18 Ekim'03
Sayı: 2003 (04)


  Kızıl Bayrak'tan
  Irak halkının son mesajı
  İMF programlarına hayır!
  Büyük olmak ile büyüklenmek
  Savaş ve işgal karşıtı eylemlerden...
  Kaynaklar emekçiye değil emperyalist savaşa ayrıldı!
  Kızılay'ın Irak seferi
  Irak'ta işgalci olmanın "yol haritası" çizildi
  Kitlelerin öfke ve tepkisini örgütlemek için daha fazla çaba!
  İmam hatip gerilimi uzlaşmayla sonuçlandı...
  Türkiye işçi sınıfı ve Ortadoğu halklarının zorlu dönemi!
  Bilgi edinme yasası!
  Dünya, Türkiye ve sol hareket/1
  Fanset işçisiyle dayanışmayı yükseltelim!
  TKY saldırısına eğitim emekçileri de ortak ediliyor!
  Emperyalist-siyonist saldırganlık azıyor!
  İslam Konferansı Örgütü Malezya toplantısı...
  Bolivya'da büyük halk hareketi...
  Büyük Zindan Direnişi yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor!
  Savas tezkeresi ve kendini dayatan görevler...
  Tecavüzcü sürüsü!
  Olağanüstü hal başlar mı?
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Dünya, Türkiye ve sol hareket/1

Çöküş ve yenilgi atmosferinden yeni mücadeleler dönemine

H. Fırat

Yaz sonunda verilmiş bir konferansın
elden geçirilmiş kayıtlarıdır...

“Dünya, Ortadoğu ve Türkiye” başlıklı son kitabımızın girişinde uzun bir metin yeralıyor. “Bugünün Dünyası: Süreçler ve Eğilimler...” başlıklı bu hacimli metin, EKİM I. Genel Konferansı’nın dünyadaki durum üzerine, dünyanın o günkü tablosu üzerine değerlendirmelerini, teorik ve tarihsel bir çerçeve içinde ele alıyor. Yıllar öncesine ait bu yazıyı elbette okumuşsunuzdur; ama onu bugün yeniden ve yeni bir gözle incelemek, fazlasıyla yararlı ve anlamlı olacaktır.

Bu metin yeniden incelenirken, öncelikle kaleme alındığı dönem gözönünde bulundurulmalı ve sonra da ortaya koyduğu değerlendirmeler bugünün dünya gelişmeleriyle karşılaştırılmalıdır. Bu yapıldığında, tüm umutların tükendiği ve herşeyin bitmiş göründüğü bir uluslararası gericilik döneminde, komünistlerin gelişmeleri nasıl sağlam ve soğukkanlı bir ideolojik ve tarihsel perspektifle karşıladığı, ortaya konulan öngörülerin ise temel çizgileriyle sonraki gelişmeler tarafından nasıl doğrulandığı açıklıkla görülecektir.

Yıkılış döneminin ağır atmosferi

EKİM I. Genel Konferansı Ocak-Şubat ‘91’de toplandı. Bu gerçekten dikkate değer, dünya olaylarının seyri bakımından oldukça önemli bir tarihti. Düşünün ki konferansın çalışmalarının sürdüğü günlerde, bir yandan Doğu Avrupa’da ‘89’da başlayan çöküşlerin son halkası olarak Arnavutluk’ta yıkılış ve Sovyetler Birliği’nde çözülme yaşanırken, öte yandan Irak’ı hedef alan birinci Körfez Savaşı sürmekteydi. Bunlardan ilki biten bir dönemi ve ikincisi başlamakta olan yeni bir dönemi sembolize eden gerçekten önemli tarihi olaylardı. EKİM I. Genel Konferansı haftaları bulan çalışmalarını işte bu gelişmelere paralel olarak sürdürüyordu.

Tahmin edilebileceği gibi epeyce ağır bir siyasal ortamdı bu. Bütün bir 20. yüzyılın ortaya çıkardığı dünya tablosu temelden değişiyordu. “İki kutuplu” dünya sona eriyor, kutuplardan biri dağılıyor ve bu dağılma sosyalizmin yıkılışı/yenilgisi olarak sunuluyor, genel olarak öyle de algılanıyordu. Dünya gericiliği bunu çok özel ve sistematik bir çabayla, yoğun bir ideolojik ve psikolojik saldırı konusu yapıyordu. Emperyalist merkezlerden sistematik biçimde pompalanan, dünyanın dört bir yanında yankılanan ve dönek solcular tarafından da ayrıca desteklenen büyük bir ideolojik-psikolojik kampanyaydı bu. Amaç bütün umutları kırmak, sistemin yenilmezliğini ve değişmezliğini bilinçlere kazımak, ideoloji olarak bilimsel sosyalizme, çıkış yolu olarak toplumsal devrime ve toplumsal sistem olarak sosyalizme inancıtemelden yoketmekti.

Bunda büyük bir başarı sağlandığı da bir gerçektir. Nitekim Türkiye sol hareketi de 12 Eylül’ün ardından ikinci büyük tarihsel tahribatı bu dönemde yaşadı. Saflardan kitlesel kopuşun ötesinde 20-30 yıllık yaşamı olan bir kısım gruplar yokolup giderken, dünün en önemli devrimci örgütleri de hızla düzenin icazet alanına kaydılar; devrime dayalı bir siyasal mücadele çizgisi yerine “ılımlı sol” çizgide düzen içi reformist muhalefet hareketi haline geldiler. ÖDP’den EMEP’e, SDP’den SİP-TKP’ye, bugünün tüm reformist sol partileri, o dönemki gelişmelerin tasfiyeci ürünlerinden başka bir şey değildirler.

O günün uluslararası gericilik cereyanı gerçekten güçlüydü. Sistematik biçimde işlenen temel tema, sosyalizmin öldüğü ve kapitalizmin ebedi bir sistem olduğunun tarihsel olaylarla kanıtlandığı idi. Bundan hareketle ve sözüm ona felsefi bir savla, “tarihin sonu” ilan ediliyordu. Amerikalı bir takım süper gerici ideologlar “tarih sonu”nu ilan ederlerken, bununla sınıf mücadelesinin bittiğini, kapitalizmin tarihin zirvesi ve dolayısıyla sonu olduğunu, kapitalizmle çatışacak ve onun karşısında insanlığa bir çıkış yolu oluşturacak herhangi bir alternatif toplumsal sistemin artık söz konusu olmadığını dile getirmiş oluyorlardı.

