerilla cumhuriyeti
  25 Ekim "Cumhuriyeti kollama" yürüyüşü...
  Bireysel emeklilik sistemi...
  5 Kasım'da sağlık emekçileri iş bırakıyor...
  Gençlik gruplarından ortak açıklama ve çağrı...
  "Gençliğin sözü söz!" kampanyası hızlanarak sürüyor
  Dünya, Türkiye ve sol hareket/3
  Dünya, Türkiye ve sol hareket/Ek bölüm
  Tekelleşen medyanın büyüyen savaşı
  2004 bütçesi ve sendika konfederasyonlarının tepkisizliği...
  Almanya emperyalist askeri müdahalelere hazır!
  Uzlaşmacı ve sınıf işbirlikçi ihanetçi çizgi aşılmalıdır!
  Cumhuriyetin 80. kuruluş yıldönümü...
  Harcanan emek hiçbir zaman boşa gitmez!
  Modern toplumun köle pazarı
  Aaa! Demek bu bir işgalmiş!
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Dünya, Türkiye ve sol hareket/3

ABD, Türkiye ve Kürtler

H. Fırat

Yaz sonunda verilmiş bir konferansın
elden geçirilmiş kayıtlarıdır...

Emperyalist dünyaya 60 yıllık
bölgesel bekçilik

Kurtuluş Savaşı’yla devlet bağımsızlığını kazanan Türkiye’nin emperyalizme iktisadi ve mali bağımlılığı sürmeye devam etti. Fakat yine de iki savaş arası dönemin o çalkantılı iki on yılında (ki bu geçiş dönemi hegemonya krizi, uluslararası bölünmüşlük ve bloklaşma ile karakterize oluyordu), uluslararası ilişkilerde az-çok bir manevra alanı vardı. Bu sayededir ki Türk burjuvazisi kemalist iktidarlar şahsında emperyalistler arası dengelere oynayabiliyor ve bu arada Sovyetler Birliği ile de pragmatist ilişkiler sürdürebiliyordu.

İkinci Dünya Savaşı sonrası bu dönemin kesin bir biçimde kapanışına işaret eder. ABD emperyalizmi liderliğinde bütünleşmiş bir kapitalist-emperyalist dünya tablosu koşullarında artık manevra alanı kalmadığı gibi, Türkiye kapitalizminin evrimi ve Türk burjuvazisinin ulaştığı gelişme düzeyi, artık sistemle yeni bir düzeyde ve deyim uygunsa her alanda organik bir bütünleşmeyi bir ihtiyaç olduğu kadar bir zorunluluk haline de getirmiş bulunuyordu.

Bu yeni ihtiyacın somut emperyalist muhatabı, kapitalist dünya sisteminin yeni hegemon gücü ve jandarması ABD emperyalizminden başkası olamazdı o günkü dünya koşulları içinde. Nitekim savaşın hemen sonrasında Amerikan emperyalizmine her alanda tam bağımlılık sürecine girilmiştir. Bunun en temel adımları da daha CHP’nin tek parti iktidarı döneminde ve bizzat İnönü eliyle atılmıştır. Buna özellikle dikkat ediniz; zira kemalist burjuva milliyetçileri tarafından, tarihi gerçekler çarpıtılarak, bu gelişme genellikle Demokrat Partisi’ne/Menderes hükümetlerine bağlanır ve gerçeklere aykırı yorumlar üzerinden bir “karşı-devrim” tezine dayanak yapılır. DP iktidara geldi, kemalist politikaları bir bir tasfiye ederek karşı-devrim yaptı, bu sonuçlarını dış politika ve uluslararası ilişkilerde de gösterdi, kemalist iktidarların bağımsız dış politika çizgisi taiye edilerek ülke çok yönlü olarak ABD emperyalizminin yarı-sömürgesi konumuna sokuldu vb. denilir.

Bunların tarihsel gerçeklerle bir alakası yok. Türkiye eğer Amerikan emperyalizmiyle her düzeyde bağımlılık ilişkilerini geliştirme yoluna girdiyse, bu tümüyle, Cumhuriyet’in ilk iki on yılında ve bizzat kemalist CHP yönetiminde yaşanan kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı doğal bir sonuçtur. Kemalist iktidarlar döneminde ve bizzat onların çok yönlü çabalarıyla palazlandırılan Türk burjuvazisi artık emperyalist dünya ile yeni bir düzeyde bütünleşme ihtiyacındaydı. Yeni uluslararası ilişkiler ortamında sınıfsal çıkar ve ihtiyaçları onu buna ayrıca zorluyordu. Demek oluyor ki, ABD’yle ilişkilere girmenin temel dinamiği, özel olarak bir siyasal partinin tercihi ve politikaları değil fakat temelde Türk burjuvazisinin kendi sınıfsal çıkar ve ihtiyaçlarıydı.

Yinelemek gerekirse; devletin de (bu somut olarak kemalist iktidarlar demektir) çok yönlü desteği ile sağladığı sermaye birikimi, palazlanmasının ortaya çıkardığı gelişme düzeyi Türk burjuvazini emperyalist sermaye ile, bunun da ötesinde emperyalist dünya ile bu türden yeni bir ilişki düzeyini ve biçimini tercihten öteye artık geri durulamaz bir ihtiyaç haline getirmiş bulunuyordu.

Dolayısıyla İkinci Dünya Savaş’ını izleyen peş peşe adımların iktisadi bir temeli ve sınıfsal bir dinamiği var. Dönemin hükümetlerine ise temsil ettikleri egemen sınıfın bu ihtiyacına yanıt vermek, emperyalist sermaye ile yeni bir düzeyde bütünleşmenin yolunu açmak düşmüştür. Bundan dolayıdır ki, atılması gereken temel adımlara bizzat “kemalistler”, yani İnönü CHP’si döneminde başlanmış, Türkiye’yi her alanda ve her açıdan ABD’nin bir yeni sömürgesi haline getiren gelişmelerin önü bizzat onlar tarafından açılmıştır. Menderes hükümetlerinin 1950 sonrasında devam ettirdiği tüm temel politikaların ilk adımları bunu önceleyen dönemde atılmıştır. ABD ile ekonomik, siyasal ve askeri düzeyde en temel ikili anlaşmalar o dönemde imzalanmıştır. Truman Doktrini’ni uygulama planı olan Marshal Planı’na o dönemde dahil olmuştur. NATO üyeliği için de 1949 yılında, yani yine İnönü CHP’sinin iktidar olduğu dönemde başvurulmuştur. Ama emperyalist NATO ittifakı bunu 1952’de, yani DP döneminde, Kore’de emperyalizmin çıkarları için gönüllü olarak savaşıldıktan sonra onaylamıştır. Türk burjuvazisi emperyalizme uşaklığın tüm gereklerine hazır olduğunu Kore savaşı üzerinden somut olarak göstermiş ve böylec arşılığında NATO’ya kabul edilmiştir.

