Direnen Filistini bir iç savaş içinde tüketmek istiyorlar... ABD ve İsrailin sinsi planı Ergin Yıldızoğlu Önceki pazar Batı Kudüs ve Hayfa'da 26 İsraillinin ölümüne ve 250'den fazla yaralanmaya yol açan intihar eylemlerinin hemen arkasından Ariel Şaron , ABD'nin onayını da alarak Filistin yönetiminin "şiddet eylemlerini destekleyen özne olduğunu" ilan etti, "ABD nasıl uluslararası şiddete karşı elindeki tüm güçle mücadele ediyorsa biz de edeceğiz" dedi. Böylece Filistin yönetiminin ve Arafat'ın tasfiyesi gündeme geldi, "yeni bir aşamaya geçildi" . Hafta sonunda The Economist'in kapağında "A dieu Arafat" başlığı vardı. Dergi, Arafat'a hem allahaısmarladık hem de işin Allah'a kaldı diyordu. 'Sapla saman' Zaten "bu kaçıncı yeni aşama" diye sormak gerekmez mi? Radikal sağcı Turizm Bakanı Ze'evi öldürüldüğünde de yeni bir aşamaya girilmişti. Ondan önce, Şaron seçimleri kazandığında, daha önce Haram ül Şerif provokasyonuyla, ikinci intifadanın tetiği çekildiğini, ondan önce Arafat İsrail'in güvenliğini sağlamayı üstlendiğinde, Oslo barış anlaşması yapıldığında da hep yeni bir aşamaya girilmişti. Ama aslında yalnızca iki aşama var: Oslo barış sürecinin doğması ve ölmesi. Bu iki aşama içinde de iki önemli an var. Birincisi, Oslo sürecinin öldüğü andır. ABD ve İsrail'in yaydığı havaya bakılırsa Arafat, bir devlet adamı gibi davranamamış, Barak'ın sunduğu uzlaşmaların anlamını kavrayamamış, Başbakan Ecevit'in sözleriyle "bir fırsatı kaçırmış" , böylece de barış sürecini öldürmüştür. İkinci önemli an da, Arafat'ın İsrail'in güvenliğini sağlamayı, yani işgalcilerin güvenliğini, işgal altındaki halka rağmen sağlamanın sorumluluğunu kabul ettiği andır. Bugün gelinen noktayı ve İsrail devleti üzerinde bugün egemen olan kesimin asıl niyetini anlamak, sapla samanı birbirine karıştırmamak için bu iki anın özelliklerini dikkate almak gerekir. Acaba, Arafat gerçekten tarihsel bir fırsatı mı kaçırdı? Filistin-İsrail sorununun üç temel gerçeği göz önüne alınmadan bu soruya doğru bir cevap verilemez. Birincisi, 1948 savaşından bu yana milyonlarca Filistinli topraklarından sürülmüştür. Bunların doğdukları topraklara dönmeleri en temel insan hakkıdır. Bu hakkın reddedilmesi, İsrail'in tarihsel sorumluluğunun, işgalin reddedilmesi demektir. Barak bu konuda bir taviz vermemiştir. İkincisi, bir İsrail askeri istihbarat uzmanının dediği gibi, "Filistin devleti, yoksul, sefil bir toz çukurundan başka nedir ki? Müslümanların kutsal topraklarına sahip olmadan Arap dünyasında hiçbir varlığı olamaz" (Aktaran: R. I Friedman, The Nation 24/12). Gerçekten de Filistin halkı, kimliğinin, onurunun en önemli simgesi olan Kudüs'teki kutsal topraklar üzerindeki talebinden vazgeçerek bir devlet kuramaz. Barak bu konuda da bir taviz vermemiştir. Aslında bu iki konu görüşmeler boyunca son ana kadar masaya gelmemiş, sahte bir anlaşma havası yaratılmıştır. Bu konular gündeme gelince de görüşmeler çökmüştür. Ayrıca, Edward Said'in bir El Ahram yorumunda yazdığına göre, Arafat bu konularda daha esnek davranmak istemiş, ancak hiçbir Arap liderinden destek bulamamış. Barış sürecinin ölmesinde Arafat'ı suçlamak yerine, önce, "Neden, Barak böyle kritik bir dönemde, Şaron'un, militanlarıyla birlikte Haram ül Şerif'i ziyaret etmesine izin vermiştir?" diye sormak gerekir. Acaba, sonuç alamayacağını başından bilen Barak, o an gelince sorumluluğu medyanın da yardımıyla Arafat'a yıkıp bir "B Planı" nı uygulamaya koymuş olamaz mı? 