Dünyada çatışmalar ve savaşlar bundan sonra da olacaktı elbet; ama bunlar artık sınıflar ya da toplumsal sistemler arası çatışmalar değil, fakat kültürler ya da “medeniyetler arası” çatışmalar niteliği taşıyacaktı. Böyle diyorlardı, doğrudan Amerikan emperyalizminin hizmetindeki bu süper gerici ideologlar. Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezi ile Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezi, bu çerçevede birbirini tamamlıyordu. Bu türden kavramlaştırmaların gerisinde Amerikan emperyalizminin kurmaya çalıştığı “yeni dünya düzeni”nin ideolojik ihtiyaçları vardı haliyle. Bu tür gerici teorileştirmelerin bir kısmı biraz geriden gelse de, ‘90’ların başına özü itibariyle böylesine bir ideolojik ve moral gericilik saldırısı egemendi.

İşte tam böyle bir ortamda, yani 20. yüzyılda devrim ve sosyalizm adına yaratılan hemen tüm mevzilerin yitirildiği bir tarihi dönemde ve sosyalizme karşı uluslararası ölçekte bir gerici kampanyanın doruğa çıktığı günlerde toplanan bir devrimci örgüt konferansının, tüm bu gelişmeler ve dünyanın o günkü yeni tablosu üzerine yaptığı değerlendirmelerden oluşmaktadır sözünü ettiğim temel önemde metin.

Bu, geleceğe yönelik çıkarsamalara bağlanan bir 20. yüzyıl bilançosudur işin aslında. Bu bilanço özlü bir biçimde çıkarılıyor ve dahası, “demokrasi” ve “piyasa ekonomisi” olarak kodlanan kapitalizmin ebediliğinin kutsandığı bir evrede, gerçekte o günün dünyasında kapitalist sistemin durumunun ne olduğu, kapitalizmin hangi temel sorunlar ve onulmaz çelişmelerle yüzyüze bulunduğu ve bunların görünür gelecekte nereye evrildiği ortaya konuluyordu.
Çıkarılan tarihsel bilançonun özeti şuydu: 20. yüzyıl, kabaca 1970’li yılların ortalarına kadar, kapitalizmin devrim akımı ve sosyalizm alternatifi karşısında büyük sıkıntılar içinde kıvrandığı, daha çok savunmada kaldığı ve sistem olarak yıkılma korkusu yaşadığı bir tarihi dönem oldu.

“Bunalımlar, savaşlar ve devrimler yüzyılı”

Emperyalist kapitalizmin temel çelişkileri 20. yüzyılın başından itibaren etkisini ağır bir biçimde göstermeye başlamıştı. Nüfuz alanları ve pazar mücadeleleri giderek dünyanın yeniden paylaşılmasını gündeme getirdi. Bu ise kudurgan bir militarizme ve sonuçta ilk emperyalist dünya savaşına yolaçtı. Bu sistemin genel bir bunalıma girişinde ifadesini buldu. Çeşitli ülkelerde işçi sınıfını ve emekçileri sert sınıf mücadelelerine, giderek devrimlere, sömürge ve bağımlı ülkelerin ezilen halklarını ise ulusal kurtuluş mücadelelerine yöneltti. Rusya’da büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin zaferine yolaçtı. Ekim Devrimi’nin açtığı çığır üzerinden komünizm dünya ölçüsünde büyük bir güç ve prestij kazandı.

Kapitalist sistemin buna tepkisi ise yoğunlaştırılmış ve kurumlaştırılmış siyasal gericilik, giderek faşizm oldu. Bu ise onun çürümüşlüğünün, insana ve uygarlığa karşı barbarlaşmasının, sınır tanımaz bir barbarlık düzenine dönüştüğünün yeni bir kanıtlanması oldu, dünya ölçüsünde daha geniş insan yığınlarını bu sisteme karşı mücadeleye yöneltti. Burjuva gericiliğinin Hitler Almanyası şahsında kendini gösteren bu en kudurgan biçimi, Sovyet insanının/halklarının olağanüstü fedakarlığı ve kahramanlığı ile ezildi. Bu tarihsel başarının da itilimiyle ezilen halklar dünya çapında yeni bir güçle ayağa kalktılar ve emperyalizmin klasik sömürgeciliğini tarihin derinliklerine gömdüler. Dünyanın dört bir yanında ezilen ve sömürülen halklar devrim müadelelerine hız verdiler.

Özetle, sistemin kendi çelişmeleri temeli üzerinde 20. yüzyıl, dörtte üçlük bölümüyle, büyük bir bunalım, toplumsal kargaşa ve devrimci sınıf mücadeleleri yüzyılıydı. Bu nedenledir ki söz konusu değerlendirmemizde, 20. yüzyıl, “Bunalımlar, savaşlar ve devrimler yüzyılı” olarak nitelenip tanımlanmaktadır.

Kapitalizmin kendi çelişmeleriyle boğuşması, bu çelişmelerin altında sarsılması süreci ‘70’li yılların ortasına kadar sürdü. Olayların seyrinin değişmesiyle ‘90’lı yıllarda kapitalizmin ebediliğini ilan etmeye varan gelişmeler ise daha çok son çeyrek yüzyılda yaşandı. ‘70’li yılların ortasından itibaren devrimci akım hız kesmeye başladı. Ulusal kurtuluş mücadeleleri bir tarihi dönemi kapladı ve geride kaldı. Sosyal mücadelelerde belli bir zayıflama başgösterdi. Bu, etki ve sonuçlarını komünist ve devrimci akımlar üzerinde de gösterdi. O güne dek bu mücadelelerden güç alarak kendini sürdüren dünya komünist ve devrimci hareketi, gerçekte ‘50’li yıllardan beri süregelen bir düşünsel kargaşa, bölünme ve bozulma süreci içindeydi. İşin aslında, sürmekte olan sınıf mücadeleerine de önderlik planında artık gereğince yanıt veremiyordu. Fakat herşeye rağmen beslendiği sosyal mücadeleler zemini de zayıflayınca, iyice güçten düştü ve hala da aşamadığı bir bunalım ve kargaşa içerisine sürüklendi.

Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da sosyalizm adına egemen olan sistem ise zaten onyıllardır bürokratik bir iç bozulma ve çürüme yaşıyordu; giderek tıkandı ve çözülme işaretleri vermeye başladı. Bu çözülüşün ilk belirtileri, daha ‘70’lerin sonunda Polonya olayları ile ortaya çıkmaya başladı. Bunu izleyen 15 yıllık süreç içerisinde, yani ‘75’den ‘90’a alırsanız, 15 yıllık bir süreç içinde bir çözülme olgunlaştı. Devrimci akımın bu hız kesmesine bağlı olarak ve kapitalist ekonominin ağırlaşan bunalımının etkisi altında kapitalist sistemin neo-liberal saldırıyla karşı atağa geçmesinin tam da bu döneme, ‘80’i yılların başına denk gelmesi de bir rastlantı değildi elbette.