Kısacası, Cumhuriyet Türkiye’sinin savaşı izleyen yeni yönelimleri, Amerikan emperyalizmiyle oluşan tarihsel ilişkiler, tümüyle, gelişen ve ticari acentacılıktan sınai montajcılığa daha iddialı bir biçimde geçen, bunu da ancak yabancı sermayeyle işbirliği içerisinde yapabilen Türk burjuvazisinin çıkar ve ihtiyaçlarından doğmuştur. Bunun bütün temel adımları CHP ile atılmış, Demokrat Parti bunu yalnızca tutarlı biçimde tüm sonuçlarına götürmüştür. Bu konudaki fark olsa olsa kapsam ve hız farkı olabilir, ki bu da anlaşılır bir durumdur; önemli olan yolun açılmasıdır, açılan yolun zamanla genişlemesi, ABD hükümranlığının toplum yaşamımızın tüm alanlarını kapsaması, işbirlikçi burjuvazinin çıkarları gereği girilen yolda varılacak kaçınılmaz bir sonuçtur. DP’nin işi “küçük Amerikalacağız” türünde arsızlıklara vardırması burada önemsiz bir ayrıntıdır yalnızca.

Bu tarihsel gelişmenin ardından, Türkiye, son 50 küsur yıldır ABD’nin patronluğunu yaptığı emperyalist sistemin Ortadoğu’daki en güvenilir ve sadık jandarması olagelmiştir. NATO üyesi olarak kuzeyde Sovyetler Birliği’ne karşı, güneyde Ortadoğu halklarına karşı bekçilik görevi olmuştur bu. NATO’nun güneydoğu kanadının sınır bekçisi konumuyla da en başta ABD emperyalizminin çıkarlarının hizmetinde gerçekleşmiştir bu bölge jandarmalığı. NATO’nun ileri kanat bekçiliğinin CENTO gibi yine emperyalizmin hizmetindeki yerel paktlarla, yanı sıra İsrail ve Şahlık İran’ı ile kurulan açık-gizli ilişkilerle ayrıca takviye edildiğini de bunlara eklemek gerekir.

Toplumsal yaşamın her alanında
ABD hükümranlığı

Bunlar ABD ile köklü, gerçekten derine inen tarihsel ilişkileri gösteriyor bize. ABD emperyalizmi toplumsal yaşamımızın her alanında 50 yıldan fazladır var. Ekonomide, ticarette, maliyede, iç siyasette, dış politikada, diplomaside, istihbaratta, kültür yaşamımızda, kısaca her alanda...

MİT’le ilgili olarak son yıllarda ortalığa saçılan bilgilere bakınız; ‘50’lerin başından itibaren CİA’nın tam denetiminde, adeta onun bölgedeki bir alt örgütlenmesi. Kontrgerillasının Ankara’daki karargahı da başından itibaren CİA ile Pentagon’un denetiminde ve Kıbrıs harekatına kadar maaşları bile bizzat onlar tarafında ödeniyor. Düzen ordusu herşeyiyle, stratejisi ve taktiğiyle, eğitimiyle, silah donanımıyla, yedek parçasıyla, talimatnameleriyle, ünlü tabirle “donuna kadar” Pentagon’a bağımlı. Ülkenin dört bir tarafında Amerikan ve NATO üsleri ve tesisleri var. Amerika ile ikili anlaşmalar üzerinden Amerikan üsleri, NATO üyeliği üzerinden NATO üsleri, ki somutta bu yine ABD demektir, tüm Türkiye topraklarını örümcek ağı gibi kapsıyor. Medyamızın, üniversitelerimizin ve kültür hayatımızın ise sözuml;nü etmek bile gereksiz. En büyük Türk medya kuruluşları Amerikancı güçler ve kurumlar içinde en Amerikancısı durumunda; en dolaysız bağlarla (ki bunun gerisinde dolaysız satılmışlık olgusu var) ve tam bir uşak sadakati ile ABD’nin denetiminde ve hizmetindedirler.

Elbette tüm bu bağımlılık ilişkilerinin temelinde iktisadi ve siyasi bağımlılık var. Tüm öteki bağımlılık ilişkileri buradan kök alıyor, bunun uzantısı olarak ortaya çıkıyor. İşbirlikçi Türk burjuvazisi, çok kullanılan terimle, ABD emperyalizmine göbekten bağımlı, onsuz nefes alıp verecek durumda değil, tüm varlığı ve çıkarlarıya ona bağlı, geleceğini ve kaderini de ona ipoteklemiş durumda. Son zamanlarda yeniden çok sözü edilen “stratejik müttefik”, “stratejik çıkar birliği” vb. bu köklü bağımlılığın estetize edilmiş sunuluşundan başka bir şey değil. İktisadi bağımlılığı ise doğal olarak tüm sonuçlarıyla siyasi bağımlılık ilişkileri tamamlıyor. 12 Eylül’den beri bu kölece bağımlılık ilişkilerinde yeni mesafeler katedildiğini biliyoruz. ABartık Türkiye’yi yönetecek olanları bile açıktan saptıyor, işler buraya kadar varmış durumda. İşin aslında Morisson firmasının adamı Demirel’in ‘60’lardaki ilk başbakanlığa paraşütle indirilmesinden beri bu böyle.

