15 Aralık '01
Sayı: 39


  Kızıl Bayrak'tan
  Direniş, katliam ve düşen maskeler
  İlk etapta yüzbin kamu emekçisini sokağa atmaya hazırlanıyorlar... Kamu işçisi bu oyunu bozmalıdır!
  "Genel grev genel direniş"i tabandan örgütleyelim!..
  DGM'lerin kapsamına ilişkin yasa ikinci kez kabul edildi... Hortumcular, çete-mafya ve kontr-gerilla elemanları kapsam dışı
  Üniversitelerde faşist terör dalgası
  Filistin halkıyla dayanışmaya!..
  ABD ve İsrail'in sinsi planı
  Gece çalışması üzerine
  Aymasan işçilerinden direniş değerlendirmesi: Direniş mücadele eden işçiler lehine bitmiştir
  Devrimci irade teslim alınamaz
  19 Aralık'ta: Katliamcılar yenildi
  19 Aralık'ta: Bir kez daha biz kazandık!
  "Sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya için, işçilerin birliği halkların kardeşliği!
  Devrim yürüyüşümüz sürüyor!..
  Şan olsun Yeni Ekimler'in partisine!
  Yaşasın devrimci dayanışma!
  Gelecek umudunu Türkiye işçi sınıfına bağlayanlara...
   Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
19 Aralık’ta:

Katliamcılar yenildi!

Resul Ayaz

19 Aralık katliamı ÖO direnişinde kritik bir dönemeci oluşturuyor. Bu katliam herşeyden önce haklı ve meşru talepler için en zor koşullarda sürdürülen bir direnişin bu tür saldırılarla kırılamayacağını kanıtlamıştır. Devrimci tutsaklar açısından katliama karşı gösterilen direniş, en barbar katliamlar ve işkenceler karşısında boyun eğmemenin, teslim olmamanın bir manifestosu olmuştur. Devlet açısından ise, zorbaca yol ve yöntemlere rağmen devrimci iradenin teslim alınamayacağının bir kez daha tescili olmuştur. Katliamlardan, zorbaca yöntemlerden medet umanlar bir kez daha yanılmışlardır. 19 Aralık katliamı, eli kanlı sermaye iktidarının barbarlığının, acizliğinin ve çürümüşlüğünün bir örneği olarak anılacaktır. Kuşkusuz o gün sergilenen direniş de sınıf mücadelesinin onurlu bir sayfası olarak tarihte hak ettiği yeri alacaktır.

Üç örgüte mensup devrimci tutsaklar, devletin hazırlıklarını yaptığı böylesine kanlı bir operasyona ve F tipi cezaevlerine karşı içerden bir barikat örmek ve kamuoyunu harekete geçirmek için 20 Ekim’de ÖO eylemine başladılar. Çok kısa zamanda dışarıda anlamlı bir destek sağlandı. İçerde de eylem kararlılıkla sürdürülüyor, yeni katılımlarla büyüyordu. Köşeye sıkışan katil devlet, bir kez daha sorunu kendi bildiği tarzda çözebileceğini düşünerek, dünyanın gözü önünde vahşet örneği bir katliama girişti. Kurşunlara, her türden gaz bombalarına hedef olan tutsaklardan 28’i hayatını yitirdi. Dört duvar arkasında insanlar diri diri yakıldı, işkencelerden geçirildi. Ve katiller sürüsü bu katliamı “hayata dönüş” olarak adlandıracak kadar arsızlaştı, kendi işledi&curre;i suçları devrimci tutsakların üstüne yıkmak ve gerçeklerin üstünü örtmek için hayasızca yalanlara başvurdu. Oysa gerçekler ortadaydı. 20 cezaevine giren 20 bini aşkın uzman katil bir yıldır hazırlığı ve tatbikatı yapılan katliamı gerçekleştiriyorlardı. Yakıp yıkmak, katletmek için gelmişlerdi, öyle yaptılar.