Sonuç olarak; geride kalan yüzyılın dörtte üçünde kapitalist sistemin savunmada olduğunu, büyük bir bunalım yaşadığını, deyim uygunsa bir çözülme ve yıkılış sendromu içinde kıvrandığını görüyoruz. ‘90 tarihli değerlendirmelerimiz üzerinden söyleyecek olursam, durumun değişmesi, burjuvazinin her alanda inisiyatifi yeniden ele alması son 15 yılın olayıydı ve tarihsel ölçülerle bu elbette geçici bir durumdu. Ama bu olayın geçici olduğunu, insanlığın çok geçmeden yeniden, etkili ve yaygın sınıf mücadelelerine dayalı yeni bir tarihi döneme gireceğini iddia etmek, o günün dünyasında inanılması güç bir düşünce ve inançtı. Bu düşünce ve inanç sahipleri, tarihi-toplumsal gerçeklerden koparak kuru inaçlarını koruyan marjinal insan grupları olara görülüyorlardı. Bu algılama tarzı işçi sınıfı ve emekçilerin geniş kesimleri için de böyleydi.

Yeni ve genç bir hareket olarak siyaset sahnesine çıkan Türkiye’nin komünistleri, böyle bir tarihi ortamda toplanan ilk genel örgüt konferanslarında, kendi cephelerinden işte bu ağır atmosferi göğüsleyen bir tutum sergiliyorlardı.

Bilimsel temellere dayalı bir dünya görüşü

EKİM 1. Genel Konferansı, konuya ilişkin temel değerlendirmesinde; sistemin çelişmelerinin nesnel olduğunu, marksistlerin bunu önden bilimsel bakış ve yöntemle tespit ettiklerini ve bütün bir 20. yüzyılın ise bunu tarihsel olarak doğruladığını ortaya koyuyordu.

Daha 1910 yıllarında, daha ortada henüz savaş ve devrim yokken, dönemin marksistleri kapitalizmin artık bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girdiğini saptıyorlardı. Nitekim öyle de oldu, tarih tam da bu doğrultuda, marksist analizle öngörülen doğrultuda seyretti. Birinci savaş bitti, arkası yine öyle oldu. Yeniden bunalımlar (büyük 1929 bunalımı), yeniden çöküntüler, yeniden büyük emperyalist nüfuz mücadeleleri, emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişmeler, yeniden halklarla ve emperyalistler arasında kızışan mücadeleler, metropol ülkelerde keskinleşen emek sermaye çelişmeleri ve bunların ürünü devrimci sınıf mücadeleleri, ve nihayet, ikinci bir emperyalist dünya savaşı... Bütün bunlar, nesnel çelişmelerin ürünü ve marksist görüşleri doğrulayan tüm bu gelişmeler, bunalımlar ve çatışmalar sistemi sürekli sarstı, içine yuvarlandığı genel bunalımı derinleştirdi.

Peki nasıl oldu da tarihsel gelişme çizgisi temel noktalar üzerinden Marksizmi doğruladı? Herhalde Marks ve Engels, bu büyük devrimciler ve bilim adamları, kapitalizme kötü bir akıbet öngördükleri için yaşanmadı bütün bunlar. Söz konusu olan sistemin özünde varolan nesnel çelişmelerdi ve bu çelişmeler kaçınılmaz olarak toplumsal çatışma ve sınıf mücadeleleri üretiyordu, sistem bunlarla sarsılıyordu. Burada komünist hareket, daha genel planda devrimci hareket, bu nesnel gelişmenin bilinçli bir ifadesiydi yalnızca. Bu çelişmeler olmasa, o mücadeleleri doğuracak bu nesnel zemin olmasa, bir rejime, bir sisteme, bir topluma istediğiniz kadar kötü bir akıbet resmedin, ona sonuçta herhangi bir şey olmaz. Ama toplumun kendi öz çelişmeleri varsa ve marksist düşünce bu toplumsal gerçekliğin teorik ifadesi, duuml;şünsel soyutlamasıysa, o gerçeklerden hareket ederek kurulmuş bir teori ise, tarih bu teoriyi elbette doğrulayacaktı. Nitekim genel çizgiler üzerinden doğruladı da.

Genel olarak sınıflı toplumlara, özel olarak kapitalizme karşı sayısız karşı düşünce ifade edilmiştir tarih boyunca. Ama bu felsefi ve teorik sistemler içerisinde yalnızca Marks ve Engels’in temellerini attıkları dünya görüşü, diyalektik materyalizm temeline oturan bilimsel komünizm, tarih tarafından doğrulandı. Yalnızca Marksizm kısa bir zaman içinde etkili bir sınıf mücadelesi silahı oldu, ezilenler dünyasından milyonlarca, onmilyonlarca, giderek yüzmilyonlarca insanı harakete geçirebildi. Bunun sırrı onun toplumsal gerçeğe dayanan, toplumun bilimsel analizinden hareket eden ve çözümlerini de bizzat buradan bulup çıkaran bilimsel devrimci karakteriydi.

Komünist Manifesto, daha 1848’de, kapitalizmin temel çelişmelerinin toplumsal devrime yolaçacağını bilimsel verilere dayanarak öngörmüştü. Daha Paris Komünü’yle, asıl olarak da 20. yüzyılda, bu bilimsel öngörünün doğrulandığını, toplumsal devrimlerin gerçekleştiğini, büyük toplumsal devrim girişimlerinin ortaya çıktığını somut olarak gördük.

Marksizm daha baştan kapitalizm savaş demektir diyordu, bir dizi yerel bölgesel savaşın yanı sıra insanlık için toplu bir yıkım demek olan iki emperyalist savaşla bu temel önemde bilimsel düşünce de doğrulandı.

20. yüzyılda burjuvazi artık bir gericilik kaynağıdır, çünkü o tarihsel ömrünü doldurmuş bir sınıfı temsil etmektedir; bu durumdaki her sınıf gibi burjuvazi de tutunabilmek için aşırı gericiliğe başvurmak zorundadır; emperyalizm çağında kapitalizmin eğilimi artık demokrasi değil, fakat siyasal gericiliktir; özgürlüklerin yokedilmesi ve zayıf ulusların köleleştirilmesidir, deniliyordu. Bütün bunlar burjuva siyasal gericilikle, sistematik beyaz terörle ve gericiliğinin zirvesi olan faşizmle tarihsel olarak doğrulandı.