Bugün herhangi bir burjuva politikacısı hükümet olma anlamında iktidara niyetliyse, kendinde bu konuda bir parça potansiyel ve şans görüyorsa, yaptığı ilk iş, önden gerekli zemini hazırlayarak arkadan ABD’ye gitmek, uşakça sadakatini göstermek, böylece karşılığında Amerikan desteğini almak olmaktadır. Son olarak bunu Tayyip yaptı ve önü temizlenerek bugünkü konumuna yükseltildi. Daha belediye başkanıyken ABD ile çok iyi ilişkiler kurmuş, onun güven ve desteğini kazanmıştı. Açıkça ABD tarafından kollanıyor ve “ılımlı islamın genç lideri” olarak adım adım sivriltilip hazırlanıyordu. AKP resmen kurulmadan önce ve kuruluşu sonrasında birçok kez ABD’ye gitti, sonuçta desteğini alıp geldi ve seçildi tabii ki. Bilindiği gibi ABD desteği, dolaysız olarak Amerikancı tekelci sermaye ve onun elindeki medyanın da tam steği demektir. 1 Mart tezkeresi üzerinden çektiği fırça sırasında Wolfowitz görüşmeyi yapanlarla özel sohbetinde açıkça, AKP bize bunu yapmasaydı, tam da bizim sayemizde, en az 15 yıl Türkiye’yi yönetecekti, tezkere olayındaki beceriksizlikleriyle bu şansı kaçırmış durumdalar, demekte hiçbir sakınca görmedi. O zamandan beri AKP’nin ABD’nin güvenini ve desteğini eski düzeyde yeniden kaamak için nasıl yırtınıp durduğunu hep birlikte ibretle izliyoruz.

Türkiye burjuvazisinin ve devletinin ABD ile ilişkilerinin niteliği ve kapsamı işte böyle.

“Tezkere kazası”nın düşürdüğü maskeler

İyi ama şu veya bu yönüyle çok kimsenin zaten bildiği ya da az-çok bilincinde olduğu bütün bu gerçekleri burada niye yineliyorum? Amerikancı medyada çok kulanılan ifadeyle, 1 Mart’taki “tezkere kazası”yla “yara alan” ilişkilere sözü getirmek için elbet. Gerçekten de bu tümüyle bir “kaza” idi. Dünyadaki savaş ve ABD karşıtı atmosferin, Türkiye’deki geniş savaş karşıtı halk muhalefetinin basıncı altında AKP milletvekillerinin bir bölümünde doğan tereddütlerin sonucu olarak yaşanan bir kaza. Yoksa ABD ile sözünü ettiğim tarihsel bağımlılık ilişkilerini zedeleyen hiçbir şey yok orta yerde. Hiç değilse Türk burjuvazisi, devleti ve ordusu cephesinden yok. Ama ABD Türkiye’nin uşaklığına, kendi bir dediğini iki etmediğine tarihsel olarak öylesine alışmış durda ki, telafisi kolayca olanaklı bu “kaza”yı büyük bir şaşkınlıkla karşıladı, abartılı tepkilerin ve tutumların konusu haline getirdi. Olayı hazmedemedi ve bir sürü kabalık yaptı. Wolfowitz’in açıklamalarından başlayıp da başa çuval geçirmeye kadar uzanan bir örseleme, burun sürtme ve böylece terbiye etme operasyonunun konusu haline getirdi.

Irak’a yönelik savaşın tartışılmasından itibaren dünyada patlak veren büyük savaş karşıtı hareketin oluşturduğu basınca, BM Güvenlik Konseyi’nin ABD’nin dayattığı savaş kararını bir türlü çıkarmamasına ve nihayet Türkiye’deki halk muhalefetine rağmen, Türk burjuvazisi, hükümeti ve ordusu, ABD ile birlikte savaşa girmeye istekli ve hazırdı.

İşbirlikçi tekelci burjuvazi kolayca tahmin edilecek nedenlerle tercihinde netti ve bunu da aynı açıklıkla kamuoyuna sunmakta bir sakıncı görmemişti. AKP hükümeti, büyük ölçüde yıllar yılı ince ayar bir Amerikan tercihinin ürünüydü ve sırtını ABD’ye dayamadıkça, kritik sorunlarda yanında yer alarak onun desteğini güvencelemedikçe, düzen içi dengelerde zora düşeceğinin bilincindeydi. Bunun gereği olarak ilk Amerikancı sınavını başarıyla vermek istiyordu ve bu çerçevede o da ABD dayatmalarına boyun eğmeye hazırdı. Nitekim bunu 1 Mart’ı önceleyen ve meclisten geçen ilk tezkere ile de somut olarak göstermişti. Düzen ordusu ise, hizmet ettiği sınıfın ordusu olmanın ve ABD’ye doğrudan ve NATO üzerinden binbir bağla bağlı olmasının yanı sıra, Kürt meselesindeki aşırı gerici, şoven ve inkarcımhacı konumundan gelen bir hassasiyetle bu savaşta yer almak istiyordu. İçinde tam da yine Kürt sorununda ABD’nin tutumuna güvenmemekten gelen bazı çatlak sesler olmakla birlikte ordu, Genelkurmay’a egemen çizgi üzerinden net bir tutum içindeydi ve nitekim tezkere kazasının ardından bunu kamuoyuna en net bir biçimde açıkladı da.

