18 Ekim'03
Sayı: 2003 (04)


  Kızıl Bayrak'tan
  Irak halkının son mesajı
  İMF programlarına hayır!
  Büyük olmak ile büyüklenmek
  Savaş ve işgal karşıtı eylemlerden...
  Kaynaklar emekçiye değil emperyalist savaşa ayrıldı!
  Kızılay'ın Irak seferi
  Irak'ta işgalci olmanın "yol haritası" çizildi
  Kitlelerin öfke ve tepkisini örgütlemek için daha fazla çaba!
  İmam hatip gerilimi uzlaşmayla sonuçlandı...
  Türkiye işçi sınıfı ve Ortadoğu halklarının zorlu dönemi!
  Bilgi edinme yasası!
  Dünya, Türkiye ve sol hareket/1
  Fanset işçisiyle dayanışmayı yükseltelim!
  TKY saldırısına eğitim emekçileri de ortak ediliyor!
  Emperyalist-siyonist saldırganlık azıyor!
  İslam Konferansı Örgütü Malezya toplantısı...
  Bolivya'da büyük halk hareketi...
  Büyük Zindan Direnişi yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor!
  Savas tezkeresi ve kendini dayatan görevler...
  Tecavüzcü sürüsü!
  Olağanüstü hal başlar mı?
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
20 Ekim 2000...

Büyük Zindan Direnişi yolumuzu
aydınlatmaya devam ediyor!

20 Ekim 2000, Türkiye devrim tarihine, tarihsel ve siyasal önemde bir sayfa olarak yazılmıştır. Üç devrimci örgütün başta “F tipleri kapatılsın” talebiyle başlattığı direniş, bugün tüm devrimci tutsakların yolunu aydınlatmaya devam etmektedir.

Özellikle 12 Eylül’den beri devlet zindanlarda devrimci tutsaklara “Ya teslimiyeti, ya ölümü!” dayatmıştır. Bu yüzden Türkiye zindanları kanlı katliamlarla ve şanlı direnişlerle anılır hale gelmiştir. ‘90’ların başından itibaren gündemleştirilen hücre saldırısı, özünde devrimci tutsakları ve devrimci hareketi yoketmeyi hedefliyordu. Hücre sistemi, devrimci tutsakları birbirinden ve dışarıdan tümüyle yalıtarak devrimci kimliğinden soyundurmayı hedefleyen “ince” bir saldırı idi. Türkiye kapitalizminin yapısal krizinin her geçen gün derinleştiği, ülkenin İMF-TÜSİAD programlarıyla yönetildiği, işçi sınıfına ve emekçilere krizin faturasını ödetmek için kapsamlı saldırıların uygulanmaya başlandığı bir dönemde öncelikle zindanlardaki devrimci tutsakları teslim almak gerekiyordu ve dönemin başbakanı tarafından da bouml;yle ifade ediliyordu.

Zira sermaye devletini her zaman en çok korkutan, yaşam koşulları her geçen gün daha çekilmez hale gelen işçi ve emekçilerin örgütlenmesi ve devrimci önderlik ile buluşmasıdır. Devrimcilere, özelde de devrimci tutsaklara yönelmesinde temel kaygı budur.

Ulucanlar katliamı yeni dönemde zindanlardaki şiddetli çarpışmanın ilk adımı ve gelecekte yaşanacakların habercisi oldu. Adım adım örülen saldırılar, her geçen gün ağırlaşan baskılar, F tipi cezaevlerinin yapımının hızlanması, hücre saldırısının propagandasının sistematik ve yaygın olarak yapılması vb., gün geçtikçe saldırının yaklaştığını haber veriyordu. Devrimci tutsaklar da içeriden hazırlıklarına başladılar.

Komünist tutsaklar, saldırının mahiyetini kavrayarak, zindanlarda direniş geleneğini sürdürme bilinciyle, saldırıyı püskürtme, süreci tersine çevirme kararlılığıyla hareket ettiler. Direnişin devletin gerçekleştireceği kapsamlı saldırıyı öncelemesinin önemine, direniş ateşinin yaratacağı moral ve bilinçle saldırıyı püskürtebilmenin imkan ve güçlerine vurgu yaptılar.

Saldırının püskürtülmesinde içerisi kadar dışarıdaki kitle muhalefeti de önem taşıyordu. Hücre karşıtı mücadele içerisi ve dışarısıyla birarada örülmeliydi. Komünist tutsaklar, dışarıda parça parça yükselen, yer yer inişli çıkışlı bir seyir izleyen hareketliliğin de ancak içeriden güçlü bir direniş ile sıçrama yapabileceğini tespit ettiler.