'B Planı' Bugün geriye doğru bakınca, Filistin topraklarında bir iç savaş ortamı yaratarak Arafat yönetiminden kurtulmayı, böylece de bir Filistin devleti olasılığını gündemden çıkarmayı amaçlayan bir "B Planı" nın varlığından kuşkulanmak çok mu yanlış olur? Hatta, Arafat'ın İsrail'in güvenliğini sağlama sorumluluğunu üstlendiği an, B Planının tohumunun da barış sürecinin içine ekildiği söylenemez mi? Bu B Planı Barak istifa ettiğinde gündeme gelmiş, Şaron'un hükümetinin kurulmasıyla da işlemeye başlamış olamaz mı? Şaron, Oslo barış sürecinin tüm kazanımlarına karşı olduğunu, "barış süreci" boyunca Filistin topraklarında genişlemeye devam eden "yerleşim" (işgal) bölgelerini asla daraltmaya niyeti olmadığını, açıkça söyleyerek seçimleri kazanmadı mı? Şaron, Haram ül Şerif ziyaretiyle başlayan ikinci intifada karşısında İsrail'in güvenliğinin ancak askeri yöntemlerle sağlanabileceğini söylemiyor muydu? Şaron'un bir taraftan Arafat'tan intifadaya son vermesini, İsrail'e yönelik şiddet eylemlerini engellemesini isterken diğer taraftan, Filistin halkının siyasi liderlerine yönelik sistematik bir suikast programı izlediğini, 26 İsrailli sivilin ölmesine neden olan bombalı saldırının da Hamas liderlerinden Abu Hamadın öldürülmesine cevap olduğunu bilmiyor muyuz? Her suikastın bir yeni şiddet eylemine yol açtığı da bir gerçek de&curen;il mi? Ortam sertleştikçe, ölü sayısı arttıkça, Arafat İsrail'in taleplerini yerine getirmeye çalıştıkça radikal dinci örgütlerin giderek güçlendiği, bu örgütlerle Arafat'ın güçleri arasındaki sınırın giderek bulanıklaşmaya başladığı da bir başka gerçek değil mi? Bir taraftan barış görüşmelerine yeniden başlamak için şiddet eylemlerinin durmasını şart koşarken diğer taraftan, suikastlara, Filistin topraklarına yönelik askeri operasyonlara devam eden Şaron, şimdi Arafat'ın barış sürecinde güvenilir bir ortak olmadığını söylüyor. Televizyona çıkıp Kimin suçlu olduğunu biliyoruz. Olan her şeyden Arafat sorumludur... diyor. Arafat'ı "şiddet eylemlerini destekleyen özne" ilan edip 11 Eylül süreci ağzıyla, tasfiyesinin gündeme geldiğini ima ediyor. Tüm bunlardan Şaron'un hedefinin Arafat'ı ya öldürerek ya da bölgeden sürerek Filistin yönetimini çökertmek, bir iktidar boşluğu yaratmak olduğu sonucuna varamaz mıyız? Nitekim, The Guardian'dan Johnatan Freeland'a göre, Şaron'un çok tehlikeli bir fantezisi var: "Filistin topraklarını küçük parçalara bölerek sorunu çözmek." Halen Gazza, Cenin ve Beyt ül Lahim'in bazı bölgelerinin fiilen "direniş güçlerince", "bağımsız cumhuriyetler" adı altında yönetilmekte olduğuna işaret eden MERİP de (Basın bildirisi No: 