Katliam ve direnişin Bartın cephesi

19 Aralık’ta bulunduğumuz cezaevine de (Bartın) aynı amaç için gelmişlerdi. ÖO 1. ekibindeki siper yoldaşlarımızla beraber direnişin 45. gününden itibaren ayrı bir odada kalıyorduk. “Kalkın, operasyona geldiler” sesleri ile uyandık. Kapının dışındaki askerler, “ÖO’çularını bize teslim edin, bir sorun çıkmayacak” diyorlardı. Bir taraftan da kapıyı zorluyor, arada bir küfürlerle karışık tehditler savuruyorlardı. Amaçları hiç de söyledikleri gibi değildi. Kapı mazgalından gaz bombaları atılmaya başlanmıştı bile. Muhatabımızın cezaevi müdürü ve savcısı olduğunu, askerlerin derhal geri çekilmesini, bir saldırı olursa direneceğimizi söylerken, diğer taraftan savunma hazırlıklarımızı yapıyorduk. Bu arada adli koğuşlardan saldırıları protesto eden slogan seslerini duyuyorduk. Bir süre sonra buna PKK’li tutsaklar da katıldılar. Yemekhae duvarları yerle bir edildi, içeriye yoğun bir gaz bombası saldırısı başladı.

Biz ÖO direnişçileri koğuşun içinde güvenli bir yere alındık. Geri kalan siper yoldaşları barikat kuruyor, atılan gaz bombalarını etkisiz hale getirmeye çalışıyorlardı. Koğuşun dört bir tarafı kapalı olduğu için, çok miktarda atılan çeşitli türden gaz bombalarının etkisiyle bir süre sonra kimse yerinden kımıldayamaz hale geldi. Barikatlar kurarak geri çekiliyordu siper yoldaşlarımız. Askerler kaldığımız koğuş dışında her yere girmiş ve kaldığımız koğuşu yoğun biçimde gaza boğmaya çalışıyorlardı. Elle yapılan gaz maskeleri de bir işe yaramıyordu. Küçük kağıtları yakarak gazın etkisini gidermeye çalışıyorduk. Siper yoldaşlarımız bizleri korumak için seferber olmuşlardı. Herşeye rağmen gayet sakindik. Fizik direncimiz zayıflasa da moralimiz yüksekti. Ne onlar içeri girmeye cesaret edebiliyorlar, ne de biz gaın etkisinden sıyrılıp dışarıya çıkabiliyorduk. Arada bir zayıflayan barikat güçlendiriliyordu. Yaklaşık bir saat böyle geçti.

Bir saat kadar sonra ÖO 1. ekipten bir siper yoldaşımız saldırıların durdurulması için kendini yakmaya hazırlandı. Hazırlıklarını tamamladı ve “hoşçakalın yoldaşlar” diyerek bizimle olanca sakinliği ve kararlılığıyla vedalaştı. Ateşten bir top gibi kapıdan dışarıya fırladı. O an içimizden bir parça kopmuştu sanki. Onun ardından sloganlarımızı haykırdık ve ayağa kalktık. Kuşatmayı yarmak için bazı siper yoldaşları kapıya yüklenirken, diğerleri kırılan duvarlardan yapılan saldırıları karşılamaya çalışıyorlardı. Atılan gaz bombalarını ve taşları geriye fırlatıyorlardı.

Gün aydınlanmaya başladığında, koğuşun geri kalan kısmından püskürtülmüştü katiller. Diğer koğuşa girilmiş olduğunu o zaman görebildik. Kaldığımız koğuşun duvarları ise dört bir taraftan yıkılmıştı. Eski kaldığımız oda görece daha iyi durumda olduğu için bizi oraya götürdüler. Fakat direnişin sürdüğü yeri terketmek gelmiyordu içimden. Fırsat buldukça çatışmaların yoğunlaştığı koğuşa gidiyordum.

Gün aydınlanmaya başladıkça, maskeli, tam teçhizatlı katil takımını görebiliyorduk artık. Yüzlercesi elleri tetikte bekliyor, diğerleri ise kırılmış duvarlardan içeriye girmeye çalışıyorlardı. Çatıların üstünde, kulelerde, havalandırmada ve maltada yüzlercesi hazır bekliyordu. Dışarda kepçeleri, zırlı araçları ve çekim yapan kamerayı görebiliyorduk. Yoğun bir taş ve gaz bombası sağanağına rağmen devrimci tutsaklar direniyor, saldırılara karşılık veriyor, iki de bir girmeye çalıştıkları yıkık duvarlardan onları geriye püskürtüyorlardı. Yüzlerce tam teçhizatlı profesyonel katil karşısında bir avuç çoğu ağır yaralı insan direniyor, küfürlü saldırı ve tehditlere sloganlarla karşılık veriyordu. Bu da komutanlarını çileden çıkartıyordu.