Bu üç temel kuvvetin/odağın tercihleri toplamında egemen sınıfa egemen tutumun ifadesiydi ve bu, açıkça ABD’nin yanında ve hizmetinde savaşa girmek anlamına geliyordu. Bu mutabakatın sonucudur ki ilk tezkere kolayca çıktı ve ortada daha kazaya uğrayan o ikinci tezkere yokken, Amerikan askeri güçleri ülke topraklarına akmaya, limanları ve havaalanlarını ihtiyaca göre düzenlemeye ve Irak sınırında ilk üslerini kurmaya başladılar. İkinci tezkere bir yönüyle ABD’den bir şeyler koparma niyet ve hesaplarının da bir aracıydı, buna bağlı olarak gündeme getirilmişti. Temel beklentilerden biri, denebilir ki birincisi, Kürt meselesinde Türk burjuvazisinin, özellikle de düzen ordusunun aşırı gerici, inkarcı ve imhacı hassasiyetlerinin gözetilmesiydi. Bunun bir ucu da elbet, Güney Kürdistan’daki siyasal oluşumun bertaraf edilmesi ölçüsünde, bu bölde nüfuz sahibi olmaya ve elbette petrolden pay ummaya varıyordu. Özellikle işbirlikçi sermaye ve hükümet payına bir başka temel beklenti ise, bunalım içinde debelenip duran ekonomiyi bir nebze olsun rahatlatmak üzere hibe ve kredi biçiminde ABD’den koparabileceği rüşvetin azamisini koparmaktı. Türk devleti bu konuda öylesine utanç verici durumlara düştü ki, ABD basınında aşağılayıcı alaylara, karikatürler ile konu oldu. Hatta giderek para meselesi Kürt meselesinin bile önüne geçebildi. Böylece ABD ve dünya medyası tarafından açıkça kendini satışa çıkaran ülke ve devlet diye aşağılandı.

Bu siyasi ve ekonomik pazarlıklar bir biçimde de sonuç da verecekti, hatta bir biçimde verdiği de söyleniyordu o günlerde. Genelkurmay da ABD ile inceden inceye pazarlıkların yanı sıra somut savaş planları ve hazırlıklar yapıyordu.

Gelgelelim genel planda durumu zora sokan bir uluslararası ve ulusal atmosfer vardı. Dünya çapındaki büyük savaş karşıtı dalganın yarattığı genel etki bunların başında geliyordu. Öte yandan Fransa-Almanya ve Rusya’nın ortak direnişi BM’den bir kararın çıkmasını zora sokuyordu. Oysa Türk devleti kendi savaş suçunu bir nebze olsun hafifletebilmek için böyle bir kararın çıkmasını pek arzuluyordu. Ama bu karar bir türlü çıkmadığı gibi Meksika ve Şili gibi Güvenlik Konseyi geçici üyesi Amerikancı rejimler bile dünyadaki atmosferin ve elbette kendi ülkelerindeki muhalefetin de etkisiyle ABD’ye destek vermiyorlardı. Güvenlik Konseyi’nin bir başka geçiçi üyesi olan Kanada bile, üstelik NAFTA üzerinden ABD’nin en yakın müttefiği, birçok bakımdan Amerikan sermayesiyle içiçe, onunla kader ve çıkar birlcurren;i içinde bir ülke olduğu halde, bu maceracı savaş politikasının nerede duracağı belli değil deyip ABD’ye daha önce vermiş göründüğü desteğini son anda çekmişti.

Dünya çapındaki böyle bir kamuoyu ortamında, artı Türkiye halkının büyük bir bölümünün savaşa karşı olduğu bir zemin üzerinde, artı savaş karşıtı eylemli kitle tepkisinin büyümesinin yarattığı basınç, artı savaşın sonunda işler ters gider de Irak karışırsa ve bu da Güney Kürtler’i için beklenmedik fırsatlara dönüşürse türünden gerici ve şoven kaygıların baskısı, ve nihayet, kırk yıllık dinsel gerici oluşumlardan gelen, bu temelde kaba bir yahudi düşmanlığı iliklerine işlemiş bir kısım AKP’linin ABD’nin hizmetinde müslüman bir ülkeye savaşa girmenin dayandıkları tabanda yaratacağı sorunlardan duydukları kaygı vb. böyle paralel düşen, örtüşen ya da çelişen, ama neticede bir biçimde ABD’nin istediği türden bir kararı meclis kararı olarak çıkartmayı zora sokan bir dizi etken, ikin tezkerenin mecliste “kaza”ya uğramasına yol açtı.

Bu arada ordunun tezkerenin siyasal faturasını AKP’ya ödetme “ince” taktiğinin kazayı kolaylaştırıcı etkisini de unutmamak lazım. Tezkerinin yalnızca bir gün öncesinde MGK toplantısı vardı. AKP, MGK toplantısında, ikinci tezkerenin onayı doğrultusunda karar çıkarmak istedi. Generaller buna yanaşmadılar, meclisin iradesine ipotek koymamak adına sözümona demokratça davrandılar. “Ülke güvenliği”ni yakından ilgilendiren temel bir dış politika sorununda MGK gibi işi güya bu olan bir kurumun da suskun kalması, meclisteki zemini iyice gevşetti, bir grup AKP milletvekili tezkereye oy vermedi ve bilinenler yaşandı, “tezkere kazaya uğradı”...

Bu gelişme düzen ordusunun maskesini de düşürdü; onu zaman yitirmeksizin konum ve tutumunu tüm açıklığı ile ortaya koymak zorunda bıraktı. Tezkere kazasının kısa bir süre sonra, Genelkurmay Başkanı’nın sözde farklı bir amaçla düzenlediği basın toplantısında bir gazeteci, “Ordu tezkerenin reddedilmesi konusunda ne düşünüyor?” türünden çanak bir soru sordu. Güya beklenmedik bir biçimde gelen bir soruydu bu, ama sahne fazlasıyla komikti, önden tezgahlanmış olduğu tabak gibi ortadaydı. Zira Genelkurmay Başkanı, kameraların karşısında, elinde önden hazırlanmış ve özenle kaleme alınmış bir metni akıcı bir biçimde okuyarak soruya yanıt veriyordu. İkinci tezkereyi tam olarak desteklediklerini, bu konuda hükümetle aynı düşüncede olduklarını, tezkerenin kazaya uğramasının milli çıkarlarımıza aykırı olduğunu söyledi. B&oul;ylece ordunun resmi görüşünü tüm açıklığı ile ortaya koydu ve kaçak güreşme, faturayı AKP’nin sırtına yükleme hesapları son buldu. Böyle bir açıklama yapma ihtiyacı bir yandan Amerikancı efendileri yatıştırmak kaygısının ürünüydüyse, öte yandan kazayı bir an önce telafi edecek bir yeni ortamın ve dolayısıyla kararın oluşmasını kolaylaştırmak niyetinin bir ifadesiydi.

