1 Kasım'03
Sayı: 2003 (06)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalizme kölece bağımlılık, ...
  Irak halkının direnişi emperyalist işgalcileri sarsıyor!
  "Emperyalizm kağıttan kaplandır!"
  NATO Genel Sekreteri Robertson'un Türkiye ziyareti...
  Irak batağında debelenen ABD
  İki farklı Ramazan, iki farklı Türkiye!
  80 yıllık kontrgerilla cumhuriyeti
  25 Ekim "Cumhuriyeti kollama" yürüyüşü...
  Bireysel emeklilik sistemi...
  5 Kasım'da sağlık emekçileri iş bırakıyor...
  Gençlik gruplarından ortak açıklama ve çağrı...
  "Gençliğin sözü söz!" kampanyası hızlanarak sürüyor
  Dünya, Türkiye ve sol hareket/3
  Dünya, Türkiye ve sol hareket/Ek bölüm
  Tekelleşen medyanın büyüyen savaşı
  2004 bütçesi ve sendika konfederasyonlarının tepkisizliği...
  Almanya emperyalist askeri müdahalelere hazır!
  Uzlaşmacı ve sınıf işbirlikçi ihanetçi çizgi aşılmalıdır!
  Cumhuriyetin 80. kuruluş yıldönümü...
  Harcanan emek hiçbir zaman boşa gitmez!
  Modern toplumun köle pazarı
  Aaa! Demek bu bir işgalmiş!
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
80 yılda ulaşılan “çağdaş”lık hedefi:

Emperyalizme kölece bağımlılık,
batakta bir borç ekonomisi ve
kokuşmuş bir kontrgerilla cumhuriyeti!..

Cumhuriyet’in 80. yılının şaşaalı törenlerle kutlandığı, hatta, bu kutlama vesilesiyle türban üzerinden bir kriz yaratılarak “ilkelere bağlılık” şovlarının düzenlendiği bir evrede, bu 80 yılda katedilen mesafeye ve gelinen noktadaki tabloya bir göz atmakta yarar var. Zira tören nutuklarında bugüne ait pek fazla şey bulmak mümkün değil. Ne de olsa törenlerde övmek ve övünmek gerekiyor ve bugünkü tabloda övünebilecek pek bir şey bulamayanlar kuruluş yıllarından medet umuyor. 80 yılın ardından hala Onuncu Yıl Marşı ile avunmaya (esasta avutmaya) devam ediyorlar.

Kuruluşun aslında nasıl gerçekleştiği ve kurucuların emperyalizme ne kadar karşı olduğu ayrı bir konu olmakla birlikte, değil mi ki, “emperyalizme karşı kurtuluş savaşı verilmesi” ile övünülmektedir, o halde emperyalizm ile ilişkilerin 80 yılın sonundaki durumuna bakmamalı öncelikle: Ortadaki tablo net bir biçimde rezilce bir uşaklığın resmini sergilemektedir. Özellikle son 1 yılda Irak meselesi üzerinden yaşananlar, Cumhuriyet’in bugünkü “sahipleri”nin törenlerde anti-emperyalizm ve bağımsızlık üzerine söyleyebileceği tek sözcük bulunmadığını kanıtlamış oldu.

Dünyadaki kurtuluş savaşlarına önderlik etmiş olmakla övünenler, bir emperyalist saldırı ve işgal hareketine maşalık yapabilmek için, eşi-menendi görülmemiş hakaretleri sineye çekmekle yetinmediler, hemen ardından işgal kuvvetlerinin jandarmalığını üstlenerek, emperyalist işgalden kurtuluş için direnen Irak halkının katlliamdan geçirilmesi ve Irak’ın yağmalanması suçlarına ortaklık etmeye talip oldular. Eğer bugün Türk ordusu, bir “kurtuluş savaşı”nı kanla bastırmak üzere Irak’ta değilse, bunun tek nedeni emperyalistlerin açmazlardan gelen isteksizliğidir. Yoksa, gel dedikleri anda koşarak gitmek için meclisten karar çıkartılmış, hazırlıklar tamamlanmış durumdadır ve ABD emrine amade beklenmektedir.

Emperyalizme kölelik, kuşkusuz, salt siyasal-askeri alanla sınırlı değil, olamaz. Bu alanlarda bu derece düşkünleşmenin zemininde ekonomik bağımlılık gerçekliği yatmaktadır. 2004 bütçesinin, esasta bir faiz ve borç ödemeler bütçesi olduğunu, sistemin kendisi, kendi ekonomi yazar ve yorumcuları söylemektedir. Bunun ötesinde, emperyalizme bağımlılığın düzeyini göstermeye, yalnızca, bütçenin İMF tarafından hazırlanıyor olması dahi yeterlidir.