20. yüzyıl tarihi, genel çizgiler üzerinden alındığında, bir bütün olarak biz komünistleri doğruladı. Ama verdiğimiz mücadelelerle ortaya çıkan yeni toplumsal düzenler ayakta kalma başarısı gösteremediler. Nesnel güçlükler ve bunun da kolaylaştırdığı öznel hataların birleşik etkisi altında zaman içersinde bozuldular ve yeni sınıflaşmanın harekete geçirdiği çürütücü dinamiklerin etkisiyle çözülüp yıkıldılar. Bu ayrı bir sorun; “sosyalizmin sorunları” olarak da nitelendirilen bu önemli tartışmanın yeri burası değil. Neticede marksistlerin kapitalizme ilişkin olarak ortaya konulmuş düşüncelerini bütün bir 20. yüzyıl tarihi, temel çizgiler üzerinden doğruladı, burada şimdilik önemli olan bu.

Kitlesel döneklik, kaçış ve tasfiye
ortamında sağlam duruş

Ama ‘90’lı ilk yıllar, o yıkılış ve dünya çapında sarsıntı günleri, işte bu tarihsel olarak doğrulanmış temel önemde düşüncelerden kitlesel kopuş dönemiydi. Dönekliğin, inançsızlığın, mücadeleden kaçışın, davadan yüz çevirmenin dünya çapında kitlesel hal aldığı bir tür karşı-devrim dönemiydi bu. Devrim ve sosyalizm düşünce ve idealinden kopmak, yer yer tümden karşısına geçmek ya da en azından uğrunda aktif mücadeleden yüz çevirmekti yaşanan. Bu, büyük bir düşünsel, politik ve ahlaki dejenerasyon, bir çözülme ve çürüme, bunların da bir sonucu olarak devrimci harekette görülmemiş bir daralma dönemiydi.

Tam da bugünlere denk gelen EKİM I. Genel Konferansı’nın değerlendirmesinde ortaya konulan 20. yüzyıl bilançosu, o günün tarihin çarpıtılmasına dayalı gerici propaganda saldırısına karşı sağlam bir ideolojik-siyasal duruşun ifadesi olmaktan öteye, aynı zamanda bu kitlesel tasfiye ve kaçış cereyanına da tok ve kararlı bir devrimci yanıttı. Yanıttaki tokluğun ve kararlılığın gerisinde elbette söz konusu ideolojik bakışaçısı, bunun ürünü olan bir sınıfsal ve tarihsel bilinç vardı. Sözünü ettiğim temel değerlendirmenin geçmiş ve gelecek hakkındaki tahlili bunun açık ve somut bir kanıtıdır.

Orada geçmişe dönük temel düşünce olarak şu dile getirilmektedir: Geride kalan yüzyıl temel çizgiler üzerinden biz komünistleri doğrulamıştır, yüzyıla damgasını vuran tarihi gerçekler bunun somut bir göstergesidir. Temsil ettiğimiz toplumsal çözüm alternatifi sonuçta tutunma gücü gösteremese de, 20. yüzyıl mevcut sınıflı düzenin, kapitalist-emperyalist sistemin karakteri ve çelişmeleri üzerine, dolayısıyla bu çelişmelerin işlemesiyle uğrayacağı akıbet üzerine ortaya koyduklarımızı, esası yönünden doğrulamıştır vb.

Söz konusu değerlendirme bunu salt soyut bir inanç olarak ileri sürmüyor, tersine, 20. yüzyılın seyri üzerinden temel önemde süreçlerin somut bir tarihsel dökümü üzerinden gösteriyor.

Aynı değerlendirmede geleceğe dönük olarak söylenenlerin özü ise şudur: Sistem yeniden aynı çelişmelerin baskısı altındadır, dolayısıyla tarih tüm dinamizmiyle devam etmektedir. Bu da aynı şekilde soyut bir inanç olarak değil, sistemin temel çelişmelerinin tarihsel seyri üzerinden somut olgularla sunuluyor. Emek sermaye çelişmesi, emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişme, emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişmeler ve nihayet sistemin genel bunalımı, onun kendini ekonomide ve sosyal alanda ortaya koyuşu üzerine somut çözümlemeler, bunun ifadesidir.

Bu tarihsel sunum yapılırken bir yandan geride kalan 20. yüzyıla bakılıyor, öte yandan mevcut durumun verileri ışığında ileriye bakılarak gelecek için sonuçlar çıkartılıyor. Burjuva ideologlarının “tarihin sonu” iddiasının dayanaksız bir ideolojik safsata olduğunu vurgulayan değerlendirme; ‘89 çöküşü, yalnızca bir tarihsel dönemin kapanışı ve yeni bir dönemin de başlangıcıdır; bu yeni dönem, tarihe yeni devrimci sınıf mücadeleleri ve devrimler dönemi olarak geçecektir, temel önemde düşüncesiyle noktalanıyor.

Artık kapitalizm sorgulanıyor
ve geleceğe bakılıyor

20. yüzyılı kaplayan bütün devrimlerin sonuçlarının ortadan kalktığı bir dönemin hemen ardından bunu böyle söylemek o gün için pek cüretli, aynı ölçüde ayakları yerden kesik bir iddia olarak görünüyordu, bunu yineliyorum. Ama ortaya konulan bu değerlendirmelerden bugüne henüz sadece on küsur yıl geçti ve söylenenler temel çizgiler üzerinden doğrulandı bile.

Bugün artık sosyalizmin başarısızlığı değil, fakat bütün sorunların, her türlü toplumsal melanetin kaynağı olarak bizzat kapitalizmin kendisi tartışılıyor. Artık çok kimse kapitalizmin insanlık için nasıl büyük bir toplumsal bela ve barbarlıklar düzeni olduğunu; baskı ve sömürüye, küçük bir azınlığın akıl almaz ayrıcalıklarına ve büyük bir çoğunluğun dehşet verici yoksunluklarına dayandığını; savaş, militarizm, halklar arası çatışma ve düşmanlıklar ürettiğini; insanı kirlettiğini, yalnızlaştırdığını, insan olmaktan çıkardığını; insandan öteye azami kâr uğruna çevreyi, doğayı ve tarihi mirası da hoyratça tahrip ettiğini görüyor, düşünüyor, sorguluyor ve giderek daha yüksek sesle tartışıyor. Bu tür bir tartışma, sistemin bu ürden bir sorgulanması, beraberinde kaçınılmaz olarak kapitalizme alternatif arayışlarını getirecektir ve sosyalizm yeniden kapitalist barbarlık karşısında insanlık için bir çıkış yolu olarak belirecektir, bundan kuşku duyulmamalıdır.