Sonuç olarak, Amerikancı generallerin pek ince taktikleri kazayla birlikte çok kaba bir sonuç ortaya çıkarmıştı. Genelkurmay’ın mizansen basın toplantısı, beklenmeyen ve istenmeyen bir durumun bir an önce telafi edilmesine yönelikti.

Kaldı ki ordunun ABD hizmetinde savaş yanlısı tutumu, tezkere öncesinde de bir biçimde dışa vurmuştu. Ordu içerisindeki bir kanat, tümüyle Kürt sorununa dayalı gerici kaygılarla, ABD’ye biraz daha mesafeli yaklaşıyordu. Kemalist geçinen, sözümona ulusal egemenlik konusunda hassas olan bu kesimin bazı temsilcileri önden basına, “ordu tezkereye karşı” gibi bir haber sızdırdılar. Genelkurmay Başkanlığı yaptığı açıklamayla bu haberi kesin bir dille yalanladı ve bu yalanlama, savaş yanlısı tutumun dışavurulması işlevi de görüyordu. Nitekim kazanın ardından yapılan net açıklamalar bu konuda hiçbir tereddüt ve tartışma da bırakmadı.

Bu, temel önemde bir gerçeği de açığa çıkardı. Türkiye’de egemen sınıfın en güçlü kesimleri, yani işbirlikçi sermayenin TÜSİAD’da temsil edilen güçlü ve organize kesimleri ile düzen ordusu, Amerika’nın Türkiye’deki en kuvvetli mevzileridir ve bunu her dönemin hükümetleri tamamlıyor doğal olarak.

Bu, kesimler arasında zaman zaman belli konularda bazı görüş ayrılıklarının ortaya çıkması gerçeğini ortadan kaldırmıyor kuşkusuz. Nitekim Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, kısmen AB’ye katılımın gerekleri doğrultusunda atılacak adımlar sorunu üzerinden bunun örnekleriyle karşılaşıyoruz da. Örneğin, işbirlikçi burjuvazinin özellikle ABD’ye en yakın kesimleri, somut olarak TÜSİAD, Kürt sorununda biraz daha esnek davranılmasından yana ve bu çerçevede Amerikancı çözümlere sempatiyle yaklaşıyor, destek veriyor. Bunu kendi uzun vadeli çıkarları bakımından da daha akla uygun buluyor. Ama ordu bu konuda devlet geleneğinin, o inkara, asimilasyona ve başkaldırı durumunda ise imhaya dayalı çizgisinin temsilcisi olarak alabildiğine katı. Bu gerçekte ordudaki tüm kanatların ortak tutumu. Ama son gelişmeler karşısında bu tutumun somut gerekleri konusunda bir farklaşmanın oluştuğunu da gördük. Ordunun Genelkurmay Başkanı tarafından temsil edilen kanadı Kürt sorununa ilişkin aşırı gerici tutumu çerçevesinde ABD’nin hizmetinde savaşa girmenin daha doğru olacağını düşünürken, öteki bir kesim ABD’nin Kürt politikası ve planlarına duyduğu güvensizlikle savaşa katılmaya karşı bir eğilim sergiledi. ABD’den yeterli güvenceler alınabilse gerçekte bu kesimiccedil;in de sorun kalmayacaktı.

Bütün bunlar gösteriyor ki, ikinci tezkerenin uğradığı akîbet gerçekten bir “kaza” idi, yoksa işbirlikçi burjuvazi ile ordu ve hükümetin bir tercihi değil. Nitekim savaş Türkiye’siz başlasa bile, Türkiye gene de ABD için temel önemde bir cephe gerisi işlevi gördü. Örneğin, füzeler Akdeniz’den ateşleniyor ve Türk hava sahasından geçerek Irak’a ulaşıyordu. Sözümona Türkiye’yi korumak üzere gönderilen Awacslar, gerçekte emperyalist savaşın yönetilmesinde önemli roller üstlendiler. “İnsani yardım” adı altında Amerikan ordusuna düzenli ikmal yapıldı. Bu oyun bazı gazetelere manşet bile oldu, “askeri jipten insani yardım” diye alay edildi. Bir sürü başka gizli işler çevrildi.

Kürt sorununa endekslenmiş işbirlikçi politikalar

Türkiye bölgedeki Amerikancı rejimlerden biri yalnızca, oysa ABD bir dünya gücü, üstelik halen tek süper güç. Yeri geliyor, kendi işbirlikçilerine de kazık atabiliyor. Kendi çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapıyor.

ABD’nin savaş cephesini güneyden açmak zorunda kalması ve Kuzey’de ise Irak Kürtleri’nden en iyi bir biçimde yararlanmasının Türk devleti için günden güne sıkıntısı ağırlaşan bazı tatsız gelişmelere neden oldu. Güney Kürtler’i emperyalist saldırganlara Güney Kürdistan’ın kapılarını cömertçe ardına kadar açtılar. Karşılığında ise kendi bölgelerinde bir dizi mevzi ve avantaj elde ettiler. ‘91’den beri ve ABD’nin yakın desteği ve koruması altında bir devletsel oluşumları zaten vardı. Bu şimdi daha güçlü bir konuma ve elverişli koşullara kavuştu. Dahası ABD Kürtler’in Kerkük’ün yönetimini fiilen üstlenmelerini de kolaylaştırdı.

Bütün bu gelişmeler Türk devleti için ciddi bir sorun haline geldi. ABD ile tezkere üzerinden bozulan ilişkileri bir an önce onarmaya yönelik çabaların gerisinde aynı zamanda buradan gelen gerici siyasal kaygılar, yani Kürt düşmanlığı var. ABD zayıflığın farkında ve kendi elindeki Kürt kozunun bilincinde olduğu için Türk devletine yönelik bir burun sürtme ve terbiye etme operasyonuna girişti. Wolfowitz yankı uyandıran demecinde; ince hesaplarla işin çıkmaza girmesini kolaylaştıran orduya yükleniyor, hata yaptınız, bunu tamir etmelisiniz diyor, İran ve Suriye ile ilişkileri de bunun için bir sınav alanı olarak gösteriyordu. Bu, tersinden de, özellikle “islamcı” AKP hükümeti payına, İsrail ile ilişkiler alanında bir sınav anlamına geliyordu.