Türk devletinin emperyalizmle ilişkilerinin bu düzeyi, komünistler tarafından, “ekonomisini İMF’ye, politikasını Beyaz Saray’a, savunmasını Pentagon’a bağlamak” şeklinde tabir ve tespit edilmiştir. Tek başına bu tabir, sayfalar dolusu anlatımı, itham ve suçlamayı karşılamaktadır.

Bu düzeyde kölelik, elbette, birkaç günün hatta yılın eseri olamaz. Bu noktaya uzun onyılları bulan bir çabayla, adım adım gelinmiştir. Ancak, onyıllara yayılmasının altında yatan neden iktidar sahiplerinin gönülsüzlüğü değil, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin direncidir. Bu ülkenin egemenleri bu direnç ve bilinci kırabilmek için onar yıl arayla iki askeri faşist darbeye başvurmak zorunda kalmış, askeri dikta rejimini neredeyse sürekli hale getirmişlerdir. Ancak askeri darbelerin de yeterli görülmediği, devletin, halka karşı kirli savaş yürütmek üzere illegal örgütlenmelere gittiği, bunların eseri “bin operasyon”lar düzenlediği artık biliniyor. Bu tür bir örgütlenmenin ve işlediği suçların CİA’nin kontrol ve yönetiminde gerçekleştiği de. NATO ülkeleri başta olmak üzere,merikan emperyalizminin dümen suyundaki tüm ülkelerde kurulduğu bizzat Amerika tarafından itiraf edilmiş bulunan kontrgerilla, deşifre olduğu her ülkede hiç değilse resmi açıklamalara göre dağıtıldı. Sadece Türkiye’de suçlar ve suçlular sahiplenilmek suretiyle örgüt korundu. Şimdilerde ise bir hükümet genelgesi ile “yasal” bir kılıfa büründürülmeye çalışılmakta

Emperyalist haydutlarla kurulmuş tüm bu ilişkiler, darbeler, gizli örgütlenmeler ve işlenen suçların bir amacı vardı elbette. Türkiye’deki egemen sınıfın yağmayı dış güçlerle paylaşmayı gönüllü olarak kabullenmesi de bu amaca ulaşmada onların yardım ve desteğine ihtiyaç duymasından kaynaklanıyordu. İşbirlikçi burjuvazinin emperyalistlerle bu düzeyde bir kader birliğini koşullayan, gelişme ihtiyaçları ve sefil çıkarlar kadar işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin düzen karşıtı mücadelesiydi de. Emperyalist efendiler ve yerli işbirlikçileri, tek bir amaç uğruna ortak bir savaş yürütüyorlardı; Türkiye’nin devrim toprağını kurutmaktı bu ortak amaç

Devrim toprağını kurutmak, tek başına, askeri, polisiye ve kontra faaliyetlerle başarılamıyordu. İşçi sınıfı ve emekçi kitleleri iktisaden çökertmek, sosyal açıdan çözmek ve çürütmek, örgütlülüklerini parçalamak/düşürmek için de tedbirler alındı, uygulandı. Taşeron sistemiyle işletmeler, dolayısıyla işçiler parçalandı, özelleştirmelerle işsizleştirildiler. Sendika yönetimleri satın alınarak işçi örgütleri tümden işlevsizleştirildi. Toplumun geri kalanı için Türk-İslam sentezi adı altında dinci ve şoven kampanya açıldı. Kur’an kursları, İmam Hatip Liseleri, tarikat tekkeleri vasıtasıyla kitlelere gerici fikirler empoze edildi.