Saldırılar sürerken ÖO direnişçisi diğer siper yoldaşı kendini yakmak üzere yıkılmış duvardan dışarıya çıktı. Elindeki yanıcı maddeyi kafasından aşağıya boşaltarak, operasyonun durdurulmasını söyledi. Rütbeli oldukları belli olan birileri sözümona siper yoldaşının kendisini yakmasını engellemeye çalışan oyalayıcı sözler sarfederken, diğerleri de küfürlerle kışkırtıcı sözlerle gerçek niyetlerini ortaya koyuyor, içeriye girmenin bir yolunu arıyorlardı. 10-15 dakika süren karşılıklı bir söz düellosundan sonra direnişçi siper yoldaşı çakmağı yaktı ve slogan atarak katil sürüsünün üstüne yürümeye başladı. İşte o an gerçek yüzlerini gösterdi bu uşak takımı. Kimileri korkudan sağa sola kaçışırken, bir kısmı da ellerindeki coplarla, kalaslarla bedenini tutuşturan siper yoldaşımıza vurmaya başladılar. Snrasını göremedik, zira onu gözden uzak bir yere doğru sürüklemişlerdi.

Birkaç kez daha içeri girme teşebbüsünde bulunan askerler geri püskürtüldü. Bu arada atılan taş vb. maddelere hedef olmayan insan yok gibiydi. Çoğu kafasından yaralıydı ve durumları ağırdı. Eldeki imkanlarla yarası sarılanlar yine çatışma alanına dönüyor, kavgaya devam ediyordu. Ne korku, ne tedirginlik yalnızca direnişin coşkusu sarmıştı herkesi.

Saldırılar şiddetinden bir şey yitirmeksizin devam ediyordu. Bu sırada sonradan Ölüm Orucunda şehit düşen ÖO direnişçisi Ali Koç, bir ok gibi kırık duvardan dışarı fırlayıp bedenini tutuşturdu. Bedeni tutuşmuşken sıkıştığı taşlar arasında bir süre saldırılara maruz kaldı. Üstüne bir çakal sürüsü gibi üşüşmüştü katiller.

İlerleyen saatlerde kuşatmanın ve saldırıların artması üzerine herkes direnişçilerin bulunduğu odada ve koridorda toplanmaya başladı. Elimizdeki radyodan bunun tüm cezaevlerinde yürütülen bir operasyon olduğunu, Bayrampaşa, Ümraniye ve Çanakkale’de çatışmaların sürdüğünü öğrendik. Hep beraber son sigaralarımızı yaktık. Tıpkı Ulucanlar’daki gibi...

Koridordaki ve kapılardaki barikatları iş makineleriyle yıkan saldırganlar, dört bir yandan su sıkıyor, taş ve coplarla saldırıyorlardı. Artık çoğu ÖO direnişçisi olmak üzere bir avuç direnişçi kalmıştık. Duvarları yıkık bir odada kenetlenmiş bekliyorduk. Teslim olun çağrılarına “sıkıysa siz gelip teslim alın” yanıtı veriliyordu. Atılan taşlardan ve sıkılan sulardan korunmaya çalışıyorduk. Öylesine su sıkılıyordu ki, iç çamaşırlarımıza kadar ıslanmıştık. Bir grup arkadaş, üzerlerine battaniye atmış, suyun etkisinden korunmaya çalışıyor ve tir tir titriyorlardı. Üzerlerindeki battaniye de titremelerin etkisiyle aşağı yukarı hareket ediyordu. Biz duvar dibinde elimize geçen malzemeyle yüzümüze sıkılan tazyikli suyu kesmeye, taşlardan korunmaya çalışıyorduk. Bu yaklaşık olarak yarım saat kadar sürdü. İçeriye kadar girmiş olmalarına rağmengelip bizi almıyor, su sıkmaya ve taş atmaya devam ediyorlardı. Bunu büyük bir zevkle yapıyorlardı. Sonunda hep birden saldırıya geçip bizi tek tek almaya başladılar. Yıkık duvardan aşağıya, havalandırmaya atıldık. Aşağıda aç kurtlar gibi bekleyenler coplarla, tekmelerle üzerimize çullanıyorlardı. Coplanarak, tekmelenerek ve cezaevinin 100 metre aşağısındaki giriş kapısına kadar sürüklenerek getirildik. Bir çoğumuz baygın ya dayarı baygındı. Ellerimizi arkadan kelepçeleyip yüzü koyun çamurların içine yatırdılar bizi. Kirli eller bu arada şanlarına yakışır bir tutumla ceplerimizi boşaltıyordu. Bir süre böyle geçti. Sonra hazırlanmış olan ringlere alındık. Burada da dayak ve işkenceler akşam saat 17.00’ye kadar devam etti.