Mevcut sistemin yarattığı sorunların bir kısmı daha şimdiden dünya çapında milyonlarca insanı harekete geçiriyor. Tarihin hiçbir döneminde bu kadar geniş insan kitleleri kapitalizmin barbarca sonuçlarına karşı aynı anda harekete geçmiş değildir. Emperyalist küreselleşmeye karşı milyonlarca insan sokaklara çıkıyor dünyanın dört bir yanında. Cenova’da bir milyon insan biraraya gelebiliyor ve bunlar büyük ölçüde genç insanlar, üstelik hala da belli ayrıcalıklara sahip Avrupalı gençler. Eğer kapitalizm gençliği yozlaştırma, yoldan çıkarma, kendi değerleriyle sersemletme, manevi bakımdan öldürme çabalarına rağmen Cenova’da yürüyen bir milyon insanın büyük bir bölümü gençler olabiliyorsa, bu, sisteme karşı oluşmuş duyarlılık kadar sisteme karşı olan güçlerin dinamizminede bir göstergedir.

Öte yandan bakıyoruz, savaş için milyonlar yürüyebiliyor, tarihin hiçbir döneminde bu çapta bir kitlesel savaş karşıtı hareketlilik yaşanmamıştır. Komünist Enternasyonal’in büyük bir güç olduğu, Sovyetler Birliği’nin büyük bir itibara, dünya emekçileri üzerinde büyük bir etki ve prestije sahip olduğu bir tarihi dönemde, örneğin ‘30’lu yıllardaki somut savaş tehlikesine karşı bile, aynı anda bu çapta kitle hareketleri oluşamamıştır. Komünist Enternasyonal 1920’li yılların ortalarından itibaren yeni bir emperyalist dünya savaşı tehlikesi öngörerek, buna karşı sistematik kampanyalar yürüttü. Ardından bunu savaşa ve faşizme karşı birleşik bir kampanyaya dönüştürdü. Bu çerçevede dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan harekete geçirildi, ki o dönem çin gerçekten büyük kalabalıklardı bunlar ve dahası, çok büyük ölçüde de işçi sınıfı hareketi eksenine dayanıyordu.

Ama bu başarının anlaşılır bir mantığı da vardı. Zira komünist hareket örgütlü ve güçlüydü. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin politik bilinci bugünle asla kıyaslanmayacak denli ileriydi. Dahası sarsıcı bir ekonomik-toplumsal bunalım yaşanmaktaydı ve faşizm ile yeni bir emperyalist savaş, birçok ülkenin geniş işçi ve emekçi yığınları için somut bir tehlikeydi.

Bugün böylesi koşullar yok. Ama buna rağmen ve üstelik Irak’ı hedef alan bölgesel bir savaşa karşı dünya çapında milyonlarca insan yürüyebiliyor. Bugün ortada ne Komünist Enternasyonal var, ne işçi sınıfı hareketi üzerinde yükselen güçlü komünist partileri... Buna rağmen Irak’a karşı binbir yalan ve aldatamacaya dayalı olarak hazırlanan bir savaşa karşı onmilyonlarca insanın duyarlılığı kendini eylemli tepkiler üzerinden gösterebiliyor. Bizzat güdümlü Amerikan basınının kendi saptamasına göre, savaşı önceleyen iki ay içinde dünya çapında tekrarlanan gösterilere 30 milyonu aşkın insan katılmıştır.

Bu duyarlılığın sınırları nedir, derinliği ne kadardır, sistemin temellerine bir nebze olsun yönelebilmekte midir? Bugün için bu soruların yanıtı sanıldığı kadar önemli değildir. İnsanlık kapitalist barbarlığın sonuçlarına karşı bir duyarlılık ortaya koyuyor, bugün için önemli olan, önemsenmesi gereken bu. Bu yeri geliyor G-8 ve benzeri toplantılarda dünyanın ezilen halklarına çıkarılan yeni saldırı politikalarına karşı yöneliyor; yeri geliyor bağımlı ve metropol ülkelerdeki neo-liberal saldırılara karşı oluşuyor; yeri geliyor savaşa ve militarizme karşı oluşuyor, yeri geliyor hükümetlerin geniş halk yığınlarını aldatarak belli politikaları, somutta savaşı gündeme getirmeleri tartışmalara konu oluyor.

Bu henüz radikal bir duyarlılık değil kuşkusuz; kapitalizmin temellerine yönelen, hele hele sosyalist toplumsal düzeni amaçlayan bir duyarlılık hiç değil. Ama bugün için önemli olan da bu değil. Bugün için önemli olan, insanlığın kapitalist barbarlığın sonuçlarını kabul etmemesidir. Bugünün en büyük ilerlemesi budur ve soruna tarihin ve sınıf mücadelesinin gelişme diyalektiği üzerinden bakıldığında, bu ilk adımın paha biçilmez bir değeri vardır.

Sosyalizm yeniden güçlü bir çözüm
alternatifi haline gelecek

Kapitalizm bu sonuçları ürettikçe, insan yığınları da bu sonuçlarla yüzyüze gelip bir biçimde bunlara itiraz ettikçe, bu giderek kendi mantığı içinde sistemin sorgulanması ve zamanla reddedilmesi sonucunu getirecektir. Bu işin diyalektiği, toplumsal hareketlerin, devrimci sınıf mücadelelerinin oluşum mantığı budur zaten. Önce sistemin şu veya bu alanda ortaya çıkan sonuçlarına yönelir tepkiler ve zamanla, bu pratik tepkilerin sağladığı eğitim ve deneyimin de yardımıyla, daha ileri sorgulamalar ve mücadeleler gelir gündeme. Giderek bu, mevcut sisteme alternatif arama yönelimini besler, hiç değilse kitlelerin nispeten ileri kesimlerinde.

Cenova’da bir milyon insanı biraraya getirmek gerçekten büyük bir iş ve bunu sıradan ilerici inisiyatifler yapıyor, devrimci partiler değil. Devrimci parti sağlam bir stratejik bakışın yanı sıra güçlü bir disiplin, büyük bir organizasyon yeteneği ve otorite demektir; ama bütün bu eylemlerin arkasında hiç de böyle partiler yok. Daha çok yerel nitelikte, örgütsel bakımdan son derece gevşek, bir program ve stratejiden de yoksun, sıradan ilerici inisiyatifler var. Yer yer sol partilerin destek ve katılımına rağmen durum esası yönünden böyle. Bunların internet ve diğer iletişim yollarıyla yaptığı hazırlıklar, sonuçta sayıları milyonları bulabilen insan yığınlarını bir noktaya toplayabiliyor ve bu insan kalabalıkları, “bir başka dünya mümkün!” diye haykırabiliyorlar. Şimdilik önemli olan bu ve bu sanılandan da önemli.