74) Şaron'un, Filistin idaresini küçük parçalara bölerek, kendine bağlı yapılar kurarak intifadayı bastırmayı planladığını düşünüyor. Bu proje, yine Şaron tarafından, 1982'de Beyrut'ta denenmiş, İsrail'e bağlı bir Falanj devleti kurma girişimi Sabra ve Şatila katliamlarına yol açmıştı. *** İki lider, iki sorun Oslo Anlaşması'ndan bu yana "seyrini izleyen sürecin" artık tıkandığını gösteren çok belirti var. Ben Gurion Üniversitesi'nden Prof. Dan Bar-On, pazar günü, Jarusalem Post gazetesindeki yorumunda, bu tıkanıklığa işaret ediyordu: " Yaser Arafat ve Ariel Şaron, bu sözde liderlerimiz -ki liderlikleri bizi her gün biraz daha cehenneme doğru sürüklemelerinden başka bir anlama gelmiyor-, 1982'de başlattıkları ve hâlâ bitiremedikleri bir oyunun tutsağıdırlar... Ne biz Filistin halkını topraklarından sürebiliriz, ne de onlar bizi. Ama liderlerimiz hâlâ sanki bu onların birinci seçeneğiymiş gibi davranıyorlar ve hepimiz bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyoruz." Divided Jarusalem kitabının yazarı Bernard Wasserstein de pazar günü The Independent'ta "Şaron ve Arafat değiştirilmeden, diplomatik alanda yeni bir atılım olasılığı görünmüyor" diyordu. Sanırım, her iki liderin kendilerini tükettikleri varsayımı, tıkanmış sürecin sonrasını konuşmaya başlamamıza yardım edebilir. (...) Ama Arafat çok daha kritik Bu iki liderin de değişmesi gündemde, ama bu değişiklik, her iki ülke için farklı anlamlar taşıyor. İsrail'de Netanyahu, Şaron'un yerini almak için sırada bekliyor. Ayrıca o olmazsa bir başkası... Ne de olsa İsrail, lider değiştirme mekanizmaları yerleşik bir toplum. Ancak Arafat'ın durumu çok farklı. Birincisi, Arafat'ın yerine geçmek üzere öne çıkmış, saygın bir lider adayı yok. İkincisi, Arafat'ın temsil ettiği siyasi çizgi ve örgütlenme, son yıllarda kendi halkı arasında çok büyük ölçüde güven ve güç kaybetti. Buna karşılık radikal İslamcı örgütler, özellikle de Hamas güçlenmeye devam ediyor. (...) Bunları göz önüne alınca da Ha'aretz'de, Zvi Bar'el'in işaret ettiği gibi, Arafat'ın yerine ya İsrail'le işbirliğine eğilimli, ılımlı ama toplumsal desteği zayıf biri ya da Hamas, İslami Cihad örgütünün saflarından biri geçecek (9/12). İkinci olasılık daha gerçekçi gibi duruyor. Ama her iki senaryoda da Filistin toplumunun kendini bir iç savaş içinde bulması neredeyse kaçınılmaz. Diğer bir deyişle önümüzdeki dönemde başlayacak yeni süreç için Filistin halkı açısından iyimser olmak çok zor. Filistin idaresi bir iç savaşla çöker ve kargaşa ortamı doğarsa, bu kez bölgeye uluslararası müdahale olasılığıyla birlikte bir Kosova/Afganistan türü yeni-sömürgeci çözümün gündeme gelmesi işten bile değil. Körfez Savaşı'ndan sonra Suudi Arabistan'da, Kosova Savaşı'ndan sonra da Kosova'da birer dev askeri üs kuran ABD, şimdi Afganistanda bir üs kurma şansı elde etti. Petrol bölgelerini içine alan bu üçgenin ortasında ve tam da İsrail'in yanı başında yeni bir üs ne kadar da şık olur değil mi? (Cumhuriyet/10-12 Aralık 01, Yazının başlıkları tarafımızdan konmuştur/SY Kızıl Bayrak...) |
|||||