Bu demeç ve onu tamamlayan öteki yüklenmeler üzerine Türkiye’yi yönetenler, son yirmi yılda ABD istedikçe defalarca yaptıkları gibi, bir kez daha İran’a karış hasmane tutumlar sergilemeye başladılar. İslam Konferansı’nda Dışişleri Bakanı’nın aldığı tutum bunun bir örneği oldu. Abdullah Gül tümüyle Amerikancı çizgide yaptığı konuşmasında, ABD’nin hoşnutsuz olduğu rejimlere saldırdı, ya kendiniz düzeleceksiniz ya düzeltileceksiniz demeye getirdi. Geçenlerde de İsrail Cumhurbaşkanı en üst düzeyde ağırlandı. Yani ABD’nin beklediği jestler peş peşe yapıldı. O arada ikinci tezkereyle reddedilenlerin bir kısmı bizzat bir hükümet kararnamesiyle yasallaştırıldı. Türkiye’nin bütün üs ve tesisleri, havaalanları Birleşmiş Milletler kararı (Amerika’yı işgal gücü olarak meşrulaştıran karar) çerçevende prensip olarak ABD’ye açıldı. Ama efendi efendiliğine alışmış; uşağından beklemediği bir muameleyi gördüğü zaman, burnunu sürterek, terbiye ederek hizaya getirmek istiyordu. Bu adımlara rağmen gerçekleşen başa çuval geçirme olayı bunun ifadesi sayılmalıdır.

Buna karşın Türk devletinin de bazı avantajları var. Giderek büyüyen Irak direnişinin sağladığı manevra alanı bunların başında geliyor. Irak direnişine de bağlı olarak, bu haksız savaşın dünya ölçüsünde teşhir olması ve savaşı yürüten ülkelerin kamuoyularında büyük çatlakların doğması, bir başka avantaj ve manevra alanı.

Öte yandan ABD Irak’taki hesaplarının bir kısmını Kürtler üzerine yapıyor, oysa terbiye edip Irak batağına çekmek istediği Türk devletinin Kürtlerle meselesi var. ABD emperyalizminin en büyük açmazlarından biri de bu; bağdaştıramayacağı çıkarlar var dünyada ve bölgede. İsrail’e dayanıyor en ileri düzeyde, ama bu onu, kendi kitlelerinin ve kamuoylarının basıncı altındaki işbirlikçi Amerikancı Arap rejimleriyle belli bakımlardan karşı karşıya getiriyor. Kürtler’e dayanmaya kalkıyor, bu onu kendi elli yıllık işbirlikçileriyle, Türkiye’yi yönetenlerle karşı karşıya getirir. Dönüp Türk devletine dayanmaya kalkıyor, bu kez Irak’ta kendisine en sadık güç konumundaki Kürt işbirlikçileriyle karşı karşıya kalıyor vb. Kapitalist dünya bu; böyle birbiriyle çelişen dengeler, çıkarlar, tercihler, politikalar olksızın olmuyor kapitalist sistemde. Ve bunları bağdaştırmanın bir uygun reçetesi, kolay çözümü da yok. Zira el atılan işlerin temelde haksız davalar olması bir yana, bu türden çıkar çelişmeleri kapitalist dünyanın doğasında var, istisnayı değil kuralı oluşturuyor.

Bu nedenledir ki sayısız çıkar, eğilim ve tercih çelişiyor birbiriyle. Kürtler’i Türk devletine karşı kullanıyor, Türk devletini de Kürtler’e karşı, ama bu oyun bir türlü istenilen sonucu da vermiyor. Açmaz da burada zaten. Türk devletini Güney Kürtleri’ne karşı kullanıp onların tam desteğini alıyor, ama bu destek işgalci güçler için taşıdığı tüm öneme rağmen onların Irak’a egemen olmasına yetmiyor. Kürtler’in özgürlüğü ve kendi ülkelerine egemen olmaları ya da Irak’a demokrasi ABD’nin zerre kadar umrunda değil, o kendi çıkarları, Ortadoğu’ya yönelik genel hesapları peşinde. Olaylar da bunu tüm açıklığı ile kanıtlamıyor mu? Bir vahşet sergileniyor Irak’ta, demokrasi ne kelime, demokrasi onların umurlarında değil.

Demokrasi hiçbir yerde emperyalist müdahaleyle gelmemiştir, köleleştirmeyi ve egemen olmayı amaçlayan emperyalist savaş ve işgal hiçbir ulus ya da halka özgürlük getirmemiştir. Emperyalizm için yalnızca kendi çıkarları ve buna dayalı hedefleri vardır. Savaş ve müdahale nedeni olarak gösterilen sorunlar bunlar için yalnızca bahane ve kılıf işlevi görür. Emperyalizm için değişmez hedef, dolayısıyla temel hareket noktası, her zaman kendi çıkar ve arzularıdır. Çeşitli sorunları istismar ederek bir yerlere egemen olabilmek, ülkelere ve halklara kendi emperyalist köleliğini dayatıp kabul ettirmektir onun için aslolan.

Çıkarlarının gerektirdiği yer ve durumlardaysa daha dün dayandığı güçleri her an ortada bırakıp satabilir pekala. Bizzat ABD’nin Kürtlerle ilişkilerinin yakın tarihi bunun en trajik ve en öğretici örneklerini sunmuyor mu bize? Önden her yolla kışkırtılan Irak Kürtleri’ne 1975 yılında Cezayir Antlaşması’yla bu oyun oynandı. Baba Barzani biraz da bu “ihanet”in kahrından öldü. Irak Kürtleri’ne aynı oyun ‘91 yılında oynandı, Kürtler ayaklandırıldı ve sonra da Baas rejiminin katliamları ile yüzyüze bırakıldı. Yarın çıkarları gerektirdiği bir durumda Kürtler’i yine ortada bırakabilir.