Burdur saldırısıyla birlikte kısmi olarak ivmelenen hareket, bu saldırıya cepheden yanıt verilemediği için, hücre karşıtı muhalefette geriye düşüşün işaretlerini veriyordu. Süreci tersine çevirecek güçlü bir adımın atılması kaçınılmaz hale gelmişti.

TKİP, DHKP-C, TKP(ML) davası tutsakları, sonradan ÖO’na dönüştürülmek üzere 20 Ekim ‘02 günü Süresiz Açlık Grevi’ne başladılar. Tüm cezaevleri, saldırıyı püskürtme bilinciyle davranan, ölümü tereddütsüzce göğüslemek için yoldaşlarıyla yarışan, siper yoldaşlığının gereklerini yerine getiren devrimci tutsakların direnişine tanıklık etti.

Dışarıda da hareketlilik yükseldi, binlerce insan alanlara çıktı. Şehir merkezleri (Taksim, Kızılay) eylemlerle çınladı. Taşra il ve ilçelerinde de ölüm orucu direnişine destek eylemleri başladı.

Sermaye devleti bu gidiş karşısında aldatıcı bazı manevralar geliştirmeye çalıştı, ancak bunlar devrimci tutsaklar tarafından boşa çıkarıldı. Böylece sermaye devleti “bir yıldan beri hazırlanan” kanlı planlarını hayata geçirdi. 19 Aralık’ta 20 cezaevine birden operasyon gerçekleştirildi. 20 Ekim’de başlayan direnişin ruhuyla, 19 Aralık’ta tüm cezaevlerinde direniş kitleşelleşti. Katliamın ardından tüm F tiplerine direniş ateşi yayıldı. Bir kez daha devrimci tutsaklar devrimci iradenin teslim alınamayacağını dosta düşmana gösterdiler.

20 Ekim 2000’in üzerinden üç yıl geçti. Bu süre zarfında, 19 Aralık katliamıyla birlikte, ÖO direnişinde 100’ün üzerinde devrimci tutsak yaşamını yitirdi. Bugün devrimci tutsaklar hala hücredeler. Fakat bu direnişin politik anlamını ve önemini ortadan kaldırmıyor. Bugün hücrelerin hala yıkılamamış olmasından yola çıkarak ÖO’nun başarısızlığına dem vuranlar, tasfiyecilik rüzgarları estirenlerdir. Bugün karşı karşıya kaldığımız durum ne olursa olsun, direnişin kendisi başlı başına politik ve moral bir kazanımdır. Cezaevlerinde bir irade savaşı yaşandı. Bu çatışmada devrimci tutsaklar kazandı. Devlete asla boyun eğilmedi.

20 Ekim’le başlayan ÖO direnişi, devrimci direnme geleneğinin elden ele taşındığını, devrim davası uğruna ölümün tereddütsüzce göğüslendiğini ve bu toprakların bir devrim toprağı olduğunu bir kez daha göstermiştir.

Hücre saldırısında devrimci irade teslim alınamamıştır. Ancak hücreler yıkılmayı beklemektedir. Sınıf mücadelesi sürdüğü sürece zindanlar çatışması da devam edecektir. Bu saldırıyı püskürtmenin asıl yolu kitlelelerin devrimci mücadelesinin yükseltilmesinden geçmektedir. Direniş görevlerini fazlasıyla yerine getiren, bugün de hücrelerde süren saldırılara boyun eğmeyen devrimci tutsakları sahiplenmek ve dayanışmayı yükseltmek “dışarı”ya düşmektedir. Tecridin kaldırılması ve insanlık dışı uygulamaların son bulması doğrultusundaki taleplerin yükseltilmesi, bu taleplerin işçi ve emekçilere maledilmesi güncel görevi önümüzde durmaktadır.

A. Zafer



AKP Kongresi’nin gösterdikleri

Son bir haftadır medyada bir hayli yer bulan AKP 1. Olağan Kongresi nihayet gerçekleşti. Irak’a asker gönderilmesinin önünü açan tezkerenin bizzat AKP’li vekillerin oylarıyla meclisten çıkarılmasının ardından kongrenin gerçekleşmesi ayrıca önemliydi.
Elbette kongrenin önemi hangi listenin kazanacağı, parti başkanının kim olacağı vb. değildi. Kongre salonunda yapılması gereken, sadece kime verileceği belli olan oy zarflarının sandığa atılmasıydı. Şimdiye kadar düzen partilerinin kongrelerinde yaşanan kavgalar, liste savaşları, kulis faaliyetleri, sandalye fırlatmalar vb. yaşanmadı. Kongre yaklaşık 30 bin kişilik bir katılımla gerçekleşti. Katılımcılar da önceden belirlenmişti.