“Bir başka dünya mümkün!” demek, toplumsal olarak bir alternatif arama eğilimini, bunun yansıması bir bilinci ortaya koyuyor. Reddedilen özünde kapitalizmdir burada; kapitalizmin barbarlığına, sayısız sorunun kaynağı bugünkü kapitalist dünyaya mahkum değiliz denilmiş oluyor söz konusu sloganla. “Bir başka dünya”nın somutta sosyalizm olduğu söylenemiyor henüz, bu kalabalıkların en ileri kesimlerini dışında tutarsanız. Bu denilemiyor henüz; çünkü geride kalan yüzyılda sosyalizmin sonuçta bir yenilgisi, başarısızlık kabul edilen bir olumsuz akbeti var. Bunun yarattığı önyargılar, tereddütler, kafa karışıklıkları, hatta hatta kaba inaçsızlıklar var. Ama sonuçta zaman hızla akacak; işçi sınıfı ve emekçiler, bu sistemin alternatifinin sosyalizm olduğunu gün gelecek yeniden görecekler.

Teorik ve tarihsel olarak, kapitalizmin tek gerçek alternatifi sosyalizmdir. Tarihin verileri ve teorinin gerçekleri ışığında bakıldığında, ortada başka bir alternatif yok. “Başka bir dünya” olacaksa eğer bu sosyalist bir dünyadan başkası olmayacak, olamayacak. “Ya barbarlık, ya sosyalizm!”, “Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm!” şiarları bunu dile getiriyor, bunun dışında bir çıkış yolu, olanaklı “bir başka dünya” yok.

Kapitalizmin yüzyılları bulan bir tarihi var; ama ona karşı sosyalizmden başka bir alternatif üretemedi bugüne dek insanlık ve bu hiç de rastlantı değil. 20. yüzyıl tarihinin seyri, kapitalizmin alternatifinin yalnızca sosyalizm olduğunu, yüzmilyonlarca insanı kapsayan tarihsel pratiklerle, somut olarak gösterdi. Bu rastlantı değildir, zira; kapitalizmin alternatifi olarak proleter sosyalizmi ortaya koyan dünya görüşü, Marks ve Engels’in temellerini attığı bilimsel komünizm, kendi çözümünü bizzat kapitalizmin bağrından bulup çıkaran bilimsel bir dünya görüşüdür. Bu ütopik bir proje değil, tersine; kapitalizmin yapısının, gelişme seyrinin, ortaya çıkardığı üretici güçlerin ve genel olarak maddi koşulların, içerdiği özsel çelişmelerin ve bunların harekete geçirdiği sosyaldinamiklerin bilimsel sonuçlarına dayanan bir dünya görüşü ve devrimci teoridir. Ve insanlık, devrimci proletarya şahsında, onun yol gösterici ve ön açıcı önderliği altında, biricik gerçek ve olanaklı alternatife, yani sosyalizme yeniden varacaktır.

Elbette bunu eskiyi tekrarlayarak değil, fakat büyük bir dikkatle iyi ve kötü yanlarından öğrenerek, bu temel üzerinde onu her alanda ve yeni bir düzeyde aşarak yapacaktır. 20. yüzyılın sosyalist inşa deneyimleri temel önemde kusurlarla içiçe oldular, partimizin programı bunu açık olarak saptayıp en temel noktalar üzerinden tanımlıyor. Geleceğin sosyalizmi, geçmişin birikimi ve deneyimleri üzerinden yükseleceği için, bir dizi temel yönelim bakımından geçmiştekinin bir benzeri, hele hele tekrarı hiç olmayacaktır. Tabii ki 20. yüzyılda inşa edilmeye çalışılan sosyalizm geleceğin sosyalizm kurucuları için temel önemde bir tarihsel deneyimdir. Bu deneyime dayanmadan, buradaki başarı ve üstünlüklerden güç almadan, iyi yanlarından yararlanmadan, kusurlu ve zaaflı yanlarını görüp eleştirmeden, toplamında bu deeyimlerin yarattığı tecrübe birikimini özümsemeden, yeni bir şey zaten kuramasınız. Yeni ve daha ileri bir sosyalizm, eskinin anlaşılması, eleştirisi ve bu temel üzerinde aşılmasıyla kurulabilir ancak. Kaldı ki akan zamanın ortaya çıkardığı maddi ve kültürel ilerleme bunu, daha ileri bir sosyalizm uygulamasını ayrıca kolaylaştıracaktır.

Bunlar daha çok yöntemsel sözler, amacım burada sosyalizmin sorunlarını tartışmak değil elbette. Bu değinmelerden amacım burada yalnızca şu: Milyonlar emperyalist küreselleşmeye, hemen her ülkede uygulanan neo-liberal politikalara, İMF’nin, DB’nin, DTÖ’nün ezilen halklara dayattığı açlığa, yoksulluğa ve yıkıma karşı seslerini yükseltiyorlar, bu arada militarizmin ve emperyalist savaşın karşısına çıkıyorlar. Kapitalizme, onun egemenliğinin ifadesi dünya düzenine bu noktalardan ve bir dizi başka temel noktadan itiraz ediyorlar, “bir başka dünya mümkün!” diyorlar. Ama henüz “kahrolsun kapitalizm, yaşasın sosyalizm!” diyemiyorlar ya da özü bu olan bir eğilimi ortaya koyamıyorlar. Ama bunu da diyecekleri gün gelecek. Bu tabii ki devrimci bir çabanın da sonucu olacak, ama sonuçta o noktaya gelinecek. Devrimci partilerinkitleleri bilinçlendirme, aydınlatma, geçmişten öğrendiklerini pratikte sergileme, yani kendilerini aştıklarını, geçmişi tekrarlamayacaklarını kitlelere hayatın içerisinde gösterme süreçleri bu süreci kolaylaştırıp hızlandıracak.