ABD’nin Türk burjuvazisi ve devletiyle ilişkileri ise çok eski, köklü, organik ilişkilerdir ve temel önemde çıkarlara dayalıdır. Amerika için Ortadoğu, Kafkasya ve iç Asya çok önemli bir bölge. Bu bölgede çeşitli bağlantı ve imkanlarıyla Türk burjuvazisi ve devletini, bunun bir parçası olarak milyonluk modern donanımlı Türk ordusunu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak varken, neden bölgede yalnız ve sınırlı olanaklara sahip 5 milyonluk Güney Kürtleri’yle elini kolunu bağlasın ki? Gerekli olur bu güce dayanır elbet, şu anda olduğu gibi. Ama temel önemde çıkarları Türk devletine ve ordusuna dayanmayı gerektirdiği bir durum ortaya çıkarsa, karşılığında Kürtler’i niye feda etmesin ki? Türk ordusu Kürtler’in kazandığı mevzileri sineye çekerek, Güney Kürdistan?dai devletsel oluşuma ilişkin kaygı ve niyetlerini bir yana bırakarak gidip Irak’ta ABD için savaşmaz herhalde, bu kolay olacak şey değil. Bugün ABD ile Türk devleti arasındaki sorunlar neredeyse tümüyle Kürt sorunundan, Güney Kürdistan’danki gelişmelerden kaynaklandığına göre başka türlü düşünmenin olanağı yoktur. ABD en fazla her iki işbirlikçi gücün çıkar ve kaygılarını bağdştırmnın orta bir yolunu bulmaya çalışır, ama Türkiye’nin bağrında koca bir Kürt sorunu tüm görkemiyle duruyorken bunun kolay olmadığını da biliyoruz.

Yıllar önce Bağımsızlık ve Devrim konulu konferansta, Türk devletinin dış politika alanında ABD’ye karşı biraz mesafeli davrandığı ve kendi inisiyatifini devreye soktuğu iki temel dış politika sorunundan sözetmiştim. Bunlar Kıbrıs sorunu ile Kürt sorunu, bu sonuncunun uzantısı olarak Güney Kürdistan sorunu idi. Buradaki aykırılığın mantığı, yarattığı sorunlar ve aynı zamanda bu aykırılığın sınırları konuya ilişkin kitapta var. Söz konusu meselelere ABD kendi global emperyalist çıkarları üzerinden bakarken, Türk devleti ise Türk burjuvazinin temel önemde yerel çıkarları üzerinden bakıyor. Kürdistan kendisinin içselleştirdiği bir sömürge, bunu bugünden sonra kaybetmek ister mi? Böyle olunca, ABD’nin Kürt sorunu üzerinden izlediği politikaları, Ortadoğu’da kendine önemli bir üs görevi görecek biKürt siyasal oluşumunu, Güney Kürdistan’daki devletsel oluşumu derin kaygılarla karşılıyabiliyor. Amerika ise bölgesel çıkarları ve ihtiyaçları üzerinden bakıyor ve yeri geldiğinde Türk devletinin çıkarlarına aykırı adımlara eğilim gösterebiliyor. Bu noktada Türk devleti Amerika’yla çelişebiliyor, temel politikalardaki tabiyet bu türden özel sorunlarda kısmi bir ayrılık ve aykırılık olarak kendini göseebiliyor.

Andığım sorunların ikisi de Türk devleti için hassas sorunlar. Kıbrıs’ı sonuçta bir biçimde halledebilirler, AB’ye girişin bedeli, şu bu deyip bir çözüm bulabilirler. Ama Kürt sorununu halletmenin öyle kolay bir yolu yok. Bunun için Cumhuriyet’in başlangıcından beri her alanda oluşturulmuş ve oturtulmuş tüm düşünce, ilişki ve kurumların baştan aşağı değişmesi, değiştirilmesi gerekiyor ki, bunu da ancak kurulu düzeni tepetaklak edecek bir devrim yapabilir.

Bugün Türk devleti Kürt sorununda o inkarcı çizgisini sürdürüyor, bu nedenle güneyde bir Kürdistan oluşumu istemiyor, bunu savaş nedeni sayıyor. Amerika’ya karşı savaşacak gücü yok elbette. Nitekim bir süre önce yeniden tanımladığı “kırmızı çizgiler” tam da ABD’nin tutum ve dayatmaları sonucunda birkaç ay içinde yerle bir oldu.

Yine de yinelemek gerekir ki, Amerika’nın da açmazları var, Türk devletinin manevra şansı da bu. Amerika Irak’ta batakta. Türk devleti o batağın, tıpkı Fransa, Almanya ve Rusya gibi, hiç değilse ABD’yi kendisine yeniden başvurmaya yöneltecek ölçüde derinleşmesini dört gözle bekliyor. Zira biliyor ki, bu durum kendisine Kürt meselesi üzerinden ABD’yle pazarlık yapmak imkanı verecek.

ABD’nin Kürt kozu

ABD Irak’ta toplumu dizginleme kapasitesine sahip işbirlikçi bir rejim kuramıyor halen, ki en önemli sorunlardan birini de bu oluşturuyor. Bunu başarabilseydi, çıplak işgalci görünümünden bir parça sıyrılarak perdenin arkasına çekilebilseydi, işgal birliklerini kademe kademe geri çekip Irak ordusunun kalıntılarını bu yeni işbirlikçi rejimini emrine verebilseydi, işler biraz daha kolay olurdu. Kuzeyinde Kürtler’e dayandığı halde, bu alanda sorunla karşılaşmak bir yana tam destek aldığı halde, ABD’nin Irak’ta işi çok zor, bu artık anlaşılmış bulunuyor.

Güney Kürdistan’da bir problemle karşılaşmamak elbette önemli bir avantaj, ama ABD Irak’ın tümüne egemen olmak istiyor ve Kürtler’in burada yapabileceği fazla bir şey yok. ABD salt Kürtler’e dayanarak Irak’a egemen olamaz, Ortadoğu’ya ise istediği yeni biçimi veremez. Ecevit’in başa çuval geçirme olayı sonrasında “Amerika Ortadoğu’yu Türkiye’ye rağmen yönetemez” türünden bir söz söyledi, bir işbirlikçinin Türkiye’nin Ortadoğu’da ABD için taşıdığı önemi dile getiren bu uyarısı önemli ölçüde bir gerçeğin ifadesidir kuşkusuz. Doğru, ABD Türkiye gibi nispeten güçlü ve aynı ölçüde sadık olan, bunu tarihsel olarak da kanıtlamış bulunan bir işbirlikçi jandarma olmadan Ortadoğu’ya hükmetmekte şarılı olamaz.

