20 Ekim 2000, Türkiye devrim tarihine, tarihsel ve siyasal önemde bir sayfa olarak yazılmıştır. Üç devrimci örgütün başta F tipleri kapatılsın talebiyle başlattığı direniş, bugün tüm devrimci tutsakların yolunu aydınlatmaya devam etmektedir.
Özellikle 12 Eylülden beri devlet zindanlarda devrimci tutsaklara Ya teslimiyeti, ya ölümü! dayatmıştır. Bu yüzden Türkiye zindanları kanlı katliamlarla ve şanlı direnişlerle anılır hale gelmiştir. 90ların başından itibaren gündemleştirilen hücre saldırısı, özünde devrimci tutsakları ve devrimci hareketi yoketmeyi hedefliyordu. Hücre sistemi, devrimci tutsakları birbirinden ve dışarıdan tümüyle yalıtarak devrimci kimliğinden soyundurmayı hedefleyen ince bir saldırı idi. Türkiye kapitalizminin yapısal krizinin her geçen gün derinleştiği, ülkenin İMF-TÜSİAD programlarıyla yönetildiği, işçi sınıfına ve emekçilere krizin faturasını ödetmek için kapsamlı saldırıların uygulanmaya başlandığı bir dönemde öncelikle zindanlardaki devrimci tutsakları teslim almak gerekiyordu ve dönemin başbakanı tarafından da bouml;yle ifade ediliyordu.
Zira sermaye devletini her zaman en çok korkutan, yaşam koşulları her geçen gün daha çekilmez hale gelen işçi ve emekçilerin örgütlenmesi ve devrimci önderlik ile buluşmasıdır. Devrimcilere, özelde de devrimci tutsaklara yönelmesinde temel kaygı budur.
Ulucanlar katliamı yeni dönemde zindanlardaki şiddetli çarpışmanın ilk adımı ve gelecekte yaşanacakların habercisi oldu. Adım adım örülen saldırılar, her geçen gün ağırlaşan baskılar, F tipi cezaevlerinin yapımının hızlanması, hücre saldırısının propagandasının sistematik ve yaygın olarak yapılması vb., gün geçtikçe saldırının yaklaştığını haber veriyordu. Devrimci tutsaklar da içeriden hazırlıklarına başladılar.
Komünist tutsaklar, saldırının mahiyetini kavrayarak, zindanlarda direniş geleneğini sürdürme bilinciyle, saldırıyı püskürtme, süreci tersine çevirme kararlılığıyla hareket ettiler. Direnişin devletin gerçekleştireceği kapsamlı saldırıyı öncelemesinin önemine, direniş ateşinin yaratacağı moral ve bilinçle saldırıyı püskürtebilmenin imkan ve güçlerine vurgu yaptılar.
Saldırının püskürtülmesinde içerisi kadar dışarıdaki kitle muhalefeti de önem taşıyordu. Hücre karşıtı mücadele içerisi ve dışarısıyla birarada örülmeliydi. Komünist tutsaklar, dışarıda parça parça yükselen, yer yer inişli çıkışlı bir seyir izleyen hareketliliğin de ancak içeriden güçlü bir direniş ile sıçrama yapabileceğini tespit ettiler.
Burdur saldırısıyla birlikte kısmi olarak ivmelenen hareket, bu saldırıya cepheden yanıt verilemediği için, hücre karşıtı muhalefette geriye düşüşün işaretlerini veriyordu. Süreci tersine çevirecek güçlü bir adımın atılması kaçınılmaz hale gelmişti.
TKİP, DHKP-C, TKP(ML) davası tutsakları, sonradan ÖOna dönüştürülmek üzere 20 Ekim 02 günü Süresiz Açlık Grevine başladılar. Tüm cezaevleri, saldırıyı püskürtme bilinciyle davranan, ölümü tereddütsüzce göğüslemek için yoldaşlarıyla yarışan, siper yoldaşlığının gereklerini yerine getiren devrimci tutsakların direnişine tanıklık etti.
Dışarıda da hareketlilik yükseldi, binlerce insan alanlara çıktı. Şehir merkezleri (Taksim, Kızılay) eylemlerle çınladı. Taşra il ve ilçelerinde de ölüm orucu direnişine destek eylemleri başladı.