Kendi aralarındaki konuşmalardan, askerlerin cezaevi komutanı ve operasyonu yöneten rütbeliler tarafından özel bir tarzda kışkırtıldıklarını duymuştuk. Askerlere, “burada vatan hainleri kalıyor, onlara günlerini gösterin, hiç birine acımayın” biçiminde saatlerce propaganda yapılmıştı. Ringlerde yaralı halde saatlerce bekletildik. İşledikleri suçlardan geriye kanıt kalmasın diye üstümüzdekiler çıkartıldı ve kendilerinin verdiği ince giysileri giyinmek zorunda kaldık. Akşama doğru Sincan’a götürülmek üzere yola çıkarıldık.

Sincan’da da özel bir tarzda karşılandık. İner inmez etrafımızı saran askerler tarafından kaba dayaktan geçirildik.”Sağlam hiçbir yerleri kalmasın” diye uyarıyordu başlarındaki işkenceci şefler. Gerçekten de darbe almamış bir yerimiz kalmamıştı. Üstümüzdekiler ise param parça edilmişti. Büyük bir kinle saldırıyor, üstümüzde tepiniyorlardı. Bu arada elleri beyaz eldivenli bir gardiyan yan tarafta bekliyordu. Sonrasında bazı arkadaşlarımıza bu kişi tarafından makat araması yapılmaya çalışıldığını duyduk. Bu halde ertesi sabaha doğru sürüklenerek hücrelere konulduk.

Evet, o gün ancak kanlı bir katliam yaparak bizi hücrelere koyabildiler. “Öleceğiz ama hücrelere girmeyeceğiz” sözünü tutmuştuk. Bu uğurda 28 canımızı yitirmiştik. Yanılan ve yenilen gerçekte gözü dönmüş, insanlıktan nasibini almamış katil sürüleri oldu, sermaye iktidarı oldu. Ama bu onlara yetmedi, çatışmalar bitmedi. ÖO katliamlara, işkencelere, baskılara ve hücrelere rağmen sürdü ve sürmeye devam ediyor.

Sonuç: Sen dışarda biraz daha özgürsen, birileri
bunun bedellerini ödediği içindir

Başladığından bugüne devrimci tutsaklar direniyor, her gün yeni bedeller ödüyorlar. Peki, bir inat için mi sürdürüyorlar ölümüne direnişi? Anlamsız ya da elde edilmesi imkansız talepler mi ileri sürüyorlar? Nedir onları yaşamak yerine ölümüne direnişe sürükleyen? Yaşamayı sevmiyorlar mı gerçekten? Nedir onları bunca zulüm katliam ve işkenceler karşısında karşısında güçlü kılan?

“Örgütlerin pençesinden kurtaracağız” diyerek, kanlı bir katliamla onları katı tecritin uygulandığı hücrelere koyanlar, şimdi hangi yalanla bir yılı çoktan geride bırakan bir direnişi karalayabilirler? Öyleyse, zorla müdahale neyin nesi oluyor? Kimdir gerçekten biten, kimdir gerçekten güçlü olan? Kan üstünden, vahşet ve zulüm üstünden güç gösterisi yapanların bir geleceği, güvenle geçirecekleri bir günleri olabilir mi? Zalimlerin yaptıkları hiç yanlarına kâr kalmış mıdır?

Bugün milyonlarca emekçinin boğazını sıkan eller, zindanları kana bulayan, ellerini devrimci kanıyla yıkayanların aynı kirli elleri değil mi? Peki, sen tüm bunlar için ne yapıyorsun? Susarak, korkarak daha ne kadar koruyabilirsin haklarını ve insanlığını? Ülkeyi ve bu yaşamı senin için sefalet bataklığına, devrimciler için kan denizine dönüştürenlere karşı daha ne kadar susacaksın? Daha ne kadar boyun eğeceksin?

Sen sormasan da, bu sorulardan daha onlarcası her gün bir şekilde karşına çıkıyor ve seni eziyor. Ve kaçmayı bırakıp, bu sorulara kendi adına bir yanıt bularak kendin için bir şeyler yapmaya başladığında, bil ki, çok şey değişmeye başlamıştır artık. Bil ki, bize hayatı zindan edenlerin etekleri tutuşmaya başlarken, tüm ezilenler için bayram günleri gelmiş demektir...