Biz komünistler bu inancı, daha yıkılışın tozu dumanı içinde bu denli açık ve alabildiğine kuvvetli bir biçimde taşıyorduk. Bunu görmek isteyenler, söze başlarken sözünü ettiğimi değerlendirmelerimize dönüp bakabilirler. Elbette komünistler, daha ‘91 Şubat’ında, dünyanın tablosu ve sistemin geleceği üzerine bu denli açık devrimci bir perspektif ortaya koyarlarken, hiç de kuru inançlardan hareket etmiyorlardı. Tersine bilimin ve tarihin verilerine dayanıyorlardı. Marksist dünya görüşüne ve devrim davasına bağlı kaldığınız bir durumda, sistemi bu gözle görmeniz en olağan şeydir. Çünkü bir dünya görüşünüz var; geçmişi ve geleceğiyle tarihi süreci, bu arada mevcut sistemi, bunun ürünü bir teorik bakış açısıyla görüyorsunuz. O zaman da sistmin çelişmelerini ve bu çelişmelerin ona nasıl bir akibet hazırladığını açıklıkla görebiliyorsunuz.

Geleceği görmek ve hazırlanmak

Komünistler ‘94 yılında temel önemde bir başka saptama daha yaptılar. Yeni bir proleter kitle hareketleri ve halk isyanları dönemine girildiğine ilişkin bir saptamaydı bu. Son on yılın olaylar tablosuna bakınız; bunun bir gerçek olduğunu tüm açıklığı ile göreceksiniz. Avrupa’ya bakınız; yıllardır ve neredeyse her ülkede proleter kitle hareketleri var. Avusturya’da 50 yıl sonra yeni bir genel grev daha geçenlerde yapıldı. Fransa ve Belçika işçi sınıfları tekrar tekrar sermayenin saldırısına karşı direnme yolunu tuttular. Alman işçi sınıfı hoşnutsuzluğunu, 90’lı yıllar boyunca değişik defalar ortaya koydu. İtalya’da, İspanya’da, komşumuz Yunanistan’da, sayısız proleter kitle eylemi ve büyük grevler yaşandı, yaşanıyor.

Aynı şey Latin Amerika ülkelerinde çok daha güçlü ve daha sık yaşanıyor. Aynı proleter kitle hareketi Asya’da var. Güney Kore ve Hindistan döne döne işçi eylemlerine ve grevlerine sahne oluyor. Hindistan’da bir anda 60 milyon emekçi bir genel greve katılabiliyor. Latin Amerika’nın bir dizi ülkesinde reformist sol partiler hükümet oldular. Bu partiler gerçekte kurulu düzenin bir parçası olsalar da, aldıkları destek kitlelerin sisteme tepkisini ortaya koyuyor. Bu hükümetlerin genellikle büyük kitle hareketlenmelerinin arkasından geliyor olmaları bu açıdan rastlantı değil.

Bir proleter kitle hareketleri ve halk isyanları dönemine girmiş bulunmaktayız, artık buna kuşku yok. Bu henüz yalnızca bir başlangıç. Sistemin büyük bir gerici ideolojik saldırıyla duruma egemen olduğunu ve sınıf mücadelesi sayfasını kapattığını iddia ettiği bir dönemin ardından gelen ilk önemli hareketlenmeler bunlar. Daha büyük toplumsal çalkantılar arkadan, 2010’larda, ‘20’lerde, ‘30’larda gelecek. Dünya altüst olacak, bundan en ufak bir kuşku duyulmamalı. Kapitalizm öyle çelişkiler biriktiriyor ki, bu çelişkilerin bütün sonuçlarıyla, sert sınıf mücadeleri üzerinden yüzleşmesi kaçınılmaz olacaktır. Dünyanın her yerinde sosyal eşitsizlik derinleşiyor. Eskiden gelişmiş kapitalist ülkelerle bağımlı ülkeler arasında yaşanırdı bu, şimdi kapitalist ülkelerin kendi içinde yaşanıyor. Almanya dünyanın &uum;çüncü zengin ülkesidir, ama sürekli bir sosyal kutuplaşma var, emekçi insan sürekli yoksullaşıyor, işsizleşiyor, bir takım güvencelerden yoksun kalıyor, tekeller semirdikçe semiriyorlar. Aynı şey Amerika’da daha beter bir biçimde var. Aynı şey dünyanın genelinde var, zira bu kutuplaşmayı alabildiğine derinleştiren neo-liberal saldırı dünya çapında sürüyor. Dünyanın her yerinde aynı politikalar emekç sınıfa kabul ettirilmeye, işçi sınıfı ve emekçiler her yerde köleleştirilmeye çalışılıyor. Tabii ki bunun sosyal ve siyasal sonuçları gitgide serteleşecek sınıf çatışmaları üzerinden zamanla ortaya çıkacaktır.

İçerdeki sosyal yıkımlara dışarda saldırganlık ve savaşların eşlik etmesi rastlantı değil mantıksaldır. Burada bir bütünlük var. Bugün dünyada yeniden büyük bir militarizm dalgası var. Bu kızışan emperyalistler arası rekabetin bir yansıması. ABD tek süper güç konumunu güçlendirme ve süreklileştirme, ötekiler ise pastadan daha büyük paylar elde etme peşindeler. Bunlar gelecekteki daha büyük kapışmaların ilk seansları henüz. Bu çerçevede tüm büyük emperyalist ülkeler hummalı bir biçimde silahlanıyorlar.

ABD bugün savunma bütçesine yılda 400 milyar dolar ayırıyor. Bu, yıllık ulusal gelir üzerinden iki Türkiye demektir. Bugün yeryüzünde yılda ortalama 25 milyon insan açlıktan ölüyor. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri iddia ediyor ki, yılda 20 milyar dolar olsa, açlıktan insan ölümlerinin önüne geçilir. Demek ki, ABD yıllık savunma bütçesinin yirmide birini bağışlasa, dünyada açlıktan ölüm sorununa çözüm bulunabilecek. Afrika’da şu ana kadar 26 milyon insan AİDS’den öldü. Şu an 60 milyon insan AİDS virüsü taşıyor. 2020 yılına kadar 70 milyon insanın öleceği öngörülüyor. Sadece ABD savunma bütçesinin onda biri bu işe ayrılsa, önümüzdeki 15 yıl içerisinde bu 70 milyon insanının hayatı kurtarılacak. Ama bütün bunlar kapitalizmin umrunda değil. Kapitaliz bu türden sorunları kendine dert edinseydi, kendisi olmaktan çıkardı.