Bölgede ABD için kritik anlarda son koz olarak devreye sokulabilecek İsrail gibi bir önemli vurucu güç var. Ama işler çığrından çıkmadan ABD İsrail’le fazla bir şey yapamaz; zira bu, işbirlikçi rejimlerin bir kısmı da dahil Arap dünyasını karşısına almak anlamına gelir. İsrail büyük bir güçtür ama, ABD’nin Ortadoğu’ya bugünkü müdahalesi koşullarında da pek bir işe yaramayan, önemli ölçüde pasif kalmak zorunda olan/bırakılan bir güç. Zira Ortadoğu’nun hassas ilişkileri ve dengeleri bunu gerektirmektedir. Oysa 50 yılın sadık işbirlikçisi olarak Türk devleti, bölgesel konumu ve bu gibi durumlarda pek öne çıkardığı islami kimliği ile, ABD için elverişli ve işlevsel bir güçtür.

Ama ünlü 1 Mart tezkeresinin uğradığı beklenmedik kaza bir sorun haline geldi. ABD şimdilerde Türkiye’nin burnunu sürterek onu Ortadoğu’daki yeni ihtiyaçları çerçevesinde kullanmak istiyor. Benim irademin altına girmezsen, senin başına çuval geçiririm, Kerkük’ü Kürtler’e veririm, gide gide fiili bir Kürt devleti oluşumundan daha ötelere geçerim, KADEK’e dokunmam, ayağını denk al, demeye getiriyor. Üst düzey Amerikan yöneticileri tarafından çeşitli açıklamalar, “Kuzey Irak’a ilişkin kırmızı çizgiler”in bir bir çiğnenmesi ve nihayet başa çuval geçirme olayı, tüm bunlar birarada Türkiye’ye çekilmiş bir terbiye operasyonunun halkalarıdır.

ABD Türkiye’ye muhtaç bugünkü Irak batağında, ama Türk devleti de o batağa ancak bir şartla, Kürt oluşumuna yönelik kaygıları ABD tarafından gözetilirse girebilir. ABD, benim emrime girmezsen Kürt devleti kapıda, Kürtler’e geniş bir inisiyatif vereceğim diyor ve somut olarak da veriyor. Türk devleti ise, evet ben bugün Irak’ta, yarın İran’da sana tam destek veririm; ama güneydeki Kürt oluşumuna hiç değilse bugünkü şekliyle destek vermekten vazgeçersen ve benim bu bölgeye ilişkin çıkar ve beklentilerimi hesaba katarsan eğer, diyor...

Kürt burjuva ve küçük-burjuva milliyetçileri zannediyorlar ki, ABD artık arkamızda, herkesi gözden çıkararak bizi destekleyecek. Bugünkü durum böyle düşünmeyi bir ölçüde kolaylaştırıyor da. Ama korkarım ki bu hayaller zaman içinde büyük bir hayal kırıklığına dönüşsün. Sözümona sosyalist geçinen bazı liberal Kürt milliyetçilerinin iddia ettiği gibi, Güney Kürtler’i sahnede “eşit bir güç” değil, fakat büyük ölçüde ABD desteği ve koruması ile bugünkü konuma ulaşan, tam da bu nedenle hem ona hayati ölçüde muhtaç bulunan ve hem de onun elinde büyük ölçüde bir koz işlevi de gören bir hassas konuma sahiptirler. Bu, durumun ve çıkarlarının gerektirdiği koşullarda ABD tarafından bir kez daha ortada bırakılmapotansiyel riski demektir.

ABD bunu durduk yerde yapmaz, kendisine bu denli bağladığı, sadakatini somut olarak gördüğü bir gücü durduk yerde ortada bırakmaz. Ama olayların seyri bunu gerektirdiği bir durumda ne olacak? ABD batağa battığında ve bu bataktan bir ölçüde kurtulmak için Türkiye gibi askeri açıdan nispeten güçlü işbirlikçi devletleri devreye sokmak kendisi için geri durulamaz bir ihtiyaç haline geldiğinde ne olacak? Böyle bir durumda ABD’nin Kürtler’e ihanetinin önünde bir engel var mı? Irak’ta olayların bugünkü seyri, bunun sunduğu ilk veriler, ABD’ye bağlanan umutların, kendini ona endekslemenin nasıl bir felakete neden olabileceği üzerine bir fikir vermiyor mudur acaba? Bazı şeyleri hep de bir kez daha yaşayarak mı görmek gerekir? Dışişleri Bakanı Başmüsteşarı Uğur Ziyal bir süre &ml;nce (yaz ortası) ABD’ye gittiğinde, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndan, bizim Kürtler’e herhangi bir angajmanımız yok, savaş döneminde bir işbirliği yaptık o kadar, türünden açıklamalar yapıldı. Kuşkusuz bu, Türkiye’ye verilmiş bir tavizden çok onu rahatlatan bir açıklamadan ibaret henüz. Ama Güney Kürtleri’nin, tam da Türkiye’yle ilişkilerde, ABD için aynı zamanda pazarlık masasınasuuml;rülen bir koz, bir şantaj etkeni olduğuna da bir kuşku var mı?

Olaylar bir türlü gider, ABD Güney Kürtleri’ne daha sıkı sarılmak zorunda kalabilir. Mesela Irak’ın geriye kalanından çekilmek zorunda kalarak, ama sonuçta onu bölerek kuzeye yerleşebilir ve bu da ABD’nin tam koruması altında bir Kürt devletinin kurulması anlamına gelir. Ama olaylar pekala başka türlü gider; ABD Türkiye gibi hizmete hazır işbirlikçi bir bölge ülkesini Irak batağında kendine jandarma olarak kullanmaya kalkar, bunun faturası da en başta Kürtler’e ödetilir.

(Devam edecek...)