Kongrenin önemi verilecek mesajlarda saklıydı. Mesajların iki ana teması vardı. Birincisi AKP’nin RP ve FP’nin, dolayısıyla “milli görüş” çizgisinin devamcısı olmadığı altı çizilerek vurgulanacaktı. Böylece AKP’ye genç ve merkez partisi olduğu görüntüsü verilerek, daha rahat politika yapabilmesinin yolu açılacaktı. AKP’nin islami gericiliğin temsilcisi olmadığının anlatılması önemli bir kaygı olduğu için, Erdoğan konuşmasında AKP’nin bütün inançlara eşit mesafede yaklaştığı ve “muhafazakar demokrat” bir parti olduğu vurgusunu defalarca yineledi. Erdoğan’ın, merkez karar ve yönetim kurulunu oluştururken, listede eski milli görüşçü kadrolara yer vermemesi de söylemlerini pekiştiren bir pratik oldu.

Kongrede verilmesi gereken önemli mesaj ise Irak’a asker gönderme konusunda idi. Bu konudaki mesaj tezkereden sonraki söylemlerden pek farklı olmasa da, asker gönderme konusundaki kararlılık vurgulandı. Eski başbakan yardımcısı ve tezkere muhalifi Ertuğrul Yalçınbayır ve AKP’de parti içi demokrasi olmadığını söyleyen Ersönmez Yarbay MKYK’ya sokulmayarak cezalandırıldılar. Böylece AKP içindeki birkaç çatlak ses de temizlenmiş oldu.
Farklı rakamlar verilmekle birlikte kongrenin maliyetinin 1 trilyonu bulduğu ifade ediliyor. Bu parayı nereden buluyorlar diye sormak gerekmiyor. AKP yeni kurulmuş olmasına karşın 10 ayda tek başına hükümet oldu. Hükümeti devraldıklarından beri hiçbir ciddi muhalefet ya da eleştiri ile karşılaşmadılar. Kısacası düzenin has partisi konumunda. Dolayısıyla 1 trilyonu bulmak sermaye partisi AKP için çok da zor değil. Asıl soru şu: İşçisine, memuruna, üretici köylüsüne kaynak bulamayan bir hükümet bir kongre için 1 trilyon kaynağı nasıl buluyor? Bu işbirlikçi takımı, Türkiye gibi ekonomisi tam batakta olan bir ülkede bir parti kongresinde 1 trilyon harcama rahatlığını nereden buluyor? AKP kongresi gösteriyor ki, toplumsal muhalefet zayıfladıkça sermaye devletinin emekçileri yok sayması daha da kolaylaşıyor.
Sermaye devleti ve AKP hükümeti işçi ve emekçileri birçok konuda yok sayıyor. Kitlelerden destek alamayacakları konularda kendilerine yönelecek tepkiyi dizginleyip kontrol altına almanın hesabını yapıyorlar. AKP kendi tabanı şahsında şimdilik bunu başarmış görünüyor. Örneğin Filistin intifadasına gösterilen sözde yakınlık Irak’ta direnen halka gösterilmeyebiliyor. Irak’a asker göndermenin AKP hükümetinin eliyle gerçekleşiyor olması tabanı duyarsızlaştıran temel bir etken. Bununla birlikte kongrede ortaya çıkan ilginç bir tablo da var. Erdoğan tezkereyi savunan konuşmasını yaparken kongre salonunda derin bir sessizliğin hakim olması, alkışlayan bir kısım insanınsa destek gelmeyince alkışı kesmesi oldukça dikkate değerdir. Bu suskunluk AKP tabanının da çok gönlü rahat olmadığını gösteriyor.

Kongre vesilesiyle birkaç günlüğüne de olsa gündemi farklılaştırabildiler. Fakat temel toplumsal sorunları unutturmaları mümkün değil. Erdoğan’ın AKP’nin millete dayandığını söylemesi bir şey ifade etmiyor. Ezilen milyonların gözünde AKP işbirlikçi bir parti, uşak bir hükümettir. Emekçilerin çocuklarının kanını emperyalistlere pazarlayan AKP meşru değildir. Tayyip’in “Türkiye’yi özgürlük ve demokrasi ülkesi yapacağız” söylemleri ise kendi partisindeki insanlar için bile inandırıcılık taşımıyor. Kongreyi önceleyen meclis grup toplantısında tezkereyi reddeden Van milletvekiline söyledikleri şu sözler ne kadar demokrat olduklarını gösteriyor: “Asker göndermenin doğru olup olmadığını sen mi bileceksin? Biz BM’ye uygun diyorsak uygundur. Sus otur yerine!”

Son olarak şunu söyleyelim. 18 Nisan’da şovenizm dalgasıyla MHP’li faşistleri parlatan sermaye devleti işi bittiğinde MHP ve diğerlerini kullanılmış bir mendil gibi nasıl bir kenara attıysa, yine işi bitince tüm faturayı ona çıkararak AKP’yi de bir kenara atacaktır.

R. Azem