Sermaye devleti bu gidiş karşısında aldatıcı bazı manevralar geliştirmeye çalıştı, ancak bunlar devrimci tutsaklar tarafından boşa çıkarıldı. Böylece sermaye devleti bir yıldan beri hazırlanan kanlı planlarını hayata geçirdi. 19 Aralıkta 20 cezaevine birden operasyon gerçekleştirildi. 20 Ekimde başlayan direnişin ruhuyla, 19 Aralıkta tüm cezaevlerinde direniş kitleşelleşti. Katliamın ardından tüm F tiplerine direniş ateşi yayıldı. Bir kez daha devrimci tutsaklar devrimci iradenin teslim alınamayacağını dosta düşmana gösterdiler.
20 Ekim 2000in üzerinden üç yıl geçti. Bu süre zarfında, 19 Aralık katliamıyla birlikte, ÖO direnişinde 100ün üzerinde devrimci tutsak yaşamını yitirdi. Bugün devrimci tutsaklar hala hücredeler. Fakat bu direnişin politik anlamını ve önemini ortadan kaldırmıyor. Bugün hücrelerin hala yıkılamamış olmasından yola çıkarak ÖOnun başarısızlığına dem vuranlar, tasfiyecilik rüzgarları estirenlerdir. Bugün karşı karşıya kaldığımız durum ne olursa olsun, direnişin kendisi başlı başına politik ve moral bir kazanımdır. Cezaevlerinde bir irade savaşı yaşandı. Bu çatışmada devrimci tutsaklar kazandı. Devlete asla boyun eğilmedi.
20 Ekimle başlayan ÖO direnişi, devrimci direnme geleneğinin elden ele taşındığını, devrim davası uğruna ölümün tereddütsüzce göğüslendiğini ve bu toprakların bir devrim toprağı olduğunu bir kez daha göstermiştir.
Hücre saldırısında devrimci irade teslim alınamamıştır. Ancak hücreler yıkılmayı beklemektedir. Sınıf mücadelesi sürdüğü sürece zindanlar çatışması da devam edecektir. Bu saldırıyı püskürtmenin asıl yolu kitlelelerin devrimci mücadelesinin yükseltilmesinden geçmektedir. Direniş görevlerini fazlasıyla yerine getiren, bugün de hücrelerde süren saldırılara boyun eğmeyen devrimci tutsakları sahiplenmek ve dayanışmayı yükseltmek dışarıya düşmektedir. Tecridin kaldırılması ve insanlık dışı uygulamaların son bulması doğrultusundaki taleplerin yükseltilmesi, bu taleplerin işçi ve emekçilere maledilmesi güncel görevi önümüzde durmaktadır.
Son bir haftadır medyada bir hayli yer bulan AKP 1. Olağan Kongresi nihayet gerçekleşti. Iraka asker gönderilmesinin önünü açan tezkerenin bizzat AKPli vekillerin oylarıyla meclisten çıkarılmasının ardından kongrenin gerçekleşmesi ayrıca önemliydi.
Elbette kongrenin önemi hangi listenin kazanacağı, parti başkanının kim olacağı vb. değildi. Kongre salonunda yapılması gereken, sadece kime verileceği belli olan oy zarflarının sandığa atılmasıydı. Şimdiye kadar düzen partilerinin kongrelerinde yaşanan kavgalar, liste savaşları, kulis faaliyetleri, sandalye fırlatmalar vb. yaşanmadı. Kongre yaklaşık 30 bin kişilik bir katılımla gerçekleşti. Katılımcılar da önceden belirlenmişti.
Kongrenin önemi verilecek mesajlarda saklıydı. Mesajların iki ana teması vardı. Birincisi AKPnin RP ve FPnin, dolayısıyla milli görüş çizgisinin devamcısı olmadığı altı çizilerek vurgulanacaktı. Böylece AKPye genç ve merkez partisi olduğu görüntüsü verilerek, daha rahat politika yapabilmesinin yolu açılacaktı. AKPnin islami gericiliğin temsilcisi olmadığının anlatılması önemli bir kaygı olduğu için, Erdoğan konuşmasında AKPnin bütün inançlara eşit mesafede yaklaştığı ve muhafazakar demokrat bir parti olduğu vurgusunu defalarca yineledi. Erdoğanın, merkez karar ve yönetim kurulunu oluştururken, listede eski milli görüşçü kadrolara yer vermemesi de söylemlerini pekiştiren bir pratik oldu.