Kapitalizm sosyal eşitsizlik, yoksulluk, perişanlık, konutsuzluk, işsizlik, militarizm, savaş, gericilik, ırkçılık üretiyor. Ve sistemin egemenleri de bütün bunların bir biçimde farkındalar. Sistemin bazı akıllı ideologları, biraz uzun vadeli, bir parça nesnel düşünen ideologları, burjuvazinin hizmetindeki bir kısım yazarlar, düşünürler ve politikacılar yer yer “acı geçeği” itiraf ediyorlar. 21. yüzyılı bekleyen büyük sınıf mücadelelerini, toplumsal altüst oluşları kastederek, 20. yüzyılı arar hale geleceğiz; 21.yüzyılın olayları üzerinden bakıldığında 20. yüzyıl bu dönemi yaşayacak kuşaklara nispeten sakin geçmiş bir yüzyıl olarak görünecek diyorlar. Bu denli büyük çalkantılar bekleniyor. Bu daha şimdiden belli değil mi? Sistemin şimdiden gösterdiği hayvanilikler ilerde neler yaşanacağına bir işare değil mi? Emekçilerin ve ezilen halkların şimdiden gösterdiği tepkiler, sistemin ilerde hangi sınıf mücadeleleriyle karşı karşıya kalacağına şimdiden bir gösterge değil mi?

Demek ki soluğumuzu tutacağız ve sabırla önümüzdeki büyük tarihi çatışmalara hazırlanacağız. Öyle üç-beş senede devrim olacak mı türünden küçük esnaf hesabıyla değil, topluma ve tarihe bilimsel ve tarihsel ölçülerle, dolayısıyla onyıllar üzerinden bakan, sistemin çelişmelerini ve sorunlarını, bunların ürünü olacak sosyal sınıf mücadelelerini bu bakışla ele alan ve kavrayan, kendini buna göre hazırlayan devrimciler olabilmeliyiz. O zaman partilerimiz şahsında geleceğin büyük tarihsel olaylarına en iyi biçimde hazırlanmakla kalmaz, onları etkileme, kendi devrimci hedef ve amaçlarımız doğrultusunda yönlendirme ve bir sonuca bağlama olanağı elde ederiz. Yoksa belki başlangıçta samimi bir heyecanla katıldığımız devrim yolunda soluğumuz çok çabuk kesilir.

Tarihin zikzakları karşısında
soluğu kesilenler

Nitekim ‘90’lı yıllarda solun genelinde, bazı grupların yanısıra küçük-burjuvaziden gelme kadroların önemli bir bölümünde, böylesi bir soluk kesilmesi yaşandı. Daha önce sözünü ettiğim kitlesel dönekliği bir yana koyuyorum. Bir dönem devrim için fedakarca ve militanca çalışan birçok insan da bu arada olup bitenin ağırlığı altında ezildi, soluksuz kaldı ve hala da haklı bulduğu davayı ortada bıraktı. Böyleleri büyük toplumsal sorundan koparak en dar toplum birimi durumunda olan kişisel aile yuvalarına döndüler. Onlar için yaşam ve sorumluluk alanı artık 60-70 metre karelik mekanlar ve beş-on kişilik nüfuslar, yani evleri ve “çekirdek aile”leri oldu. Sınıfa ve emekçi kitlelere, onlar şahsında topluma ve insanlığa karşı sorumluluğun yerini eş ve çocuklara karşı sorumluluk aldı.

Tarihin zikzakları karşısında insanların inançlarını, onun ifadesi davalarını bu kadar kolay ortada bırakmaları bir bakıma utanç vericidir. Temelde sınıfsal nedenlere dayalı bu tutum, aynı zamanda büyük bir kişilik ve karakter zayıflığının yansımasıdır. Bunu kimseyi incitmek için söylemiyorum; ama bu söylenmesi gereken bir şeydir, çünkü bu bir gerçekliktir. Kapitalizmin bilincine varan, sosyalizmin bu sistemin alternatifi olduğunu az-çok kavrayan insanlar, bir geçici zikzakın ardından nasıl bu kadar kolay terkedebilirler inançlarını ve davalarını, bunu belki anlamak mümkün ama kabul etmek mümkün değil.

Bu bizzat bu insanlar şahsında çok büyük bir insan yıkım ve dejerasyona yolaçmıştır. Bu tür insanlar, kişilikler gerçekte mahvolmuş durumda. İnsanların, bu eski solcu militanların bugün partisi yok, davası yok, neredeyse hiçbir inancı yok. Hiçbir partiye ya da inanca bağlı değiller. Türkiye’de arsızca neo-liberalizmin bayraktarlığını yapan yazarlar, gazeteciler görüyoruz; saldırgan, kendi davası konusunda kararlı, kendi tezleri karşısında iddialı, bu çerçevede bir takım saldırıları göze alan... Ortaçağ artığı din yobazları bile davalarını, kendi partilerini iktidar partisi yapabilecek kadar sahipleniyorken, mezhep inancıyla hareket eden Aleviler kitlesel oluşumlar yaratıyorken, dar bir milliyetçi dava güden Kürt yurtseverleri kendi davalarını bütün yaşananlara rağmen iyi kötü sahipleniyorken, düne kadar devrim isteyen ve sosyalzm adına hareket eden, devrimci sınıf mücadelesi düşüncesine ulaşan, sosyalizmi bir inanç olarak benimseyen insanların kendi davalarından bu kadar kolay kopmaları, olup bitenin duygusuz ve tepkisiz uzaktan seyircisi haline gelmeleri gerçekten utanç vericidir.

Toplumda bu kadar sorun yaşanacak, dünyada bu kadar ağır sosyal eşitsizlikler olacak, dünyada militarizm olacak, gericilik olacak, sistem yeniden insanlığı savaşların ateşi içine sürecek ve siz bunun karşısında sessiz, etkisiz ve pasif kalacaksınız. Üstelik dünün solcuları, hatta hatta devrimcileri olarak! En fazla kafanızın içinde ve duygularınızda tepki duyacaksınız, ama pratik olarak hiçbir şey yapmayacaksınız. Böyle bir şey olabilir mi? Böyle bir durumu yaşayanlara sorumlu insanlar denebilir mi? İnsan bu kadar bencil olabilir mi?

Toplumda olup bitenin bilincine varmayanların durumunu anlamak mümkün. Onlar ya dünün dünyasındadır, ya din dünyasındadır, ya milliyet dünyasındadır, ya da apolitizm denilen o bilinçsizlik ve cehalet dünyasındadır, medya dünyasındadır, kapitalizm insanın beynini paralize ettiği bir etki alanındadır. Dolayısıyla onları anlamak mümkün, ne de olsa onlar hiçbir zaman aydınlıkla buluşmamışlardır. Peki aydınlığı, yani devrimci düşünceyi, yani bilimsel düşünceyi öğrenip, benimseyip, sırf dava bir dönem için yenildi diye geri çekilmek, bu olacak şey mi?

Bu dava umutsuzdur, sonu yoktur deniliyordu, değil mi? Peki boyun eğdikleri kapitalizmin sonu var mı? Aradan geçen on sene bile olmadığını tüm açıklığı ile göstermedi mi?

(Devam edecek...)