İşçi sınıfı ve emekçi kitlelere yönelik bu saldırılar, egemen sınıfın kendisini de etkilemekten geri duramazdı. Aynı tedbirler, burjuva sınıfın da çürüme ve çözülmesini hızlandırdı. İşçi sorunlarıyla uğraşmadan kazanma, hatta çok daha fazla kazanma yolları, egemen sınıf içinde daha çok tercih edilir hale geldi. Sonuçta üretici kesim küçülürken rantiye kesimi hızla büyüdü. Sadece, özelleştirme ve diğer yollarla devlet birikimlerinin yağmalanması değil, kendi bankasını soymak gibi yeni hırsızlık yöntemleri bulunarak hazır yiyiciliğe hırsızlık, soygunculuk eklendi. Kürt direnişine karşı olağanüstü boyutlarda büyütülmüş olan kontrgerillanın, bu direnişin ezilmesi sonucunda “işsiz” kalan pek çok üyesi, kirli savaş içinde geliştirdiği “yetenek”lerini parasaişlerde kullanmaya başladığında ise, zaten bu kap-kaç ekonomisinde önemli bir yer tutmakta olan mafyacılık, neredeyse ekonominin asli unsuru haline gelmeye başladı. Kara paranın girmediği, dolaşmadığı alan kalmadı. İhalelerden özelleştirmelere kadar hemen her vurgun kapısı eski kontracılar tarafından tutuldu.

Bu yeni vurgun ve soygun yöntemlerine, sadece, burjuvazinin kaymak tabakasının çıkarlarına dokunduğu oranda ve düzeyde müdahale edildi. Dolayısıyla bu son derece sınırlı bir müdahale oldu. Yapı ve ilişkiler, yöntemler esasta korunmaya devam edildi, ediliyor. Zaten kişiler değilse bile yöntemler tümüyle özümsenmiş, Türkiye kapitalizmi esasta bir vurgunculuk, soygunculuk, sahtecilik, kontracılık sistemine dönüşmüştür. Çürümenin doğal sonucu olması gereken çöküşü ancak bu yolla “öteleyebilmek”te, varlığını bu sayede devam ettirebilmektedir.

Cumhuriyet rejiminin, 80 yılın sonunda, nihayet, kurucularının gösterdiği hedefe, “muasır medeniyetler” seviyesine ulaştığı, hatta belirli açılardan onu bile geçtiği söylenebilir. Ebedi şefin muasır medeniyet dediği ile İstiklal Marşı yazarının “tek dişi kalmış canavar” tabir ettiği aynı kapitalist-emperyalist sistem olduğuna göre ve Türkiye Cumhuriyeti bu dünya sistemiyle bütünleşmede (onun kulu kölesi olmak yoluyla da olsa) hiçbir mesafe bırakmadığına göre, hedefe ulaşmış kabul edilmelidir. Üstelik bütünleşme geriden gidenlerle değil, sistemin dünya liderliğini yürütenle gerçekleştiğine göre, pek çok ülkeye kıyasla ve pek çok konuda öne bile geçmiş durumdadır. Örneğin, Türkiye’nin 3-5 yıl önce yasalaştırdığı mezarda emekliliği gündemine ni alan kimi Avrupa “medeniyetleri” bugünlerde büyük işçi gösterileriyle, genel grev ve grevlerle çalkalanmaktadır. Ve bu örnek, işçi ve emekçilerle ile ilgili hemen her konuda geçerlidir.

Çağdaşlık kavramını çağını çoktan doldurmuş bir sisteme bağlayan, yeni çağın tek ve en ileri atılımı olarak öne çıkan ve çağa damgasını vuran sosyalist Sovyet sistemine ise arkasını dönen, giderek ona karşı emperyalizmle işbirliği geliştiren Türkiye Cumhuriyeti, bütün bu yönelimleri, özellikleri ve hedefleri nedeniyle, aslında, ölü doğmuş bir cumhuriyet kabul edilmelidir. Çünkü, çürüyen bir sistemden doğmakla kalmamış, onun kucağına oturarak ve onun göğsünden irin emerek büyüme yolunu seçmiştir. 80 yılın sonunda her yanından pislik fışkırması boşuna değildir.

Sistemdeki bu çürüme yıkılmayı işaret etmesi bakımından sistem karşıtlarına “iyi” gelebilir. Ne var ki, yıkılmanın geciktiği her gün, çürümenin hızlanmasını ve çevresine bulaşmasını getirdiği de unutulmamalıdır. Egemen sınıf ve devletteki çürüme ve yozlaşma, tahakküm altında tuttukları toplumun da çürüme ve yozlaşmasına yol açmaktadır. Üstelik öyle kendiliğinden bir süreç olarak da değil, bizzat sistemin özel aygıtlarıyla ve büyük çabalarla yaygınlaştırılmaktadır bu çürüme. Tepkisiz ve edilgen bir toplum yaratabilmek bile onlar açısından büyük bir başarı sayılmalıdır.

80 yıllık cumhuriyet tablosu, bu çürüme ve yozlaşmadan, bu soygun ve sömürü çarkından bir an önce kurtulmak zorunda olduğumuz uyarısından başka bir şey değildir…