Kongrede verilmesi gereken önemli mesaj ise Iraka asker gönderme konusunda idi. Bu konudaki mesaj tezkereden sonraki söylemlerden pek farklı olmasa da, asker gönderme konusundaki kararlılık vurgulandı. Eski başbakan yardımcısı ve tezkere muhalifi Ertuğrul Yalçınbayır ve AKPde parti içi demokrasi olmadığını söyleyen Ersönmez Yarbay MKYKya sokulmayarak cezalandırıldılar. Böylece AKP içindeki birkaç çatlak ses de temizlenmiş oldu.
Farklı rakamlar verilmekle birlikte kongrenin maliyetinin 1 trilyonu bulduğu ifade ediliyor. Bu parayı nereden buluyorlar diye sormak gerekmiyor. AKP yeni kurulmuş olmasına karşın 10 ayda tek başına hükümet oldu. Hükümeti devraldıklarından beri hiçbir ciddi muhalefet ya da eleştiri ile karşılaşmadılar. Kısacası düzenin has partisi konumunda. Dolayısıyla 1 trilyonu bulmak sermaye partisi AKP için çok da zor değil. Asıl soru şu: İşçisine, memuruna, üretici köylüsüne kaynak bulamayan bir hükümet bir kongre için 1 trilyon kaynağı nasıl buluyor? Bu işbirlikçi takımı, Türkiye gibi ekonomisi tam batakta olan bir ülkede bir parti kongresinde 1 trilyon harcama rahatlığını nereden buluyor? AKP kongresi gösteriyor ki, toplumsal muhalefet zayıfladıkça sermaye devletinin emekçileri yok sayması daha da kolaylaşıyor.
Sermaye devleti ve AKP hükümeti işçi ve emekçileri birçok konuda yok sayıyor. Kitlelerden destek alamayacakları konularda kendilerine yönelecek tepkiyi dizginleyip kontrol altına almanın hesabını yapıyorlar. AKP kendi tabanı şahsında şimdilik bunu başarmış görünüyor. Örneğin Filistin intifadasına gösterilen sözde yakınlık Irakta direnen halka gösterilmeyebiliyor. Iraka asker göndermenin AKP hükümetinin eliyle gerçekleşiyor olması tabanı duyarsızlaştıran temel bir etken. Bununla birlikte kongrede ortaya çıkan ilginç bir tablo da var. Erdoğan tezkereyi savunan konuşmasını yaparken kongre salonunda derin bir sessizliğin hakim olması, alkışlayan bir kısım insanınsa destek gelmeyince alkışı kesmesi oldukça dikkate değerdir. Bu suskunluk AKP tabanının da çok gönlü rahat olmadığını gösteriyor.
Kongre vesilesiyle birkaç günlüğüne de olsa gündemi farklılaştırabildiler. Fakat temel toplumsal sorunları unutturmaları mümkün değil. Erdoğanın AKPnin millete dayandığını söylemesi bir şey ifade etmiyor. Ezilen milyonların gözünde AKP işbirlikçi bir parti, uşak bir hükümettir. Emekçilerin çocuklarının kanını emperyalistlere pazarlayan AKP meşru değildir. Tayyipin Türkiyeyi özgürlük ve demokrasi ülkesi yapacağız söylemleri ise kendi partisindeki insanlar için bile inandırıcılık taşımıyor. Kongreyi önceleyen meclis grup toplantısında tezkereyi reddeden Van milletvekiline söyledikleri şu sözler ne kadar demokrat olduklarını gösteriyor: Asker göndermenin doğru olup olmadığını sen mi bileceksin? Biz BMye uygun diyorsak uygundur. Sus otur yerine!
Son olarak şunu söyleyelim. 18 Nisanda şovenizm dalgasıyla MHPli faşistleri parlatan sermaye devleti işi bittiğinde MHP ve diğerlerini kullanılmış bir mendil gibi nasıl bir kenara attıysa, yine işi bitince tüm faturayı ona çıkararak AKPyi de bir kenara atacaktır.